John Cheever’ın romanları

"Cheever için, 'Aslolan[ın] hep kum tanecikleri' olduğunu söylüyor Tomris Uyar. Romanlarında da görünmez bir kum saatinden sayısız kum taneciği dökülür durur, Gertrude gibi pek çok yan kahramanın hikâyesine girer çıkarız. Coverly’nin iş arkadaşının annesinin eski evlerindeki türlü çeşit börtü böceği anlatıp durması ya da Emile’in annesi, patronu, onların yaşadıkları, Moses’ın hayatını kurtardığı kadının sevgilisi olan zengin iş adamı, Betsey’in ablası ve tuhaflıkları, Honora’nın peşine düşen vergi memuru… Cheever’ın en meşhur öyküsü olan 'Yüzücü'yü hatırlamamak elde değil."

11 Haziran 2020 07:34

Daha çok öyküleriyle tanınıp bilinmiştir John Cheever; Amerikan öykücülüğünün zirvelerinden sayılır. Beş roman yazmış olmasına rağmen romancılığı öykücülüğünün gerisinde kalmıştır. Nitekim Dave Eggers da, The Wapshot Scandal’a yazdığı önsöze bu duruma değinerek başlar. Wapshotlar’ın [Wapshot Kayıtları ve The Wapshot Scandal’ın] hiç aşağı kalmadıkları halde Cheever’ın öyküleri kadar anılmamalarının belirgin bir nedeni olmadığını vurgular Eggers. Üstelik Wapshot Kayıtları Ulusal Kitap Ödülünü kazandığı halde romanları geri planda kalmıştır. “Kritik bir zaman dilimindeki insanlık durumlarının temsili mi değildirler?” diye sorar Eggers, “Öyledirler,” diye cevap verir. “İnandırıcı mı değildirler. İnandırıcıdırlar. […] Ve son olarak roman uzunluğuna varana dek çekip uzatılmış öykü müdür bunlar? Asla!”[1]

Cheever’ın öykü ve romanlarından söz ederken Eggers’ın sorduğu bu son soru önemli; önemli farklar var çünkü öykülerle romanlar arasında. Cheever öykülerinde Amerikan banliyölerindeki orta sınıf hayatları anlatmasıyla anılır çoğunlukla; hakkında en sık söylenen “banliyölerin Çehov’u” olduğudur. Banliyöde geçen öyküler sahiden de bu tespite hak verdirecek yoğunluktadır. Romanları içinse böyle bir saptama yapmak doğru olmaz. Pek çok başkahramanı ve yan karakteri olan Wapshot romanlarında da kuşkusuz banliyö hayatı ve Cheever’ın öykülerindeki gerilimleri andıran durumlara rastlanır, ama romanların içerisinde can alıcı önemde değildirler – Falconer Hapishanesi, Bullet Park ve Sanki Cennetti Görünen, Wapshot romanlarıyla kıyaslandığında daha kısa ve çok daha az sayıda karakterin sahne aldığı metinlerdir, daha sonra değineceğimiz üzere bunların içinde de sadece Bullet Park banliyö hayatına odaklanmıştır, onun da ilk bölümü.

Cheever’ın banliyöde yaşayan öykü kişilerinin ortak özelliği hüsran duygularıdır. Bir zamanlar önlerindeki hayatın kendilerine çok şey vaat ettiğini zannederlerken bunların gerçekleşmemesi (ya da bir ara olumlu gelişmeler olsa da sonrasında olumsuzlukların üst üste gelmesi) nedeniyle hüsrana uğrayan insanlar çoğunluktadır.[2] Bu vaatler parasal, maddi vaatlerdir çoğunlukla; seyrek olarak etrafları manevi yükseliş izlenimi verecek şekilde simlerle bezenmiş görünebilir, ne ki bu simler kolayca sıyrılır ve maddiyat altından parıldayıverir. Öykü kişilerinin içinde bulundukları hüsran karşısında verdikleri tepkiler aynı değildir, kimi başkalarına hınç duyar o anda, kimi bir başka yanılsamaya, büyüye kapılır, kimi de alkole yahut karşı cinse. Öyküler onların büyülendikleri ya da çöktükleri anlara odaklanmıştır, kendilerini kandırdıkları ya da kandıramadıkları, kısa süreliğine kapıldıkları büyülerden sıyrıldıkları ama bunun hatırasını, izini akıllarının bir köşesinde tuttukları. Cheever’ın romanları banliyölerden başka mekânlarda geçmelerinin yanında, anlara değil sürece odaklandıkları için “sündürülmüş” öyküler olarak değerlendirilmeyi asla hak etmezler.

“Saygıdeğer pişmanlık geleneği”

Wapshot romanları, taşradaki bir ailenin hikâyesi çevresinde gelişen ve genişleyen olayların anlatıldığı romanlardır. Eski bir nehir kasabası olan St. Botolphs’un köklü ailelerinden biridir Wapshot ailesi. İlk romanın adı ailede kuşaklardır tutulmuş kayıtlardan gelir. Cheever, romanın başlarında birkaç kuşak geriye giderek vaktiyle tutulmuş aile günlüklerinden örnekler verse de bütün roman böyle devam etmez, tabir yerindeyse saçaklandıkça saçaklanır, günlüklere arada bir dönülürse de artık geçmiş kayıtlar değil, romanın şimdiki zamanındaki önemli figürlerden Leander’in notlarıdır aktarılan.

Leander’in düştüğü kayıtlardan biri şöyledir:  

“Yazarın [Leander, bu kayıtlarda kendisinden hep böyle söz eder] damarında akan, salt süvarilerin ve öğretmenlerin kanı. Hepsi büyük adamlar! Gerçekten heybetli, hayrete şayan ve günümüzde bir nevi garip karşılanacak kişilikler. Anılar duruma göre önemli ya da önemsiz görülebilir, ancak geriye bakıp olup biteni anlamlandırmaya çalışın. Aile sandığında pek çok iskelet var. Karanlık sırlar, çoğu şehevi.” (s. 136)

Wapshot Kayıtları’nın hemen başında ailenin geçmişi tanıtılırken ailenin erkeklerindeki “saygıdeğer bir pişmanlık geleneği[nden]” söz edilir ve bunun kuşaklar boyu sürdüğü vurgulanır. Peşinden bu adamların “kendilerine zihinlerini geliştirme konusunda telkinlerde bulun[dukları]” belirtilir. Gelgelelim, aynı cümlenin devamında, “tembellikleri, miskinlikleri, şehvet düşkünlükleri, aptallıkları ve sarhoşlukları yüzünden kendilerini suçla[dıkları]” eklenir. Birebir yinelenen, handiyse bir örüntü halini almış ailevi bir alışkanlık ya da genetik kod değildir bunlar. Yine de ailenin erkeklerinin nerelerde, nasıl tökezledikleri konusunda bir benzerliğe işaret ettiği söylenebilir.

