Bildiğimiz şeylerin sonuna geldik: Karantinaya özel epidemi, pandemi ve apokalips filmlerinden bir demet

"Birlik, beraberlik, kolonya ve sabuna her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde pijamalı bir apokalips provası yaparken virüs, pandemi ve apokalips konulu filmlere şöyle bir dönüp bakmak istedim."

29 Mart 2020 19:14

Birlik, beraberlik, kolonya ve sabuna her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde pijamalı bir apokalips provası yaparken virüs, pandemi ve apokalips konulu filmlere şöyle bir dönüp bakmak istedim. Ama önce koltuğumda şöyle bir esneyip gerineyim ve konuyu güzelce dağıtayım. Biraz şekerlenip olgunlaştıktan sonra güzelce toplarız...


Hair (Milos Forman, 1979)

Sıkı takipçisi olduğum Brother Kaypacha’nın “Pele Report” başlıklı haftalık videoları her ne kadar astroloji temelli görünse de çağımız insanlarını insanca düşünmeye sevk ediyor ve sadece evlerimizde, şehirlerimizde, ayrı ayrı ülkelerimizde değil aynı zamanda maviş tatlı küçük bir gezegende yaşayan komşular olduğumuzu; birbirimize bağlı kaderlerimizle aynı yolun yolcusu olduğumuzu hatırlatıyor. Ve Kaypacha abimiz uzun zamandır Hair (Milos Forman, 1979) filmindeki meşhur Age of Aquarius şarkısında anlatıldığı gibi Kova Çağı’nın gelmekte olduğunu ısrarla bizlere hatırlatıyor.

Dünyamızın biraz değişikliğe ihtiyacı olduğu konusunda çoğumuz hemfikiriz. Dünyanın bu hale gelmesine nasıl izin verdiğimizi açıklayamadığımızdan, çocuklarımızın yüzüne utanç içinde bakıyoruz. Gelgelelim değişimin eşiğinde olduğumuz ortada ve gecenin en karanlık saati şafaktan önce olduğu gibi her doğumun da sancılı vakitleri var. Şimdi bu yoldan hep birlikte geçiyoruz. Kimilerimiz şanslıyız ve sahip olduklarımızın kıymetini biliyoruz, kimilerimizin ne kadar şanssız olduğunu, dünyanın acımasız adaletsizliğini tıpkı Parasite (Bong Joon Ho, 2019) filminin hunharca dikkat çektiği gibi nasıl da kolayca kanıksayabildiğimize hâlâ şaşıyoruz. Aldous Huxley’in Dahi ve Tanrıça / The Genius and the Goddess (1955) romanında genç bir bilim adamı Nobel ödüllü bir fizikçinin laboratuvar asistanı olarak Maartens ailesinin yanında yaşamaya başlar. Ünlü bilim adamının astım atakları başlangıçta genç asistanı dehşete düşürür ve ne yapacağını bilemez. Fakat gün geçtikçe durumu kanıksamaya başlar ve şöyle der: “Başkalarının astımına alışmanın böylesine kolay olması ne kadar da tuhaf…”

İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran birinci özelliği alet kullanmayı mümkün kılan bükülebilir başparmağıysa ikincisi de “başkalarının” acılarına bu denli kolayca alışıp kanıksayabilmesidir sanırım.

Buradan yola çıkarak Dünya_v01.exe hata veriyor diyebiliriz ama sorun dünyada değil, bizde. Neticede insanoğlu gezegenin yaradılışı sırasında ortalıklarda yoktu, ancak filmin ikinci yarısında ortaya çıktı. Dolayısıyla devam filminde yer almayabilir; hatta insanoğlunu devreden çıkardığımız anda gezegenin, doğanın, hayvanların dünyayı “geri alıp” her yeri sarmaşık, ağaç ve bitkilerin sarması, ceylanların ortalıkta koşturup aslanlardan kaçması çok da uzun sürmeyecektir.

Dünyaya bir de böyle bakın. Tersten diyemiyorum zira neye göre, kime göre?

