Karanlık Oda (VI): Hayvan, insan

“İşkence insanı yalnızca 'hayvana' dönüştürmez, aynı zamanda mekanik bir şeye indirgemeyi amaçlar. Eğer beden ruhsal bir otomatsa, duygular, düşünceler üreten bir makineyse işkence bedeni ruhsallığından soyar, mekanik bedene indirger. Modern anlamda “insan” kavramı ortaya çıktığından beri ona hep eşlik eden, dadanan o tuhaf ikizlere: maymun ile otomat.”

20 Ekim 2022 21:30

 

1.

Karanlık odanın, işkencenin ya da tahakküm ilişkilerinin her tür açık görünümünün, çıplak şiddetin bizi “iyi ile kötünün altındaki kör kuvvetin, dilsiz ıstırabın alçalmış dünyasına” soktuğunu, insanı tam da insani bölgenin dışına attığını, böylece her tür (ahlaki) yargıyı imkânsız kıldığını söyledik. Bu durumda insani bölgenin yerini belirlemek gerekiyordu. İnsani bölge, iki sınır arasına, insan altıyla insan ötesi arasında bir yere yerleşmiş görünüyordu. İnsan altını kuran sınırda kendimizi hem hayvanlardan hem de doğanın mekanik işleyişinden yasalar koyarak ayırıyorduk, insan ötesinin sınırını ise idealar çiziyordu. İnsan bu iki sınırın aralığında kuruluyor ya da belki daha iyi bir deyişle bu aralığa mahkûm edilmiş görünüyordu.

Karanlık oda, öyleyse her şeyden önce içine aldığı kimseyi insan altına yerleştirir, öncelikle bir hayvana çevirir. Peki, işkence odasında olup biten bu insan altı bölgeye mi karşılık gelir? Tuhaflık buradadır, insan altı bölge aslında hiç de hayvanlara, bitkilere ya da taşlara karşılık gelmez. Buradaki sınırlar ya da ayrımlar “gerçek dünyayı” bölümlere ayırmaz, tam tersine, dünya –insan dünyası– bu bölme, bölümleme işleminden sonra ortaya çıkar.

2.

Bu bölme, bölümleme işlemine yasa diyelim. Yasayı burada ahlaki, töresel, hukuki, bilimsel, vs. olmadan önce bu tür bir işlem olarak anlayalım. Belki bu anlamda yasa asıl olarak bir toplumdaki tüm buyrukların üretiminin, dolaşımı ve alınmasının düzenini belirleyen belli bir tarzda bölüp paylaştırma işlemidir.

Fakat yasanın asıl işlevi birleştirmek, bütünleştirmek değil miydi? Yasa buna göre tek tek öğeleri, tikel durumları genel (evrensel ve zorunlu diye varsayılan) bir ilkenin altında birleştirmek diye tanımlanabilir, başka bir deyişle bir çokluğu bir birlik altına yerleştirmektir.[1] Gelgelelim herhangi bir çokluğu belli bir çokluk, birçokluk kılmak için (örneğin insanlar) onu belli bir tarzda bölmeksizin (örneğin kadın-erkek) bu birleştirme işlemini gerçekleştiremez. Canlı-cansız, hayvan-insan, konuşamayan-konuşabilen, çocuk-yetişkin, kadın-erkek, siyah-beyaz, Kürt-Türk, kamusal-özel, vs. her tür büyük ikilik bu düzeyde ortaya çıkar.

Öyleyse insan dahil olmak üzere tüm bu yaratıklar, yasanın bölme işlemi sonucu doğar, sanki bir sezaryen neşteri, bir kesik atılmış gibi. Böylece tüm canlılar tuhaf bir başkalığa kavuşur. Buna soyut başkalık diyelim. Bu soyut başkalığın gerçekte ne hayvanlarla ne bitkilerle ne de taşlarla ilgilisi vardır. Yasanın bölme işleminden doğan soyut varlıklardır bunlar, işte bu noktada insan da hayvan da –gerektirdiğinde yer değiştirmelerini sağlayan– bir mecazilik kazanır. Doğrusu bu bakımdan tüm dünya bir mecaza dönüşür.

Bu başkalığı soyut diye nitelememiz somut etkilerinin olmadığı anlamına gelmez; aksine, bedenler üzerine cisimsel olmayan bir etkide bulunması bakımından soyuttur ama etkinin kendisi çok somuttur: bedenleri biçimler; yerine göre biçer, çarpıtır, büker, dondurup taşlaştırır, yerine göre belli bir yönde uyarır, kışkırtır, geliştirir, yön verir; söz gelimi aynı mantık, aynı işlem bir yerde fit, sağlıklı, iyi beslenmiş bedeni, öteki yerde eğip bükülmüş, çarpıklaşmış, hastalıklı bedeni üretir, her koşulda onların gerçek kuvvetlerini, başkalaşma güçlerini emer, bu soyut başkalığa hapseder.

3.