Hep erkeklerden söz ettim, ama Leander’in kuzeni Honora (babaları üvey kardeştir) da her iki Wapshot romanında Leander ve onun oğulları Moses’la Coverly kadar ön plandadır. Köklü bir aileden gelmekle beraber Leander yirminci yüzyılın ortasında artık düşkün sayılacak haldedir, Honora’ysa varlıklıdır, Leander’in oturduğu ev, kaptanlık yaptığı vapur, hep onundur; kadın kritik zamanlarda, kendisine ters gelecek bir şeyler yaptıklarında bu mülklerin sahibi olmasını Leander’a karşı kullanır. Yaptıklarının ardındaki niyet apaçık olsa da hiç öyle olmadığını ısrarla iddia edebilen Honora, romanın anlatıcısının deyişiyle, “New England’ın eksantirik ihtiyar kadınlar[ından]” biridir. Neyi neden yaptığını anlamakta zorlanırız, mütehakkim yanına sinir oluruz; ama bir yandan da merhamet duymazlık edemeyiz ona karşı. Aşırı gururlu, ama aynı zamanda müthiş güvensiz, nezaketsizliklerini nezaketmiş gibi sunan, karşısındakinin bundan ne anladığını hiç önemsemeyen, dışarıya karşı açık vermemeye çalışan, kolay tanımlanabilecek biri değildir Honora. Konuşulması çok zor biridir.

“Leander, onunla sohbet etmenin, Honora’nın genç bir kadın olduğu dönemlerde bile kendisine sopa yemiş gibi hissettirdiğini anımsayarak gülümsedi. Böyle biri olmasının ardındaki sebepleri merak etti. […] Kadının hayatın içinde yampiri yampiri ilerleme tarzını belirleyen şeyin muhtemelen ölüm korkusu olduğunu düşündü. Belki de aşk, kendisine hâkim olamama ve iç huzuru gibi, barındırdıkları kudretle fani olduğumuz gerçeğini yüzümüze vuran şeylerden uzak durarak canlı ve zinde bir ihtiyarlığın sırrına ermişti.” (s. 269)

Honora’nın uzak durdukları bu şeylerse Wapshot erkeklerinin kayıtsız kalamadıklarıdır. Gelgelelim benzerlikler de yok değildir Honora’yla aralarında. Moses mesela, “insan[ın] kendini hangi ortamda bulursa bulsun burada doğmuş ve yetişmiş gibi davranmasının bir kişilik göstergesi olduğunu içten içe duyumsa[dığında]” Honora’ya benzetir kendi halini. Romanın anlatıcısı da Coverly’nin eşcinsel bir iş arkadaşının kendisine ilgi göstermesi ve kendisinin de bu ilgiden kısa bir an erotik haz duyması ertesinde yaşadığı paniği anlatırken, onun zihin akışının Honora’nın zihin akışlarını andırdığını vurgular.

Wapshot Kayıtları’nın aile kayıtlarının dökümü gibi başlayıp saçaklandığından söz etmiştim; ana öykü dört kişi üzerinden devam eder: Leander, Honora, Moses ve Coverly. Bununla beraber pek çok yan karakter girer romana; onların dünyalarından da haberdar oluruz, kaygılarını, beklentilerini, hüsranlarını, kimi karakter özelliklerini öğreneceğimiz muhtelif olayların içerisinde tanırız onları. Büyük bölümüne yeniden dönülmez, Eggers onların anlatının içinde yollarını kaybettiklerini savunur. Yeniden karşılaşmamamızın nedeni ana kahramanların artık onlarla yollarının kesişmeyecek olmasıdır. Nitekim yolları kesişmekten öte başkahramanlarla beraber yürüyen, Wapshot Kayıtları’nın ikincil sayılabilecek karakterleri Moses’ın eşi Melissa ve Coverly’nin eşi Betsey’nin hikâyeleri The Wapshot Scandal’da çok daha öne çıkar.

İki temel değişim

Wapshot Kayıtları esasında iki temel değişimin kaydı olarak görülebilir. İlki St. Botolphs’taki değişimdir. Sadece Honora’daki değil, Leander’daki “yampiri” gidişler de bir yanıyla bununla ilgilidir aslında. Köy eski şaşaalı zamanlarında değildir, bir zamanlar ticaret gemilerinin yanaştığı limana artık sadece turistik gezinti vapurları çalışmaktadır. Gerek burnundan hiçbir koşulda kıl aldırmayan Honora gerekse en küçük hayallerinin bile peşinden gitme azminden çok zaman yoksun olan Leander, yaşadıkları yerin eski halini çok iyi hatırlayacak kadar yaş almışlardır. Leander daha dışa dönük biçimde yaşar paniklerini, Honora dışarıya sezdirmez ya da sezdirmediğini zanneder. Şapşallıkları ya da sinsilikleri nedeniyle her ikisi de gülünç durumlara düşerler, ama Cheever bize onların iç dünyalarındaki kargaşayı, karmaşayı da sezdirir, kızarak ama merhamet de duyarak güleriz başlarına gelenlere.

Wapshot Kayıtları’ndaki bir başka değişimin nedeni zaman değildir. Moses ve Coverly taşradan büyük şehirlere gittiklerinde onlara çok değişik gelen bir dünyada bulurlar kendilerini. Üstelik alışmakta zorlandıkları bu yeni muhitlerde kendilerine hayat kurmak zorundadırlar. Cheever Amerikan tarzı “köyden indim şehre” hikâyeleri anlatmaz, ama işlerin rast gitmesine engel olan, küçük yerden gelmenin bazı zaaflarıdır çok zaman. Coverly’nin bir iş görüşmesi sırasında psikolojik teste tabi tutulduğunda dürüstçe her şeyi anlatması işe alınmamasına neden olur mesela. Ya da Moses’ın, devlet nezdinde prestijli bir işe başladıktan sonra bir barda tanıştığı hüzünlü ve gizemli kadınla girdiği ilişkinin gerçek niteliğini ve bu yaşadığının ileride iş hayatına zarar verebileceğini sezememesi örnek verilebilir – Moses’ın başına gelen biraz da Wapshot erkeklerinin müzmin kaderini paylaşmasındandır.