Daniel Quinn’in İsmail: Bir Zihin ve Ruh Macerası / Call Me Ishmael (1992) adlı kitabında bir gorilin öğrencisine verdiği felsefe derslerine tanıklık ederiz. Goril öğretmenimiz insan öğrencisinden kendi türünün “yaradılış öyküsünü” anlatmasını ister. Kendini hiçbir dine mensup görmeyen öğrenci, “insan” türüne ait böyle bir ortak anlatı olmadığını söyler. Fakat çok geçmeden bu anlatının artık böyle bir “anlatı” olduğunu dahi bizlere unutturacak kadar derin bir seviyede hepimiz tarafından kanıksandığını fark eder. Hikâyede önce evren ve gezegenler oluşur, ardından denizde hayat başlar. Organizmalar gelişip karaya çıkarlar ve çeşitli kademelerden sonra nihayet “insan” çıkagelir. Sanki filmin baş kahramanı “o”ymuş gibi… Tıpkı Batı biliminin yarattığı dünya haritalarında Avrupa’nın daima üstte ve ortada yer alması gibi… Alternatif dünya haritalarında Afrika’nın üstte, Endonezya’nın ya da kutupların ortada olabileceği ihtimalini asla aklımıza getirmeyişimiz gibi, öylesine kanıksanmış bir Âdem-i merkeziyetçilik… Ki Havva’dan bahsetmiyorum bile… Âdem-i merkeziyetçilikte Havva’nın adı bile geçmiyor. Varsa yoksa Âdem. Rahmetli Duygu Asena boşuna dememiş “Kadının Adı Yok” diye.

Konuyu ve kafaları güzelce dağıttıktan sonra şimdi de toplayalım ve epidemik/apokaliptik filmlerimize geri dönelim. İnsanlık ölümcül bir virüsün tehdidi altındadır, olaylar gelişir. Zira senaryoda çatışma şarttır, yoksa Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’nda (1923) dediği gibi “mesut günlerin yazılacak nesi olur ki?”. Öncelikle aklıma gelen ve izlemeye değer bulduğum virüslü felaketli filmlerinin listesine bir göz atalım.

Perfect Sense (David Mackenzie, 2011)

The Happening (M. Night Shyamalan, 2008)

I Think We're Alone Now (Reed Morano, 2018)

Blindness (Fernando Meirelles, 2008)

Twelve Monkeys (Terry Gilliam, 1993)

Contagion (Steven Soderbergh, 2011)

Children of Men (Alfonso Cuarón, 2006)

Invasion of the Body Snatchers (Philip Kaufman, 1978)

Mask of the Red Death (Roger Corman, 1964)

The Day The Earth Stood Still (Robert Wise, 1951)

Bonus: (Tercih ettiğiniz herhangi bir zombi filmi)

Perfect Sense (David Mackenzie, 2011)

Bazı kitaplar vardır, dört beş yılda bir tekrar okumak istersiniz. Perfect Sense de benim zaman zaman geri döndüğüm eşsiz filmlerden biri. Ve sadece Eva Green yüzünden de değil!... Eva Green’e Ewan McGregor’ın eşlik ettiği filmde gezegenimiz kaynağı belirlenemeyen tuhaf bir salgınla çalkalanıyor. İnsanlar çılgınca hezeyanlar eşliğinde tüm duyularını birer birer kaybediyorlar. Önce koku, sonra tat alma, ardından işitme ve diğer duyuları yitirdikçe –tıpkı evlerimize kapanıp online eğitim, evden çalışma, yarım mesai çalışan kurumlar gibi yenilikleri deneyimleyen bizler gibi– mevcut koşullar karşısında yepyeni yaşam biçimleri geliştiriyor, adapte oluyorlar. Tat alma duygusunun yokluğunda keskin kokulu baharatlara yönelen restoranlar koku alma duygusu da yok olunca yemeklerin çıtır, yumuşak ya da akışkan dokularına, hatta seslerine önem vermeye başlıyorlar.

The Happening (M. Night Shyamalan, 2008)