İki uçta bu iki sınır noktası kesilerek insan figürü çekip alınır ya da çizilir. İnsan altı “sınır” hayvanla insanı ayıran sınırdı. Ama şu ortaya çıktı: insan altı eşiğin gerçekte neye karşılık geldiği belirsizdir. Aslında tüm bu işlem insanı kuran iki sınır arasında, yani bizzat insan dediğimiz aralıkta bir “insan altı, insan, belirsiz bir insan ötesi”, hayvandan insana –aslında ideal insana– doğru giden bir derecelenmeyle kurulur. Ayrım öyleyse asıl olarak insan kavramının içinde işler. Bu işlem yalnızca insanı kurmaz, durmaksızın kimin insan olduğunu, ne derece insan olduğunu da belirler. İşin daha tuhafı, “insan” bir bakıma hiçbir yerde yoktur. Çizilmiş bir figür, bir model olarak vardır ama kimse bu modele tam oturamayacağına göre soyut, boş bir figürdür bu. Bu açıdan insan diye kodlanan varlık modelden hep bir sapma olarak belirir, gerçekten de hep sapar, kimse sahiden tam tamına “insan” olamaz.

Eskinin dikey hiyerarşisinin aksine, söz ettiğimiz bu derecelendirme işlemini yatay bir skala gibi düşünmek gerek. İlkin tarih anlamında yataydır. Tarih, semavi dinlerin dünyasına geçtiğimizde döngüsel olmayı bırakıp çizgisel hale zaten gelmişti. Ancak şimdi Kant’la birlikte bu çizginin hem başı hem de sonu belirsizleşmiştir. İkincisi, konumuz bağlamında daha önemlisi, bu yatay bir dereceleme işlemi olduğu için artık insan da derecelendirilebilir olmuştur. Başka bir deyişle, hayvanlık haline daha yakın ya da biraz daha uzak olduğu ölçüde insanlar arasında insanilik dereceleri söz konusudur.

Bu derecelendirme işlemi olmasaydı “insan” birdenbire “hayvana” indirgenemezdi, tersi biçimde “hayvan” da insana dönüşemezdi, yani tüm o kültür alanı, insan yavrularının eğitimi ya da genel olarak eğitim anlamsız olurdu. 

4.

Saf buyruk yasa kılığına büründüğünde buyrukla birlikte iki yönde bir fazlalık doğuyormuş gibi görünüyor; bir yönde yasanın içinde bir yasa dışının, yasayı askıya alabilecek bir gücün, yani egemenin varlığı, öteki yönde ne hayvana ne insana karşılık gelen soyut bir hayvan. Bu soyutluluk hareketli bir ibre gibi insan kavramının içinde bir derecelendirmeyi mümkün kılıyordu: kim, ne derecede insan?

Öyleyse işkencede insanı alçaltmaya çalışılan “hayvanın” gerçek hayvanlarla bir ilgisi yoktur. Ancak ikinci bir çizgi daha vardır. İşkence insanı yalnızca “hayvana” dönüştürmez, aynı zamanda mekanik bir şeye indirgemeyi amaçlar. Eğer beden ruhsal bir otomatsa, duygular, düşünceler üreten bir makineyse işkence bedeni ruhsallığından soyar, mekanik bedene indirger. (Ama mekanik, 17.-18. yüzyılın terminolojisiydi; bugün biyolojik demek herhalde daha doğru olur.) Modern anlamda “insan” kavramı ortaya çıktığından beri ona hep eşlik eden, dadanan o tuhaf ikizlere: “maymun ile otomat.”

Demek ki bu iki çizgi, “soyut hayvan”la “mekanik beden”, özgürlüğünü ancak ahlak alanında elde edebilen modern insanın içinden geçen, işkence gibi uç durumlarda apaçık biçimde görünür hale gelen iki “kör kuvvet”, yani körelmiş, bir kara delik gibi kendi üstüne kapanmış güçtür. Buradaki acı “dilsizdir”, dilden kaçar, çünkü ne hayvanların sesleridir bunlar ne insan konuşmasıdır. Anlamsız mıdır? Tam aksine, belki anlam anlamsızlık çiftini işlemez kılacak, dolayısıyla ne yapacağımızı bilemeyeceğimiz kadar fazlasıyla anlamlıdır.

  

NOTLAR:


[1] Kantçı sentez. Ama Kant’ın en az birleştirmek kadar bölmeyi, bölümlemeyi, sınırlar çizmeyi de sevdiğini söyleyebiliriz. İlk büyük ayrım fenomen ile numen ya da doğa ile düşünce bölünmesidir. Bu ilk düzeyde bir dünyayı kuracak parçaların seçileceği, çekip alınacağı bir ayrılmanın gerçekleşmesi gerekir, sanki birleştirilecek bu parçaları çekip almak için bir ağ fırlatıyormuşuz gibi. Ama ağımızı nereye fırlatırız? Dünyaya değil, zira dünya ancak bu fırlatma ediminden sonra ortaya çıkabilir. Kant duyusal çokluğa demişti. Duyusal çokluk ise tanım gereği –bir şeyin bazen sıcak bazen soğuk, bazen parlak, bazen daha mat olması gibi– değişkendir, akışkandır, yoğunlukludur. Fırlattığımız ağ zihin yapımızdı, duyusal çokluğa atıyor, duyularımız yoluyla bize verilenleri birleştirerek nesneleri, fenomenleri elde ediyorduk. Bu işlemden geriye ise bilemeyeceğimiz bir bölge, numen ya da duyulurüstünün bölgesi kalıyordu. Ama numen dünyası baştan orada değildir, ancak bizim ağı fırlatışımızdan sonra bir ikililik biçiminde, fenomenin diğer çifti biçiminde ortaya çıkabilir. Ardından diğer ayrımlar ya da bölümlemeler gelir: zihnin yetilere bölünmesi, benliğin ikiye (ampirik ben- transandantal ben) bölünmesi, pratik akıl alanında yasa koymamın beni hem buyuran hem de buyrulan diye ikiye bölmesi, vs.