İroni düzeyini biraz daha yükselttiği The Wapshot Scandal’da Cheever romanın anlatıcısının kim olduğunu da belirtme ihtiyacı duymuştur, oysa ilk kitap Wapshot Kayıtları’nda anlatıcı anonimdir. Türkçeye henüz çevrilmeyen ikinci romanın anlatıcısı, Moses ve Coverly’nin okuldan arkadaşlarıdır ve bu aileyi yakından tanımaktadır. Şöyle özetler onları:

“Onları iyi tanıyorum, onların ilişkilerini kendime iş edindim, gerçekten de hayatımın en güzel yıllarını, bu zirve noktasıydı, onların günlükleriyle geçirdim. Yeterince dost canlısıdırlar. Onlarla St. Botolphs’un caddelerinde karşılaştığınızda bu rastlaşma sanki onların öngördüğü bir şeymiş gibi davranırlar, ama onlara bir şeyler anlatmaya kalkarsanız –West River’ın taştığını ya da Pinkham’s Folly’nin yanıp kül olduğunu anlatırsanız– kısacık bir gülümsemeyle bir hata yapmakta olduğunuz size iletirler. […] Başkalarından bilgi almamaya gösterdikleri direnç ailevi bir özellik gibi görünür. Kendileri hakkında o kadar olumlu düşünür, kendilerini o kadar önemli sayarlar ki sel ya da yangın hakkında bir şey bilmiyor olmaları, o sırada Avrupa’da olsalar bile, onlara imkânsız görünür.”

Anlatıcı daha sonra kendisini pek ele vermez, ama aile fertlerinin ve hatta aileyle bağlantılı başkalarının başlarından neler geçtiğini, en mahrem anlara kadar anlatır. Honora, Moses ve Coverly Wapshot Kayıtları’nda olduğu gibi gene ön plandadır, ama belirttiğim gibi genç adamların eşleri de bu kez daha çok öne çıkarlar. Yine pek çok yan karakter olan bu romanda, hikâyesine odaklanılan iki kişiyi daha saymak gerekir. Biri Melissa’nın ilişkiye gireceği bakkal çırağı Emile ve Coverly’nin çalıştığı askeri tesiste üstü konumundaki bilim insanı Profesör Cameron.

Kum tanecikleri

Başkahramanların ya da yan karakterlerin başlarına gelenler, onların iç dünyaları hakkında da çok şey söyler bize. Bunlar bir yandan olmayacak şeyler ya da acayip talihsizlikler gibi görünseler de gündelik hayatın olağan aksaklıklarıdır. Cheever’ın öykülerinde de benzerlerine rastlayabileceğimiz Gertrude, Melissa’nın yaşadığı muhitte başka adamlarla girdiği ilişkiler nedeniyle adı kötüye çıkmış bir kadındır. “Onun çöküşü sonsuz özlemlerle değil, nadir görülen sertlikteki kış nedeniyle lağım çukuruna bağlanan evin ana pis su borusunun donmasıyla başla[mıştır].” Evet, bu talihsizliği kadının pis su borusunu tamir ettirecek birini bulamaması izler, yaşadığı sıkıntı nedeniyle kendisini viskiye verir, sarhoş olur ve tamir için en sonunda bulabildiği adamla da yatağa girer. Bu olaydan bir hafta on gün sonra bu kez açmakta zorlandığı bir şeffaf ambalaj, sonrasında çalışmayan brülör, daha sonra da bozulan çamaşır makinesi çöküntüye ve rastgele ilişkilere girmesine neden olacaktır. Onun hikâyesi tam da Tomris Uyar’ın Yüzücü’ye yazdığı “Neden mi John Cheever?” başlıklı önsözde[3] aktardığı duruma bir örnektir:

“Öz yıkımcılığın içe işlemeye başlayan ilk belirtisi bir kum taneciğinden farksızdır. Bir başağrısı, önemsiz bir sindirim bozukluğu, bir parmağın mikrop kapmasıdır. Yine de siz 8.20 trenini kaçırır, kredi vaatlerinin tartışılacağı toplantıya gecikirsiniz. Öğle yemeğinde buluştuğunuz eski dost ansızın sabrınızı taşırır; ona hoş görünmek için fazladan üç kokteyl içersiniz, artık günün ne tadı ne tuzu kalmıştır. […] Ama bu cehennemin dibini nasıl boyladığınızı geriye doğru sararken başlangıçtaki o kum taneciğinden başka bir şey bulamazsınız.” (s. viii-ix)

Cheever için, “Aslolan[ın] hep kum tanecikleri” olduğunu söylüyor Tomris Uyar. Romanlarında da görünmez bir kum saatinden sayısız kum taneciği dökülür durur, Gertrude gibi pek çok yan kahramanın hikâyesine girer çıkarız. Coverly’nin iş arkadaşının annesinin eski evlerindeki türlü çeşit börtü böceği anlatıp durması ya da Emile’in annesi, patronu, onların yaşadıkları, Moses’ın hayatını kurtardığı kadının sevgilisi olan zengin iş adamı, Betsey’in ablası ve tuhaflıkları, Honora’nın peşine düşen vergi memuru… Cheever’ın en meşhur öyküsü olan “Yüzücü”yü hatırlamamak elde değil. (Frank Perry’nin yönettiği ve Burt Lancaster’ın başrolünü oynadığı aynı isimli film bu öykünün tanınmasında çok etkili olmuştur.) Bu öyküde Neddy Merill bir Pazar öğle sonrasında banliyödeki bütün evlerin havuzlarını yüzerek kat eder; komşularının hayatlarına kısa bir an tanık oluruz, bu arada Neddy’nin hikâyesi de giderek netleşir. İşte, Wapshot romanlarındaki (çoğuna bu yazıda değinemediğim) sayısız yan kahramanın hayatlarına şöyle bir bakıp geçmemizde Neddy’nin yaptığını andıran bir yan var sanki.