İsmini bir türlü doğru telaffuz edemediğimiz yönetmenlerden M. Night Shyamalan’ın The Happening’inde ise Amerika’nın kuzeyinde bir “intihar salgını” baş gösteriyor. İnsanlar patır patır binalardan atlayıp kendilerini arabaların önüne atarken millet çoluğu çocuğu toplayıp tenha ve kırsal bölgelere kaçıyor. Televizyon kanallarında, haberlerde ise bunun bir “terörist saldırı” ya da “biyolojik savaş” olduğu söyleniyor. İsmail Goril’in dem vurduğu âdem-i merkeziyetçiliğin zirve noktası bu değil de nedir? Sürüngen beyinlerimize kazınan hayatta kalma güdüsü “öteki”nin “kötü” olduğu ve bize zarar vereceği korkusunu içimize işlemiş. Ancak takvimler 2020’yi gösteriyorsa insanlık tarihi boyunca biraz da kalplerimizin ve korkularımızın evrimleşmesini, en azından biraz olgunlaşmasını beklemez miydik? Biz bu gezegene oturmaya mı geldik? Nitekim filmde Mark Wahlberg’in canlandırdığı bilim tutkunu genç öğretmenimiz botanikçi dostlarının da yardımıyla salgının terörist bir biyo-saldırıdan değil, bilinmeyen nedenlerle tetiklenen bitkilerin salgıladığı kimyasallardan kaynaklandığını fark ediyor. Peki insancıklar, bitkileri neden tetikliyorsunuz? Hayvanları neden sinir ediyorsunuz? Onları et üretim fabrikalarında en ağır koşullarda ilaç ve ışık bombardımanına tutarken köftecikleri ve yarasa çorbalarını hapur hupur yediğinizde üstüne bir de faydalı olmasını mı bekliyorsunuz?.. Genç öğretmenimiz filmin başında öğrencilerine son zamanlarda milyonlarca bal arısının sebepsiz yere ortadan yok olduğunu açıkladıktan sonra onlara bilimi sevmelerini, hayatı daima bilimsel bakış açısıyla sorgulamalarını öneriyor. Fakat hemen ardından şunu da ekliyor, karşılaştığımız bazı olaylar sadece doğaya özgü fenomenlerdir ve onları hiçbir şekilde açıklayamayız.

I Think We're Alone Now (Reed Morano, 2018)

The Handmaid’s Tale’in yazarından I Think We’re Alone’da Game of Thrones’dan tanıdığımız Peter Dinklage, Elle Fanning ve Charlotte Gainsburg göz dolduruyor. Kıyametin çoktan olup bittiği, boş ve ıssız şehir sokaklarında geçen bu filmle ilgili söyleyeceğim ilk şey şu: Will Smith’li I am Legend’ı izleyeceğinize bunu izleyin. Kıyametten geriye kalan üç beş insan var, onların da haliyle keyfi kaçmış… Tek başınayken bile huysuzlukta sınır tanımayan kahramanımız “salgın hastalıkları önlemek için” üşenmeden bölge bölge evleri temizliyor ve ölüleri gömüyor. Ne var ki kıyamet sonrası yaşamını süper-ergenus bir genç kızımızla paylaşmak zorunda kalıyor. Filmden anlamamız gereken şu ki kıyametten sonra bile hayat müşterek… Dolayısıyla kiminle karantinaya gireceğinizi iyi seçmek gerekiyor. Hani bir Bienalimiz vardı, Tolstoy’dan ilhamla bizlere “İnsan neyle yaşar?” diye soran… İnsan insanla yaşar ve gülü seven dikenine katlanır. Gülü gerçekten sevmek, dikene katlanmayı kolaylaştırabileceği gibi gerçekten sevilen güllerde dikenler yok olmasa bile gitgide azalmaktadır…

Jose Saramago’nun romanından uyarlanan Blindness ise listedeki en zorlayıcı ve sert film olabilir. Julianne Moore, Mark Ruffalo ve Gael Garcia Bernal’in rol aldığı filmde aniden başlayan bir körlük salgını dünyayı tehdit ediyor. Korkuyla alınan ilk önlem elbette karantina. Ancak hiç kimsenin kör olma riskini göze almak istemediği kriz ve kaos koşullarında, karantina bölgesinde tamamıyla orman kanunları hâkim. Apokalips filmlerinde çoğu zaman şu noktaya geliyoruz: Bu dünyada iki türlü insan vardır, pırasa sevenler ve sevmeyenler – değil… iyiler ve kötüler. Tıpkı Wachowski kardeşlerin sinemaya aktardığı Bulut Atlası / Cloud Atlas’ta (2012) çağlar ve paralel evrenler boyunca anlatıldığı gibi: Bazı insanlar her koşulda iyidir, bazılarıysa zor koşullarda iyi olmaktan vazgeçer. Eğer en baştan kötülerse zor koşullarda hiç rastlamayın daha iyi…  Hani teyzeler der ya “Allah karşına iyi insanlar çıkarsın” diye. Bu durum zombi istilası, epidemi, pandemi ve kıyamet koşullarında daha da hayati bir önem kazanıyor.

