Bu dansı biz başlattık...

"Her birimizin kader iplerinin bir diğerimizin ellerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu ilk kez hissediyoruz, yaşıyoruz. Bu derece boğucu bir duyguyu hiç deneyimlememiştik. Aslında işlerin hep böyle yürüdüğünü görmemiz için bu denli açık bir deneyime ihtiyacımız varmış anlaşılan – mış demek için henüz erken belki, pek duruma aydığımız söylenemez."

30 Mart 2020 09:42

“Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar; burası ölünecek yer desem daha doğru. Sokağa çıktım. Gördüğüm şey: hastaneler. Bir adam gördüm, sallandı ve yıkıldı.”

Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları

Biz bu duyguyu tanımıyoruz. Aklımızın alması, neyin nasıl oluverdiğini kavraması zaman aldı. Fakat neler olduğunu anlamış olmamız, ruhen pek de bir şey ifade etmiyor. İlk tepkilerimiz tipikti; haberleri takip etmek ve hafiften korunmalı halde de olsa gündelik hayatımıza devam çabası... Sonra yavaş yavaş işler ciddiye bindikçe adım adım geri çekilmeye başladık. Şimdi ise artık evlerimize kapanmış durumdayız. Sıfır sosyalleşmekten başka çaremizin kalmadığı bir durumu tanımıyoruz; bunu ne kadar kabullenebileceğimiz ise belirsiz. Umudumuzu yitirmemek için durmadan biliminsanlarının ağzına bakıyoruz: aşı bulundu mu, virüs mutasyon geçirdi mi, koku almaya devam ediyorum, yine de taşıyor olabilir miyim?!

Bugünlerin elbet geçeceğine, bu virüs belasına elbet bir çare üreteceğimize dair ümidimizi yitirmek istemiyoruz. Tarihimiz boyunca yaşadığımız en büyük pandemilerden birine şahitlik etmenin ötesinde buna hep beraber maruz kalıyoruz. Bugüne kadar, kişisel yaşamlarımız boyunca birçok salgına şahitlik ettik; HIV, SARS, ebola, vs... Hiçbiri dünya nüfusunun yüzde 90’ına erişme riskine ulaşmamıştı; bir çaresini, en azından çıkış yolunu bulmuştuk. Elbet buna da bulacağız...

“Zaman içinde yaşıyoruz –zaman bizi tutuyor ve kalıba döküyor– ama ben bunu çok iyi anladığımı asla hissedememişimdir. Zamanın nasıl bükülüp karşıt doğrultuda aktığı ya da bir başka yerde paralel versiyonlar halinde var olabildiğine ilişkin şu kuramlardan söz ediyor da değilim.”

Julian Barnes’ın Bir Son Duygusu’nda bize bu içinden geçmekte olduğumuz “son duygusu”ndan hiç bahsedilmez. [1] Kişisel tarihimizi yeniden kurmakla zerre alakadar olunamayacak bir dönemeçteyiz.

Her birimizin kader iplerinin bir diğerimizin ellerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu ilk kez hissediyoruz, yaşıyoruz. Bu derece boğucu bir duyguyu hiç deneyimlememiştik. Aslında işlerin hep böyle yürüdüğünü görmemiz için bu denli açık bir deneyime ihtiyacımız varmış anlaşılan – mış demek için henüz erken belki, pek duruma aydığımız söylenemez.

Milyar yıllık yoldaşlarımız

Neler olup bittiğini kavramaya çalıştığımız kaotik bir hikâyenin içerisindeyiz. Bir hikâyeyi anlamak için hiç bu kadar bilime muhtaç olmamıştık; üstelik bilimkurgudan eser yok. Ortaokul yıllarından bildiğimiz, mikroskobik canlılardan biri tüm dünyamızı altüst etmekte. Yüceler yücesi insanlık, beyin sahibi olmayan mikroskobik şey’lerin karşısında biçare kalmış durumda. Oysa bu şey’ler bizden önce de vardı, onların bireşimleriyle de bizler oluşmuştuk. Büyük resmin içinde kendi hikâyesine kapanan tür bizdik; onlar bizi hiç terk etmedi, hikâyenin dışına atmadı.