John Cheever, Yüzücü, çev. Tomris Uyar, Everest Yayınları, 2011, 150 s.
Sağda "Yüzücü" öyküsünden 1968'de sinemaya uyarlanan filmde Burt Lancaster.

The Wapshot Scandal’da ironi dozunun yükseldiğine değinmiştim. Uzam da genişler, Avrupa’ya kadar uzanır. Honora mesela vergi kaçakçılığı suçlamasından kurtulmak için Roma’ya gider, bir pasajda papa da girer romana böylelikle; keza Emile ve Melissa da ilişkileri açığa çıktıktan sonra ayrı ayrı, birbirlerinden habersiz İtalya’ya giderler – kaçamak yaptıklarında da ayrı ayrı seyahat etmişlerdir. Hatta bu romanın giderek uzaya ya da dünyanın sonuna yöneleceği hissine bile kapılırız. Wapshot Kayıtları’nda Coverly “fizik deneylerinin bir bilgisayar makinesine yüklenebilecek şekilde simgelere ve bantlara aktarılmasından ibaret” olan “bant elemanı” olabilmek için eğitim almıştır. Başarıyla mezun olur gittiği akşam okulundan ve teknisyen olur. Gelgelelim bulabileceği işler o dönemde askeriyeyle sınırlıdır. Her iki romanda da eşiyle beraber askeri üslerin olduğu yerleşkelere gider – birbirinin aynı müstakil evlerden oluşan, Cheever banliyölerini andıran yerlerde yaşamak zorunda kalırlar. Banliyö hayatındaki yalnızlık, komşuların yabanıllığı… Kimseleri tanımadığı buralarda zamanı nasıl geçireceğini bilemeyen Betsey her iki romanda da benzer biçimde bunalıma girer.

The Wapshot Scandal’da gittikleri Talifer, gazetelerde sözü edilmeyen bir füze araştırma ve geliştirme tesisidir. Burada tanıştığı tuhaf, özgüven patlaması yaşayan, mütehakkim bir bilim insanı Cameron, Coverly’i yanına alıp bir toplantıya götürür. Coverly, toplantıya katılmaz ama toplantı ertesi katılımcıların hallerine tanık olur, dünyanın sonunu görmüş gibidirler. Bu tuhaf adam Cameron’un hikâyesini de daha yakından tanırız romanda. Aksiliği ve çevresindekileri ezen mütehakkim tavırlarıyla bir parça Honora’yı andırır. Ailesindeki bir gizi de öğrenir Coverly; ondan kendi sorunu için çare beklerken gözünde büyüttüğü, çekindiği adamın başının belada olduğunu öğrenir. Çaresizliğiyle baş başa kalır. Üstelik eş zamanlı olarak ağabeyi Moses da Melissa’nın kendisini aldattığını öğrenmesinin ardından büyük bir boşluğa düşmüş ve kendini alkole vermiştir. Honora için de işler iyi gitmez. Ez cümle, Wapshot ailesinin parıltıları söndükçe söner romanın sonlarına varırken.

Beri yandan Wapshotlar’ın başlarına gelenlerle ilgili olarak ne içinde yaşadıkları toplumu, ne kendilerini büsbütün suçlamak yerinde olur; daha doğrusu Cheever bize bu konuda herhangi bir hat göstermez. Gerçekten de bir değerlendirme yapmak (illa yapmak gerekiyorsa tabii, sadece hikâyelerini okumak, kederlerine eşlik etmek, şaşırmak da yeterlidir bir yandan) için tek bir hat belirlemek eksik kalacaktır; romanların tamamında, “yüzücü” Neddy gibi geçerken tanık olduğumuz bütün hikâyelerde, roman kişilerinin hüsranlarında, kendilerine açıklayabildikleri ya da açıklayamadıkları her türlü arzu, tutku, tembellik, miskinlik, boşvermişlik vb. duyguların bütününde, başlarına gelen tuhaf aksiliklerde, şanslarının döndüğü anlarda, ters gittiği sekanslarda bir başlık altında toplamak gerekmeyen insanlık halleri anlatılmıştır.

Cheever’ın çizdiği sahnelerin çoğu oldukça eğlenceli, bir o kadar da kederli. Çalıştığı marketin promosyonu olan ve bulanlara yurtdışı seyahati vaat eden yumurtaları banliyönün farklı yerlerine gömmeye çalışan Emile’in peşine gecenin bir yarısında düşen gecelikli kadın ve pijamalı adamlar ordusu mesela, gözümüzün önüne geldiğinde buna gülmemek elde değildir, ne ki üzülürüz de, dünyanın bir başka ucunda, romanın ilk yayınlanmasının üzerinden altmış yıl geçmişken bize o kadar gerçekçi gelir ki… Elektrikli aletlerle arası hiç iyi olmayan Honora’nın kandırıldığını öğrendiğinde yaşadığı hüsranı bastırmak için, daha önce geminin bütün motorlarının okyanusun ortasında duruvermesine neden olan arızalı ütüyü bir kez daha fişe takarak intikam alması da benzer duygulara neden olur.

Pembe pelüş klozet kılıfı

The Paris Review’de Annette Grant’la yaptığı mülakatta[4] Cheever, ilk romanı Wapshot Kayıtları bittiğinde çok sevindiğini, The Wapshot Scandal’ınsa farklı olduğunu, bu romanı sevmediğini ve bittiğinde epeyce kötü durumda olduğunu belirtir.

“Kitabı yakmak istedim. Gece uyanırdım ve Hemingway’in sesini duyardım. Yani gerçekten Hemingway’in sesini duymadım tabii, ama şu söz bariz onundu: ‘Bu sadece küçük bir acı. Esas acı bundan sonra gelecek.’”

Mülakatta The Wapshot Scandal’ı neden sevmediğine değinmez, ama bir sonraki romanı Bullet Park bittiğinde o denli kötü durumda olmadığını söyler. Grant, mülakatı oluşturan görüşmelerden ilkinin Bullet Park’ın 1969’daki yayımlanmasının hemen ardından gerçekleştiğini belirtir. Cheever, bu roman bittiğinde kendini kötü hissetmemesini şöyle açıklar: “Yapmak istediğimi tam olarak yapmıştım: Üç karakter, basit ve yankılanan bir düzyazı tarzı ve bir adamın sevgili oğlunu yanarken ölümden kurtardığı bir sahne.” Cheever’ın murat ettiği bu kadar olsa da Bullet Park daha ötesidir. Banliyöde yaşayan iki adamın hikâyeleri anlatılır. Eliot Nailles ve Paul Hammer. Nailles öykülerinden bildiğimiz Cheever karakterlerinden biridir. Bir kimya firmasında ağız bakım suyu işinin başındadır, evlidir, bir oğlu vardır.

