Bilimdışı dünyalardan gerçek imkânlara

“Bilimkurgu romanları bilime izin veren, bilimsel bakımdan incelenebilecek dünyaları anlatır bize. Oysa Meillassoux, bilimdışı, bilime konu edilemeyecek özellikler gösteren dünyaların hikâyelerinin anlatılması için çağrıda bulunuyor; bu dünyalara dair bir anlatı imkânının görülebilmesi için felsefi engelleri ortadan kaldırıyor.”

31 Mart 2020 15:40

Quentin Meillassoux (Kanten Mey-yasu), 21. yüzyılın en hayranlık verici filozoflarından biri; projesinin bütününe baktığımızda, felsefe tarihi boyunca önemli bir figür olarak anılacak gibi duruyor. Türkiye’de az sayıdaki değerli çeviri girişimleri ve sayısı henüz sınırlı akademik veya bağımsız çalışmalarla biliniyor. Şubat 2020’de Yort Kitap tarafından yayımlanan Bilimkurgu ve Bilimdışı Kurmaca kitabını Osman Şişman çevirdi.

Meillassoux, bu kısa kitabında sık karşılaşmadığımız bir şey yapıyor: Bir filozof, edebiyatçılara çağrıda bulunuyor. Onları, bilimkurgu edebiyatı içinde örtülü kalmış bir imkânı, “bilimdışı” dünyalara dair bir kurmaca imkânını gerçekleştirmeye davet ediyor. Bu amaçla, böyle bir türün imkânının gözlerden uzak kalmasına neden olmuş düşünsel engelleri önce teşhir ediyor, sonra anlamsızlaştırıyor. Hemen söyleyelim; bilimdışı dünyalar derken kast ettiği “insanların hakikatle bilimsel bir ilişki kurmadığı (yahut henüz kurmadığı) dünyalar” değil. Yani deneysel/empirik bilimlerin henüz var olmadığı bilim-öncesi dünyaları kast etmiyor. Yaptığı ayrım tarihsel bir ayrım değil, ilkesel bir ayrım: “Bilimdışı dünyalar derken, deneysel bilimlerin prensipte mümkün olmadığı ve hakikaten bilinmediği dünyalardan bahsediyoruz." (s.13). Yani öyle dünyalar ki, oradaki “şeyler” bir bilimsel bilginin konusu olamayacak, bir nesne olarak sabitlenemeyecek özellikler gösteriyorlar. Bilimsel yöntemin ‘gözlem yapma, hipotez kurma, kanunlaştırma’ gibi adımlarına yol vermeyen özellikler. Böyle dünyalar, yani doğa bilimlerinin bir nesnesi haline getirilemeyecek dünyalar nedir, neye benzerler, oralarda yaşam nasıldır? Bilimkurgu türünün içinde bu sorulara yanıt veren, böyle dünyaları anlatan bir eser kolay kolay karşımıza çıkmaz; Meillassoux’nun deyimiyle bilimkurgu romanları ne kadar fantastik dünyalar hayal etseler de bu dünyalarda “tanınmayacak halde bile olsa, her zaman bilim mevcut olacaktır” (s. 13). Yani bilimkurgu romanları bilime izin veren, bilimsel bakımdan incelenebilecek dünyaları anlatır bize. Oysa Meillassoux, bilimdışı, bilime konu edilemeyecek özellikler gösteren dünyaların hikâyelerinin anlatılması için çağrıda bulunuyor; bu dünyalara dair bir anlatı imkânının görülebilmesi için felsefi engelleri ortadan kaldırıyor. Ve kendi varlık görüşüyle, böyle dünyaların ham hayal değil aslında gerçek imkânlar olduğunu ortaya koyuyor.

Tuhaf, ne istediği hemen anlaşılmayan, hatta sağduyu dışı bir çağrı bu: Bilime konu edilemeyecek dünyalar ne demek? İnsanlık şu sıralar fikir kıtlığı çekerken zorlama çıkışlarla heyecan yaratmaya çalışan bir eksantrikle mi karşı karşıyayız? Tarihin bilinçdışından fırlamış dinsel fanatizmler dehşet saçmaya devam ederken bilimin dışından bahsetmek, biraz şüphe uyandırmıyor mu? Ayrıca bahsettiği bu bilimdışı dünyalar, mesela, gezegenlerin düz olabildiği dünyalar mı? Yoksa Meillassoux bir düz dünyacı mı?

Hayır, düz dünyacılara Fransa’dan felsefi destek gelmiş değil. Meillassoux, düz dünyacılığı savunmuyor; ama düz dünyalara da olur verebilecek ve hatta onlardan daha “fantastik” şeylerin ve olayların meydana gelebileceği bir varlık görüşüne sahip. Eğer Meillassoux’ya düz, dikdörtgen prizma, yamuk ve türlü şekillerde gezegenleri olan dünyalar/evrenler mümkün müdür diye sorulsaydı, evet ‘neden olmasın’ diye cevap verirdi ve böyle dünyaların bilimdışı olmak durumunda olmadığını, bilimdışı derken daha farklı bir şey anladığını eklerdi. Zira düz olmalarına rağmen aralarındaki ilişkiler belirli yasalar tarafından yönetildiği sürece, içinde bu gezegenlerin olduğu bir dünya/evren gayet bilime uygun olabilirdi. Sadece küremsi gezegenlerin olduğu evrenlerin bilime izin verebileceğini sanmak düz dünyacılığın bir “üst versiyonu” olarak bile görülebilir.