Listedeki filmlerin geri kalanına baktığımızda da aslında hepsinde aynı temayı görüyoruz. “Bildiğimiz hayatın” sonra ermesi ve “bilmediğimiz şekliyle” yeniden başlaması. Kriz ve kaos koşullarında nasıl davranıyoruz? COVID-19’un en sıra dışı özelliklerinden biri –bildiğimiz kadarıyla– gençler için tehlike arz etmemesi. Dünya nüfusunun büyük kısmı için bu ölümcül bir tehdit anlamına gelmiyor. Ancak başkalarını korumak için kendimizi karantinaya alıyoruz. Kendinden başkaları için sorumluluk alma fikri aslında içinde yaşadığımız kapitalist düzenle kesinlikle bağdaşmıyor. Ya da karantina belirsizliğinde “her şeyi satın alıp depolayan insan tipi” aramızda yaşıyor diye biz de aynı şeyi yapmak zorunda mıyız? O zaman biz de onlar gibi zombiye dönüşmüş sayılmaz mıyız? Dolayısıyla COVID-19 deneyimini değerlendirirken gezegenimizin hem kendini şifalandırmak hem de “insanı” iyileştirmek, uyandırmak için bu yöntemi kendi içinde yarattığını düşünmeden edemiyoruz.

İngiliz yazar Saki’nin (Hector Hugh Munro, 1870-1916) "Bizans Omleti" adlı öyküsünde pek sosyalist, okumuş, kapitalizm karşıtı ve duyarlı geçinen Sophie-Chattel Monkheim hanımefendi son derece varlıklı ve misafirperver bir insan olarak Suriye Dükü’nü malikanesinde konuk etmektedir. Ancak konuğa özel hazırlanan Bizans Omleti bir türlü sofraya gelmez, zira omlet uzmanı Gaspard da dahil olmak üzere malikanedeki tüm hizmetçiler genel greve katılmıştır. Ev ahalisinden kimilerinin saçları yapılamadığından dağınık kalır, kimi tek başına giyinmeyi bile beceremez, hatta birileri Türk Hamamı’nda kilitli kalır. Hayatında ev işi yapmamış olan bu duyarlı insanlar, hizmet sektörünün yokluğunda beceriksiz küçük çocuklar gibi bir anda ortada kalırlar…

Bugüne gelirsek, bildiğimiz hayata mecburi bir ara verdiğimiz şu günlerde hepimiz bilmediğimiz yeni bir şeyler yaşıyoruz. Belki daha önce yapmadığımız şeyleri yapıyoruz, asla mümkün olmadığını sandığımız şeylerin mümkün olduğunu görüyoruz. Demek ki herkesin her gün işe gitmesine gerek kalmadan da iş yapılabiliyormuş! Ya da üç öğün yemeği, temizliği ve iş yüküyle evden çalışmak veya çocuk eğitmek gibi çooook kolay, hatta lunapark sandığımız bazı şeylerin o kadar da kolay olmadığını görüyoruz. Serbest çalışanların yan gelip yattığını düşünenler online mı? Çağımızın “meşguliyet ve verimlilik” miti ufalanarak kucağınızdaki kurabiye kırıntılarının arasına karışmadı mı? Eğer boş duracak vaktiniz varsa- ve bu vakti “verimli” kullanmadığınızda suçluluk duyuyorsanız elinizde ne varsa bırakmanızı ve hemen kanepeye uzanıp bir kez daha düşünmenizi tavsiye ederim. İşle güçle ve “önemli şeylerle” sürekli meşgul olmak, ölümüne verimli olmak bizi daha saygıdeğer, daha onurlu, daha mutlu, daha huzurlu insanlar yapmıyor. Sadece önceliklerimizi alt üst ederek bizi kendimizden, sevdiklerimizden ayırıyor. Hayatın bir “yapılacak işler listesi” olmadığını idrak etmek için işte hepimize bir fırsat!

Bildiğimiz şeylerin sonuna geldik mi onu henüz bilemiyoruz ama bilmediğimiz şeylerin başlangıcında olduğumuz kesin. Yaklaşık 15 yıldır evden çalışan biri olarak benim kendi küçük hayatımda fazla bir şey değişmedi, dolayısıyla henüz opera ve belgesel izleyenler katarına henüz katılamadım ama sizin vaktiniz varsa ve apokaliptik epidemik filmlerin sizi depresyona sürükleyeceğini düşünmüyorsanız buyurun izleyin. Son olarak, İdiokrasi ve Zombi filmleri arasında zarif bir bağ kurmayı size bırakıyorum ve diyorum ki: önlem almak her zaman iyidir.


Zombi istilasına karşı önlem.