Bullet Park da Wapshot romanları gibi bize muhiti tanıtarak başlar – Kayıtlar’ın girişinde, Leander’in eşi Sarah’nın bir at arabasıyla evine dönüşüne tanık oluruz, bu arada çevredeki bahçeli evleri teker teker tanırız. Scandal’ın başındaysa kilisedeki Noel ayininden çıkanlar Honora’nın evinde doğru St. Botolphs’un sokaklarından geçerler, yol boyu pencerelerden yol üstündeki evlerin içlerini ve oralarda yaşayanları görürüz. Bullet Park ise emlakçının bir yabancıya ev gezdirmesiyle başlar. Emlakçının işi gereği söylediklerini bir kenara bırakıp oradan geçmekte olan bir yeniyetmenin gözlemlerine dikkatimizi verirsek muhiti daha iyi tanırız. Çok sıradan ama etkileyici bir görsel imge sunar burada bize Cheever.

“Pembe pelüş bir klozet kılıfı çamaşır ipinden uçtu. Golf sahasında dolaşan ateşli ve kindar bir yeniyetme tarafından uzak mesafeden bakıldığında, pelüş parçası Powder Hill’in onayı, tazminatı, mükâfatı ve sancağı gibi görünüyordu; arkasında eş değiştirme, Yahudi karşıtlığı, içkiyle mücadele alanlarındaki ruhsal iflaslardan oluşan lejyonlar, dar İngiliz ayakkabıları içinde uygun adım yürüyordu. Hepsinin canı cehenneme diye düşündü yeniyetme.” (s. 14-15)

Peşinden kredi kartlarından kimsenin çalmadığı kuyruklu piyanolara, en ücrasına kadar ipotekli evlerden içinde sadece telefon rehberinin bulunduğu raflara saydırır yeniyetme, ikiyüzlülükleri, samimiyetsizlikleri, kusursuzlukları, zamparalıkları boş geçmez. En sonunda da, “Hayata anlam katan o gücü, uygunsuzluğu, rengi ve şevki [kendisinden] aldıkları için hepsinin canı[nı] cehenneme” yollar.

Tasvir edilen dünya klasik Cheever öykülerinin dünyasıdır. The Paris Review mülakatında Cheever bu romana “Yüzücü”yü yazdıktan hemen sonra başladığını belirtir. Nitekim Neddy’nin güzergâhındaki evlerden biri de Hammerlar’ınkidir. Gelgelelim bu Hammer, Nailles’in aksine bizim bildiğimiz Cheever’ın banliyölü erkeklerinden değildir! Onu romanın ikinci bölümünde tanırız. Cheever’ın banliyölerindeki mutsuz erkekler zor bela edindikleri üç beş kuruşa bir ömür boyu ödeyecekleri ipotekleri de ekleyerek bu evleri almış olan, gençlik hayalleri teker teker kırılmış, geleceğe güvenle bakamayan, huzuru içkide ya da kaçamaklarda arayan adamlardır genel olarak. Hammer ise varlıklı bir babanın gayrimeşru oğludur ve hayatı boyunca çalışmak zorunda kalmamış biridir; babasının yanı sıra hafif “çatlak” annesi de yanında olmamıştır büyürken, çocuğunun varlıklı babasından aldığı nafakayla gezip tozmuştur. Öbür adamların elindeki maddi imkânları bilseler sonsuzca imrenecekleri biridir Hammer, ne ki para konusunda hiç endişelenmemiş olmasına karşın o da mutlu, huzurlu değildir. Pek çok Cheever karakteri gibi o da içkiye bağımlıdır, başka bir bağı yoktur, bitmek bilmez bir efkâr duymaktadır. Sonradan bir kadını sever, efkârı diner gibi olur, evlenirler ama karısının gelgitleri, ruhsal/duygusal iniş çıkışları çok yorucudur, ancak onu terk etmez Hammer. İtalya’da ne yapacağını bilemez halde efkârıyla baş etmeye çalışırken, bir keresinde annesinin söylediklerini hatırlar.

Dünyayı gezip dolaşan annesi memlekete bir gelişinde bundan hiç hoşnut kalmadığını, bir daha gelmeyeceğini, gelecek olursa da Bullet Park gibi bir yere yerleşip hiç göze batmadan amacını gizlemek için insanları oyalayacağını söylemiştir oğluna. Amacının ne olduğu sorulduğundaysa şu yanıtı verir:

“Örnek olarak genç bir adam seçerdim, tercihen reklam müdürü, evli ve iki-üç çocuklu, hakiki bir duygu ya da değer olmadan yaşanan hayata iyi bir örnek. […] İsa’nın Kilisesi’nin kapısında çarmıha gererdim. […] Dünyayı uyandırsa uyandırsa çarmıha germek uyandırır.” (s. 150-151) [Vurgu eklenmiştir.]  

Annesinin gizli amacını gerçekleştirmeye karar verir Hammer, ama bir farkla, annesinin tanımına uygun olduğunu düşündüğü Nailles’i değil, oğlu Tony’i kurban edecektir. Böylece Nailles’i, “hakiki bir duygu ya da değer olmadan” yaşayan birini, hatta böyle yaşayan bütün bir banliyöyü uyandırmayı mı amaçlar? Bundan söz etmez Hammer, ama işlemeyi planladığı cinayeti birine itiraf etmiş olması, bunun Nailles’in kulağına gitmesini murat ettiği anlamına gelebilir. Burada bir ironi var. Nailles’in hayatında önemsediği az şey vardır: İçki (sonraları bunun yerini banliyö trenlerine binerken yaşadığı paniği atlatmak için başlayıp müptelası olduğu uyuşturucu hap alacaktır), minyatür golf, balık tutmak ve elektrikli testeresiyle çalışmak. Banliyö hayatının tipik alışkanlıkları – duygu ya da değer olmadan yaşanan hayatın göstergeleri! Ne var ki oğlunu elektrikli testeresi sayesinde kurtaracaktır Hammer’ın elinden. The Paris Review mülakatında bu romanda yapmak istedikleriyle ilgili verdiği yanıtı aktarmıştım yukarıda: “Üç karakter, basit ve yankılanan bir düzyazı tarzı ve bir adamın sevgili oğlunu yanarken ölümden kurtardığı bir sahne.” Gelgelelim, oğlunu kurtardığı bu sahne Nailles’in hayatında bir şeylerin değişmesini de sağlamayacaktır. Ertesi gün gene uyuşturucu hapını alarak binecektir banliyö trenine.