Dorothy H. Crawford’ın isabetli adlandırmasıyla, aslında hep Ölümcül Yakınlıklar içerisinde yaşadık, yaşamaktayız. [2] Mikroplar Tarihimizi Nasıl Şekillendirdi? altbaşlığını taşıyan bu kitapta Crawford, uzman olmayanların da rahatlıkla mevzuyu kavrayabileceği bir açıklıkla tarih boyunca mikroskobik canlılarla birlikte yaşamımızın, evrimimizin, tarihimizin nasıl yönlendiğini tüm açıklığıyla anlatıyor:

“Mikroplar Dünya gezegeninde evrimleşen ilk canlı formlarıydı ve bugün sayıları diğer bütün organizmalardan çok daha fazla” (s. 206).

Bundan 4 milyar yıl kadar önce dünyanın soğumasıyla birlikte su sıvılaştı ve dünyanın üzerinde hayat belirmeye başladı; muhtemelen de “toprağın derinliklerindeki kayaların içindeki mikroplarla” (s. 22). Bu arkadaşlar yavaş yavaş dünyaya ayak uydurdular; zaman içinde kendi çaplarında daha karmaşık hale gelmeye başladılar. Fakat işte 3 milyar yıl boyunca ağırdan ilerleyen hikâyeleri, onlar için zehirli olan oksijenden enerji üretmeyi becerdiklerinde değişti ve her şey o andan sonra başladı.

Bugün bizleri mümkün kılan yaşam ortamı gelişmeye başladı böylece. Bu nedenle “gezegenimizin istikrarının devamını sağlayan kimyasal işlemler için de serbest yaşayan bakterilere hâlâ muhtacız” (s. 23). Yani düpedüz asıl patron onlar! Bugün dünya üzerindeki tüm hayvan biyokütlesinin “25 katı” biyokütleye sahipler! “Bunlar soluduğumuz havada, içtiğimiz suda ve yediğimiz yiyeceklerde mevcuttur; öldüğümüzde bizi parçalara ayırırlar” (s. 24). Hepimiz, vücutlarımızda 1 kilo mikropla hayatımızı sürdürüyoruz; 1 kilo mikrop, hücrelerimizin 10 katı demek! Neyse ki milyonlarca türdeki mikropların sadece küçük bir yüzdesi insanda hastalığa neden oluyor (s. 27). Ki bu da bize yetiyor...

Bizler hancı, onlar yolcu

Hastalığa neden olan mikroplar, bizi bir “konakçı” olarak kullanıyor. Hemen öyle çat diye öldürmüyor, bu onun da işine gelmez; çünkü kendisi de hemen ölüverir. Önce konakçısında çoğalıyor, sonra bizim başkalarına onları bulaştırmamızı sağlıyor ve böylece yayılmaya devam edebiliyor. Biz duruma ayana kadar iş işten geçiveriyor; o nedenle de “mikroplar genelde bu mücadelede insanlardan bir adım önde” (s. 27).

100.000 yıl kadar önce avcı-toplayıcı atalarımız, kendinden çok büyük ve güçlü hayvanları, yaptıkları aletlerle ve geliştirdikleri stratejilerle “av” haline getirerek dünyadaki besin zincirinin en üst seviyesine çıktılar. O dönemlerde “salgın” hastalıklar pek gelişemiyordu; çünkü hem insanların sayısı azdı hem de birbirlerinden çok uzakta yaşıyorlardı, aralarındaki irtibat gevşekti. Yaklaşık 10.000 yıl kadar önce düzenli tarıma geçmemizle birlikte bu mikroorganizmaların sahasında sabit yaşayanlarımızın sayısı arttı, alanda genişledik, sığamayınca parçalanıp daha da geniş alanlara yayıldık, yayılan gruplar arasındaki ilişkiler daha sıkı hale geldi ve böylece de salgınların tarihi başlamış oldu.