Dönemin ruhunu duyuran izler

Paul Hammer’ın tipik Cheever adamlarından olmadığını belirttim ama onu bir başka romanın kahramanıyla Falconer Hapishanesi’nin başkahramanı Farragut’la birlikte anmak yanlış olmaz. Farragut da para konusunda endişelenmemiş biridir; onu uyuşturucu etkisi altındayken ağabeyini öldürdüğü için kapatıldığı hapishanede tanırız. Beri yandan varlıklı bir aylak değildir Farragut, hapse düşmeden önce üniversitede hocadır. Aile geçmişi Wapshotlarınkini andırır, yeni dünyaya aynı senelerde gelmişlerdir, babasının hobileri de Leander’inkilerle eştir; ama işleri daha rast gitmiş, ya da bir yolunu bulup rast gitmesini sağlamıştır onun ailesi. Farragut’a hapishanede neden bağımlı olduğu sorulunca şu yanıtı verir anlatıcı:

“Bağımlı olması gayet doğaldı. Kaçak mal ticareti yapan insanlar tarafından büyütülmüştü. Ağır uyuşturucular değil ama ruhsatsız ruhsal, zihinsel ve erotik uyarıcılar.” (s. 54)

Kaba bir ikilik kurarak Cheever’ın tipik banliyöde yaşayan adamlarıyla Hammer ve Farragut karşı karşıya getirilebilir. Bir tarafta mal mülk edinebilmek, bunlar vasıtasıyla içinde bulundukları topluluk içerisinde önlere ilerlemek, en nezih kokteyl partilerine çağrılmak uğruna canını dişine takarak çabalayanlar; öbür tarafta birinci gruptakiler için ulaşılması güç, neredeyse imkânsız mevzileri hor gören, oralardan sıkılmış adamlar. Hammer ve Farragut, banliyölerdeki adamları “bir değer ya da duygu olmaksızın” yaşadıkları için küçümserler, ama onların hayatlarında böyle şeylerden bahsedebilmek kolay değildir – “efkâr”ı hariç tutarsak. İç dünyalarındaki boşluklar çok da farklı değildir aslında öbürlerinden. Hammer ve Farragut’un daha “marjinal” hayatlar sürmeleri, sonunda hapishaneye ya da tımarhaneye kapatılmayı (Bullet Park’ın sonunda Hammer’ın cezai ehliyeti olmadığı için devlet hastanesine kapatıldığı belirtilir) göze almaları biraz da önlerinde, bir hedefleri kalmamış olmasındadır, öbürleri için hiç değilse sınıf atlamak halen bir hedeftir – ruhsal boşluklarının günbegün büyümesi karşılığında.

Cheever’ın romanlarında birtakım adamların hayatlarına içeriden bakmak, onların hikâyelerinin zaman içinde (ve tabii ki onun kurguladığı biraz tuhaf, insanı allak bullak edecek rastlantılar, karşılaşmalar, denk düşmeler, gecikmeler sırasında) ne haller aldığını izlemek istediğini sanıyorum, Dos Passos ya da Gore Vidal gibi, hatta bu ikisinden farklı olmakla beraber romanlarında olayların geçtiği dönemle ilgili vurguyu hissettirmeyi genellikle yeğlemiş olan Philip Roth gibi, toplumsal tarihe bir kayıt düşmek gibi niyetlerle kalkışmamış olmalı romanlarını yazmaya. Nitekim The Paris Review mülakatında kendisini gerçekçi sayıp saymadığı sorulduğunda, Dos Passos ve Zola gibi belgesel romancıların gerçekçi olduklarını belirtir – soruya açık bir yanıt vermez ama kendisini onlardan saymadığı bellidir. Yine de romanlarının fonu toplumsal planda olup bitenlerle büsbütün alakasız değildir. Çok küçük ayrıntılar dikkat çeker. Mesela Falconer’de hapishanede o sırada Kara Panterlerin liderlerinden birinin de olduğuna değinilir, ya da Bullet Park’ta Hammer, İtalya’dayken rastlantı eseri öldürülen bir komünist delegenin cenaze yürüyüşünde bulur kendisini. “Geçit törenine katıldım ve uygun adım yürümeye başlar başlamaz efkârın uçup gittiğini hissettim,” der. Bu ayrıntıların yanı sıra, “Sincapların insanların başlarına bela olduğu ve herkesin kanser ve eşcinsellik nedeniyle kaygılandığı yıldı”, “Onun nesli bağımlılık nesliydi”, “Bir savaş sırasında adanın birinde tanışmıştı uyuşturucularla”, “Yüzyıl dönümü yaklaşıyordu. İlerleme her yerdeydi,” biçiminde, anlatılan olayların fonundaki toplumsal yapıya ya da döneme işaret eden cümleleri hatırlayabiliriz.

Cheever’ın romanlarında esas olarak dönemin dip akıntılarını sezdiren, belki de ipuçlarını veren yanların altının çizilmesi gerekir. 1964’te yayımlanan The Wapshot Scandal’da zamanın ruhu soğuk savaş izleri, felaket beklentisi ve çılgın bilim insanının aşırı pozitivist yaklaşımlarıyla kendisini duyurur, psikiyatri bile bir bilim değildir Profesör Cameron için. Keza Emile’in İtalya’da katıldığı erkek güzellik yarışması da mesela büyük değişimlerin yakın olduğunun (belki de eski kıtada başlayıp yeni kıtaya hızla yaklaştığının) habercisidir. 1969’da yayımlanan Bullet Park, refah toplumuna ya da Amerikan tarzı hayata dair yanılsamaların sonuna gelindiğini duyurur. Romanın girişindeki yeniyetmenin “Canın cehenneme!”leri ya da Nailles’in oğlu Tony’nin babasıyla tartıştığı sırada ebeveynlerinki gibi bir aileye, onların yaşam tarzına duyduğu öfkeyi aktardığı bölümlerde varoluşçu ya da nihilist bir ton sezilir. Romanın anlatıcısı da eleştirel dokunuşlarla bu sezgiyi destekler. “Nailles ve Nelly kahvaltı sofrasında otururken bir bant karikatürden daha az boyutlu gibiydiler.” Ya da “Heteroseksüel tekeşliliğin üstün ürünleri” gibi cümleler sözünü ettiğim. Falconer Hapishanesi’nin yayım tarihi 1977; bağımlılıklar almış yürümüş, cinsel devrim yaşanmış, nükleer felaket gene kapıda, gösteri toplumu iyiden iyiye yerleşmiştir – kardinalin bir gösteri olarak hapishaneye gelmesi bu sonuncuya örnek verilebilir ya da Jody’nin Farragut’a üniversitelerle ilgili şu söyledikleri:

“Bankacılık aritmetiği ve diğer bütün o saçmalıklar artık bilgisayarla yapılıyor, senin dikkatini yoğunlaştırman gereken şey potansiyel yatırımcıya güven telkin etmek. Modern bankacılığın büyük gizemi bu. Örneğin gülümseyerek yaklaşıyorsun. Katıldığım her sınıf bu gülümseme dersleriyle başlıyor. […] Potansiyel yatırımcının zevkle hatırladığı şeyi buluyorsun ve onun zevkli anılarını kahrolası bir keman gibi çalıyorsun.” (s. 87-88)

Birçok erkeğin tanımadığı yalnızlık türleri

Cheever’ın son romanı Sanki Cennetti Görünen, ölümünden çok kısa süre önce 1982’de yayımlanır. Türkçede 1991’de Murathan Mungan’ın yönettiği Remzi Kitabevinin “Çilek Kitaplar” dizisinde yayımlanıp aradan geçen yaklaşık otuz yılda yeniden basılmayan bu roman toplumsal meselelere en doğrudan odaklandığı yapıtıdır Cheever’ın. (Öykü kitapları da dahil, Türkçedeki ilk Cheever kitabıdır Sanki Cennetti Görünen.) Nasıl bir dönemde yaşanmış olayların anlatılacağı romanın başlarında şöyle verilir:

“Silikon yongalardan çok daha geniş bir bellek kapasitesi olan, bilgisayar üretiminde devrim yaratan serbikal yongaların ortaya çıkması, Sears’ın [romanın başkahramanı] birkaç kere Karpat dağlarındaki madenlere, Tuna vadisinde yeni bulunan cevher yataklarına gitmesini gerektirmişti. […] Sözünü ettiğim günler, otomasyonun, özellikle bankalarda, kuyruk ya da sıra dediğimiz şeyin varlığına ciddi biçimde meydan okuduğu günlerdi.” (s. 15)

1982 bir edebiyat yapıtında silikon yongalardan söz etmek için hayli erken. Burada bir başka parantez açmak istiyorum. Wapshot Kayıtları’nda Coverly’nin yaptığı işin fizik deneylerini bilgisayarlara yüklenecek şekilde simgelere ya da bantlara yüklenmesi olduğundan söz etmiştim. The Wapshot Scandal’da Betsey’in onu terk ettiği günlerde Coverly, Keats’in bir şiirini ikili sayılara dönüştürür ve arkadaşı Griza’nın yardımıyla bunu bilgisayara yükler. Amacı şiirdeki sözcükleri saymak ve sözcüklerin kullanım sıklığını bilgisayar marifetiyle görmektir. (Bugünün teknolojisi için hayli basit bir işlem, ama romanın 1964’te yayımlandığını unutmayalım.) Makine kendisinden istenenleri yerine getirir ve kullanım sıklığına göre sözcükleri sıralar. Bu sözcük öbeklerinin de bir şiir olduğunu düşünür Coverly, düpedüz uyaklıdır ortaya çıkan. Bundan yola çıkarak kâinatın oluşumunun altında sayısal bir harmoni olabileceği geçer aklından. “Coverly kendisini oluşmakta olan bir dünyanın yurttaşı, bir parçasıymış gibi hissetti. Hayat yeniliklerle doluydu, her yerde yenilikler vardı.” Ne var ki bu coşku uzun sürmez, Cameron’a yakalanırlar. Cameron şiirin içinden çıkan sayısal şiirle ilgilenmez, ama bambaşka bir nedenle Coverly’yi yanına alır. Önce genç adamın şiire duyduğu ilginin buna neden olduğunu söyler, sonra esas nedeni açıklar. “Sen bir mankafasın. Biliyorum. Bu yüzden seni istiyorum. Bugünlerde mankafa bulmak çok zor.”

Bu “teknolojik” parantezi kapatıp yeniden Sanki Cennetti Görünen’e dönelim. Romanın girişinde, “Yaşlı ama elden ayaktan düşmemiş” şeklinde tanıtılan Sears kurutulup hurdalık yapılan Beasley Gölü’nü kurtarmaya azmetmiş varlıklı bir iş insanıdır, bir bilgisayar firmasında üst düzey yöneticidir. Kışları donduğunda paten yaptığı gölün kurutulduğunu, buraya bırakılan hurda ve molozların toprağı ve yeraltı sularını zehirlediğini öğrenince bununla mücadele etmeye karar vermiştir. Sears, o sıralarda Renée isminde, otuz beş kırk yaşlarında, oldukça çekici bir kadına âşıktır ve onunla gelgitli bir ilişki yaşamaktadır. Romanda bir yandan Sears’ın ve onun gibi duyarlı birkaç kişinin kurutulan gölün yeniden canlandırılması için verdikleri mücadele, bir yandan da adamın aşk dünyası aktarılır.

Göl rant için kurutulmuştur, görünüşteki neden buraya “unutulmuş şehitler adına bir anıt dikmektir.” Nitekim gölün çevresindeki arazi de Gaziler Derneği tarafından satın alınmıştır. (Ne kadar tanıdık, ne kadar!) Oysa buraya moloz ve hurda dökülmekte, bunları getirenlerden para alınmaktadır – mesele ranttır. Belediye başkanının gölün akıbetinin tartışıldığı toplantıdaki sözleri de aktarmamak olmaz. Bunlar da pek tanıdık!