Ormanları yakıp yıkarak tarım arazisi haline getirerek farkında olmadan bir parazit türünün neredeyse sonuna neden oluyorduk ki kurtuluşu mutasyonda bulan bu parazit, davetsiz misafirleri sıtma hastalığıyla karşıladı. Kuduz, tetanoz, kabakulak, difteri, boğmaca gibi birçok hastalıkla böylece tanıştık. Ancak üstesinden gelmemiz her zaman mümkün olmadı tabii:

“Çoğu uzman, avcı-toplayıcıların Orta Afrika’nın çeçe sineği kuşağında uzun süre hayatta kalmış olamayacağını düşünüyor ve 50.000 ila 100.000 yıl önce Afrika’dan Avrupa ve Asya’ya göç hareketinin uyku hastalığının neden olduğu sorunların sonucunda başlamış olabileceğine işaret ediyor” (s. 55).

Böylece insanoğlu diğer kıtalardaki ormanları da yakmaya, büyük otçullar başta olmak üzere hayvanların soylarını tüketmeye başladı ve adım adım tüm dünyayı 'hâkimiyeti altına' aldı.

Binlerce yıldır süren bu ilişkilenmelerimizin tarihini genlerimizde bugün hâlâ taşımaktayız. Bu sayede avcı-toplayıcı atalarımızın kuvvetle muhtemel suçiçeği çıkardıklarını, uçuklarının, siğillerinin olduğunu bilebiliyoruz. Yaşadığımız “saldırı”ların izlerini hem taşıyoruz hem onların etkisiyle yaşıyoruz. Normal şartlarda zaman içinde bağışıklık geliştirmemiz ve ortadan kalkmış olması gereken talasemi hastalığının sıtmadan ölmemizi engellediği için devam etmesi gibi mesela.

Tüm evrimimiz boyunca birlikte yaşadığımız “Bu minik yaratıklar vücutlarımızı sömürgeleştirerek evrimimizi derinden etkilemiş, çok sayıda atamızın ölümüne neden olan salgın hastalıklara yol açarak tarihimizi şekillendirmiştir” (s. 11). Biz insanlar ilk mikrobu henüz 150 yıl kadar önce keşfedebilmiş olsak da, binlerce yıl içerisinde muazzam bir dünya sistemi kurmuş olsak da bugün hâlâ yılda ortalama 14 milyon kişinin ölümüne neden oluyorlar. Geri kalanımızın da yaşamında önemli görevler üstlenmeye devam ediyorlar. Bu organizmaların “hiçbirinin beyni yoktur” ve bu aralar zannettiğimiz gibi hiçbiri “kasıtlı olarak kötülük yapma becerisi”ne de sahip değiller (s 12).

Fakat bizden kat be kat daha hızlı dönüşme becerisine sahipler:

“Kuşaktan kuşağa geçiş dönemleri uzun olduğu için insanlarla diğer hayvanlarda evrimsel değişim yavaş seyreder, ama çok hızlı üreyen ve DNA tarama sistemi çok da verimli çalışmayan bakterilerde mutasyonlarla hızlı değişim, hayatlarının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Tek bir bakteri geni 104 ila 109 hücre bölünmesinden birinde mutasyona uğrar; hızlı bölünen bir bakteri kolonisinde binlerce mutant ortaya çıkar. Bu mutasyonlardan bazıları sonraki kuşaklara hayatta kalma avantajı sağlar ve bunlar hızla rakiplerini geçerek popülasyona hâkim olur” (s. 25).

Ayrıca aralarında gen takası yapmak gibi de bazı alışkanlıkları var bu cimcimelerin. Onlar oldukları gibi yaşarlarken, bizler onların habitatlarına selamsız bandosuyla daldığımız için onlar da bizim hayatlarımıza girmiş oldular. Kendi alanlarında yaşayan bu organizmalar doğa içerisindeki küçümen işlevlerinden belki de memnun haldelerdi. Fakat biz kimin bağına girdiğimizin henüz pek de bilincinde değiliz anlaşılan.  

Allahım, sen bilirsin halcağzım

İnsan türünün dünyanın neredeyse istisnasız her noktasını zapt etmeye çalışmasının bir sonucu olarak, adeta arı kovanına kendi kendimizi soktuğumuz için bunlar başımıza geliyor aslında:

“Bizler yeryüzünü denetimimiz altına almakla mikropların alanını işgal ettik ve doğal döngülerini bozduk, şimdi de bunun sonuçlarını yaşıyoruz” (s. 207).