“Beasley Gölü, Amerikan ulusunun benimsediği görüşlerin ana damarı gibidir. İnsan yaradılışına uygundur. […] Beasley Gölü’yle çevresinin iyileştirilmesi çalışmaları, bu büyük ulusun ekonomisini, hatta kişiliğini karakterize eden serbest girişim anlayışının güzel bir örneğidir.” (s. 97)

Cheever artık bu son romanında sözü dikine söyleme yanlısıdır. Sears’ın anlaştığı çevreci avukat trafik kazası süsü verilerek öldürülür mesela – avukatı toplantıda Belediye Başkanı “komünist uşağı bir çevreci” diye tanımlamıştır! Bu kısa romanda nasıl olduğunu uzun boylu anlatmaya gerek yok, ama göl mücadelesini Sears ve yanındakiler kazanırlar. Göl mücadelesinin kazanılmasından söz ederken Cheever bir toplumsal çimdik atmadan duramaz.

“Beasley Gölü’nün doldurulmasına son verildiğini öğrenir öğrenmez Beasley Vakfı’nı kurmaya girişti. […] Vakfın finansmanını, Kompüter Konteyner Giriş Sistemleri şirketinin Cleveland şubesinin kaynakları sağladı, şirket de kısa zamanda büyük değer kazanan, vergiden muaf, kısa vadeli tahviller çıkarmaya başladı.” (s. 106)

Belirttim, romanda bir yandan da Sears’ın aşk hayatından enstantaneler aktarılır. Renée’yle ilişkisi anlamadığı şekilde sona erer, bu ilişkinin nasıl başladığı ya da bittiğinden çok Sears’ı şaşırtan, kendisini Renée’nin apartmanının kapıcısı Eduardo’yla ilişki içinde bulması olur. Bu yaşına dek yaşamadığı bir şeydir eşcinsel ilişki; iki kez evlenip boşanmıştır. Bir zamanlar o da banliyöde yaşamış, kokteyl partilere katılmıştır. Zamanın ruhunun göstergesi olan kokteyl parti bu romanda da başını uzatır satır arasından. İkinci evliliğinin sürdüğü yıllar şöyle tanımlanır:

“O toplumsal törenin henüz takvimlerden silinmediği kokteyl partilerin, akşam saatlerinin, uzayan gölgeler kadar ayrılmaz bir parçası olduğu yıllardır bunlar.” (s. 66)

Eşcinsel ilişkiden Cheever’ın erkek roman kahramanlarının çoğu uzak durmazlar. Farrangut da hapishanede ilk kez bir erkekle beraber olur, aşk da duyar öbür adama. Coverly’nin kafasının karıştığından söz etmiştim. Bunu bir tek babasına itiraf eder. Leander ona yazdığı yanıtta, “Yazar da masum sayılmaz ve hayatta böyle bir iddiası da olmamıştır,” diye yazar. Bullet Park’ta da Paul Hammer’ın hoşlandığı ya da kendisinden hoşlanan erkeklerden söz edilir. Gelgelelim, Cheever’ın bu adamları çok barışık gibi de değillerdir yaşadıkları ya da hissettikleriyle. Sears da onlardan biri gibidir başta, Eduardo’yla beraber olduktan sonra koşarak psikiyatriste gider. Doktor biraz baştan savarak Sears’ın erkek sevgilisinin nevrotik bir uydurma olduğunu söyler. Sears bunu kabul etmez, itiraz eder. Eduardo’nun, Sears’ın ve “birçok erkeğin tanımadığı yalnızlık türlerini anl[adığını], anlayış göster[diğini]” söyler. Sonrasında da Eduardo’yla beraber haftasonu tatiline balık tutmaya giderler –“Birlikte yapabileceğimiz başka bir şey daha bulmalıyız,” der. (Avlanmaya gittikleri gölde de balık kalmamıştır kirlilikten ötürü.)

Cheever’ın adamları içinde Sears, sanırım cinselliğiyle en barışık olanıdır. İlerlemiş sayılacak yaşında “aşk arayışıyla içme suyu arayışı arasında bir benzerlik bulmuş olmanın verdiği heyecan[ı]” duyarak konuşur gölün nasıl kurtarıldığını anlatırken, o anda “Beasley Gölü’ndeki suyun temizliği, kösnüllüğünden ötürü büyük bir kirlilik içinde bulunduğu inancını bilincinden silmiş gibi[dir].” Kösnüllüğe vurgu yapar Cheever bu noktada, kadına ya da erkeğe yönelik olması fark etmiyordur. Nitekim peşinden Renée’yle yanında uyandığı bir sabahı hatırlayacaktır Sears.

“Gök dupduruydu o sabah. Belki hâlâ bir-iki yıldız da vardı ama o göremiyordu. Yıldızları düşünmek, yüreğindeki duyguları güçlendirdi. Onun duygulandıran, çevremizdeki dünyaları, eksik ve kusurlu bilgiler de olsa, evrenin yapısıyla ilgili bir şeyler bildiğimizi, bu dünyaların, geçmişimizin ve geleceğimizin parçacıklarını kapsadığını hissetmesiydi. Bu gezegende yaşıyor olmanın uyandırdığı o çok güçlü duygu. Evrenin sınırsızlığı içinde, bize tanınan zengin fırsatların eşsizliğini bilmenin verdiği güçlü duygu. O sabah tattığı duygu, bu gezegende yaşamanın ve kendimizi sevgiyle yenilememizin eşi bulunmaz bir ayrıcalık, bir lütuf olduğu duygusuydu. Sanki cennetti görünen! Bir cennet gibiydi dünya.” (s 109-110)

 • 


[1] “Foreword”, The Wapshot Scandal, John Cheever, Vintage Classics, 2009, 356 s.

[2] “Cheever’ın Öyküleri: Yatay ve Dikey Mutsuzluklar”, Behçet Çelik, Sarnıç Öykü, Mayıs-Haziran 2014

[3] Yüzücü, John Cheever, çev: Tomris Uyar, Everest Yayınları, 2011

[4] “The Paris Review Söyleşisi”, Anette Grant, çev: Özge Sözeri, Sarnıç Öykü, Mayıs-Haziran 2014.

 

GİRİŞ RESMİ:


John Cheever (1912 - 1982), New York'taki evinde, daktilosunun başında. 1979.