Elbette atalarımız bunun farkında değillerdi, tanrıların onlara bir mesajı/cezası zannediyorlardı; göç edip başka yerlerdeki kovanları dağıtıyorlardı bu kez de. Bugün bizim sahip olmamız beklenen farkındalıktan onlarda eser yoktu elbette:

“Mısır mitolojisinde aslan başlı kadın figürüyle tasvir edilen tanrıça Sekhmet öfkelendiğinde bulaşıcı hastalıklara neden olur, yatışması için ona adaklar sunulur, kurbanlar kesilirdi” (s. 161).

Yahut çiçek hastalığı için Çin’de tanrıça T’ou Shen’e, Hindistan’da Shitala’ya dualar edilir, adaklar adanırdı (s. 165). Bugün dünyadaki din adamlarının Covid-19 karşısındaki tutumlarından pek farkı yok sanırım...

Soldan sağa Sekhmet, T’ou Shen, Shitala

Yunan kültürünün altın çağını sona erdiren Atina Vebası, Roma’nın başkentinin Konstantinopolis’e taşınmasına neden olan Antonine Vebası, efsanevi Kara Ölüm gibi birçok salgın olayı tarihimizi derinden etkiledi. Hastalıktan ölen hükümdarlar, karantina günlerinde üretilen sanat eserleri... Ölümcül Yakınlıklar’ın tarihsel arkaplana odaklandığı özellikle orta kısmını kaşına kaşına, kurtlanmadan okumak neredeyse imkânsız. Dönem eserlerini bir kez de bu bilgilerle gözden geçirmek istiyor insan...

Bugünlerde sosyal medyada çokça paylaşılan bu eserlerin belki de en eğlencelilerinden biri şüphesiz, Giovanni Boccaccio’nun Decameron’u; veba anlatısıyla karşılar okurunu:

“Hastalar gün boyunca hastalığı sağlıklı insanlara bulaştırdıklarından, salgın hızla yayılıyordu; tıpkı yanı başındaki kuru, yağlı nesnelerle beslenen bir ateş gibi.” [3]

Üstelik yaklaşık yedi yüzyıl önceki karantina deneyimleri bizimkilerden çok da farklı değilmiş:

“Böylesine büyük bir tehlikeye karşı koyabilmek için, düzenli yaşamak, her türlü aşırılıktan kaçınmak gerektiğini öne sürenler oluyordu. Bunlar bir araya gelip, başkalarıyla ilişkilerini kesiyorlardı. İçinde hiç hasta bulunmayan, daha rahat yaşanabilecek evlere kapanıyor, lezzetli yemekler yiyor, iyi şaraplar içiyor, eğlencenin her türlüsünden kaçınıyorlardı; kimsenin kendileriyle konuşmasına izin vermiyor, ölüm ve hastalık konusunda dışarıdan gelebilecek haberlere kulaklarını tıkıyor, müzik dinlemekle, ellerinin altında ne varsa onunla yetiniyorlardı. [../.] İnsanlar yaşamak umudunu yitiriyordu, canından da, malından mülkünden de bezmeyen kalmamıştı.”[4]

Ölümcül Yakınlıklar bir yandan bu tarihsel olayların biyolojik temellerini ortaya koyarken, bir yandan da bilimin safsatalar, hurafeler karşısındaki mücadelesini de takip etmemizi sağlıyor. Evet, artık özellikle son yüzyılda salgınlar tarihte okuduklarımız kadar kökten etkilemiyordu tarihimizi ama işte, muhtemelen onlardan birini canlı canlı deneyimlemekteyiz.

Bu daha başlangıç olabilir

Üstelik kitap boyunca bu güzel hikâyelerin yanında tadına doyulmaz sürprizler beklediğimizin habercisi bilgiler de yer alıyor. Bunlardan biri örneğin; vebanın tarih sayfalarında kaldığını sanıyoruz. Oysa Albert Camus, şimdilerde yeniden satış rekoru kıran Veba romanının kapanışında bunu yıllar önce kulaklarımıza fısıldamıştı, hatırlayalım:

“Gerçekten de, kentten yükselen sarhoşluk çığlıklarını dinlerken Rieux bu hafifleme duygusunun hep tehdit altında olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu neşe içindeki kalabalığın, kitaplardan da öğrenilebileceği gibi, veba mikrobunun hiçbir zaman ölmediği ya da yok olmadığından, yıllarca mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya daldığından, odalarda, mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde ve kâğıtlarda beklediğinden ve belki bir gün, insanların bir mutsuzluk yaşaması ya da bir şeyler öğrenmesi için vebanın kendi farelerini uyandırıp mutlu bir kente ölmeye yollayabileceğinden haberi olmadığını biliyordu Rieux.” [5]

Ölümcül Yakınlıklar’da Crawford ise dünyamızda birkaç “veba odağı”nın hâlâ var olduğunun altını bir kez daha çiziyor:

“... potansiyel veba taşıyıcısı olan elliden fazla kemirgen türüne evsahipliği yapan ABD’de mikrop dolaşımını hâlâ sürdürüyor” (s. 98).

Kanada’dan Meksika’ya uzanan bir alanda, fırsat kollamaya devam ediyor...

Daha bunun dışında, henüz adlarını duymadığımız birçok virüsle birlikte bu dünyada yaşıyoruz...

“Mikroplar küresel toplumumuzdan faydalanmanın yolunu hemen bulabiliyorken, bizler onları denetim altına alacak küresel çözümler bulmaktan henüz uzağız” (s. 205).

Üstelik atalarımızın, dedelerimizin yaşadığı gibi aylarca yürüyerek veya haftalarca trenlerle değil, saatler içerisinde dünyanın bir ucundan öteki ucuna uçarak bu virüsleri yayıyoruz. Vahşi hayvan eti ve canlı vahşi hayvan ticareti yoluyla, tropik yağmur ormanlarını kesmeye devam ederek ölümcül mikropları, virüsleri kendi elimizle dolaşıma sokuyoruz.

Üstelik bu dansı biz başlattık ve daha önce defalarca ettik:

“Yoksa vücudumuzu yaşama bağlayan zincirlerin başkalarının zincirlerinden daha güçlü olduğuna inanıyor, hiçbir gücün bize saldırmayacağını mı sanıyoruz? Yanlış yapıyor, kendimizi kandırıyoruz. Böyle düşünmek çılgınlık. Kaç genç kadın, kaç genç erkeğin amansız hastalığa kurban gittiğini anımsarsak, demek istediklerim daha iyi anlaşılır. Gururumuz yüzünden ölümün pençesine düşecek olursak, ne yaparsak yapalım kurtaramayız kendimizi.” [6]

Uygarlığımızın geldiği nokta, mikroskobik arkadaşlarımıza da hayal edemeyecekleri imkânlar sağlıyor artık. Bu “ölüm dansı”nda bizden çok daha kıvrak ve deneyimli olduklarına şüphe yok. Nerde bir kabile içerisinde tükenip gitmek, nerde tüm dünya nüfusuyla tanışma şansı!


[1] Julian Barnes, Bir Son Duygusu, çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı Yayınları, 2013, s. 8.

[2] Dorothy H. Crawford, Ölümcül Yakınlıklar—Mikroplar Tarihimizi Nasıl Şekillendirdi?, Çev.: Gürol Koca, Metis Yayınları, 2019. (Yazı boyunca bu kitaptan yapılan alıntılar, sayfa numarasıyla yazının içinde belirtilmektedir.)

[3] Giovanni Boccaccio, Decameron, çev. Rekin Teksoy, Oğlak Yayınları, Cilt 1, s. 27.

[4] Boccacio, Decameron, s. 28.

[5] Albert Camus, Veba, çev. Nevdet Tanyolaç Öztokat, Can Yayınları, 2018, 34. baskı, s. 303.

[6] Boccacio, Decameron­,, s. 36.

 

GİRİŞ RESMİ:


Geç Ortaçağda ölümün evrenselliği için çok yaygın bir alegori olan Danse Macabre (ölüm dansı) örneği: 18. yüzyıldan kalma, ressamı bilinmeyen bir Alman tablosundan ayrıntı. Farklı sosyal statüdeki dokuz kadın ölülerle dans ediyorlar. Tablonun tamamında Papa'dan imparatora, tacirden deliye farklı figürler ölümle danstayken görülüyorlar. Ayrıca cennet cehennem, çarmıha gerilme, cennetten kovulma gibi dini sahneler de resmedilmiş. Kaynak: Wikimedia.org