Herhangi bir dünyada/evrende bilim yapılabilmesinin asgari şartlarından biri, özdeş sebeplerin özdeş etkilerde bulunmasıdır. Eğer A olayı bazen B ile bazen C ile, hatta bazen B ve C ile sonuçlanıyorsa A, B ve C arasındaki fiziksel ilişkileri tarif eden bir yasallığa ulaşamayız. Meillassoux bilimin ilkesel olarak mümkün olmadığı dünyalar derken bu tür asgari şartlara elvermeyen dünyaları kast ediyor. Mesela bir atın su içtiğinde kanatlanabildiği ve yine aynı atın başka bir zaman aynı suyu içerek boynuz çıkardığı dünyalardan bahsediyoruz; yani atın bünyesi ile su kimyasalı arasındaki etkileşimin sabit (veya olasılık hesabına elverişli) sonuçlar vermediği dünyalar. Kuşkusuz bu bir örnek, “at”ın ve “su”yun aynı kaldığını varsayıyor; isteyen, laboratuvarlarda yapılan aynı deneylerin çok farklı sonuçlar verdiği dünyalar olarak da hayal edebilir.

Altını tekrar tekrar çizmekte fayda var, Meillassoux için bu ve benzeri dünyalar bir “düşünce deneyi”nin masumiyeti içinde serbestçe ortaya konmuş ihtimallerden ibaret değil. Bu ihtimaller onun varlık görüşü açısından varlığın gerçek imkânlarıdır. Meillassoux’nun ortaya koyduğu varlık görüşü en fantastik dünyaları rasyonalitenin sınırları içinde görmeye el veren bir bakış sunuyor. Bu bakışını Après la Finitude (“Sonluluğun Sonrası”) adlı eserinde ortaya koydu (Çevirmiş bulunduğum bu eser, yakında Devrim Çetinkasap’ın editörlüğünde İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanacak). Ve ortaya koyduğu varlık görüşünün sağduyu açısından “saçma” görülebileceğinin farkında. Meillassoux, kendisine itiraz edeceklerin ağızlarını yansılayarak şöyle söylüyor kitabında:

“Filozofların şu veya bu zamanda ciddi ciddi savunmadığı tek bir saçmalığın kalmadığı vecizesi malumdur. Bu vecizenin yanlış olduğunun kanıtı, diye uyarabilir bizi eleştirmenimiz şefkatle, kimsenin savunmadığı bir fikrin daha kaldığıdır; onu da biz bulmuşuzdur.”

Meillassoux’nun Bilimkurgu ve Bilimdışı Kurmaca kitabındaki çağrısının kendi felsefi projesinin anlaşılabilmesi için ayrıca bir önemi vardır. Bilimdışı dünyalara dair edebi anlatıların kurulması sadece yeni bir türün gelişmesine neden olmayacaktır; ayrıca Meillassoux sağduyuyla, gündelik deneyimlerimizle asla desteklenmeyen felsefi bakışını insanlar için hissileştirebilecek, anlaşılabilir kılacaktır. Öyleyse Bilimkurgu ve Bilimdışı Kurmaca adlı kitapta, hem bilimkurgu yazarlarının yaratım yapabilecekleri ayrı bir alan gün yüzüne çıkarılıyor; hem de gerçekliğin bize ve gündelik dünya deneyimimize göre değil de mutlak ve “tuhaf” halini ortaya koyan bir filozofun söyledikleri anlaşılır kılınmaya çalışılıyor. Sonuç olarak Meillassoux’nun temel felsefi projesinin verdiği bir meyveyle karşı karşıyayız; ve bu öyle bir meyvedir ki eğer onu koparıp yiyenler olursa gövdeyi de besleyebileceklerdir.

Bilimkurgu ve Bilimdışı Kurmaca kitabı kendi içinde bütünlüklü bir kitap; kendi meramını başka bir kaynağa gerek kalmadan anlatabiliyor. Fakat bu, Meillassoux’nun Türkçe yayımlanan ilk kitabı; dolayısıyla, bu meyveyi veren düşünce gövdesini biraz tanıtmak ve böylece aralarındaki bütünlüğe değinmek faydalı olabilir.

Meillassoux’yu hayranlık verici kılan, felsefede yapmaya çalıştığı şeyin daha önce pek denenmemiş olması. Fransız filozofumuz, materyalist/maddeci bir mutlak anlayışı ortaya koymaya çalışıyor. Bunun için, örneğin, deneysel bilimlerin insana “göreli” beyanlarda bulunmadığını, özellikle matematiğe dayalı olarak beyan ettiklerinin mutlak (insana göreli olmayan) bilgiler olduğunu öne sürüyor; bu doğrultuda ispatlar yapıyor.

Meillassoux’nun gerçekliğin kendisinin, mutlak olanın bilinebilirliğini göstermeye yönelik bu girişiminin tamamen anti-Kantçı olduğu, Alain Badiou’nun Sonluluğun Sonrası’na yazdığı önsözdeki deyimiyle bir “Eleştirinin eleştirisi” olduğu hemen göze çarpar. Kant’ın transandantal felsefesine göre insan, kendine has koşullarına göre dünyayı deneyimlemektedir. Bu zihinsel koşullarına göre kesip/biçip/diktiği kadarıyla dünyayı bilebilmektedir; bu koşulların dışını, “kendinde şey”i bilememektedir. Kant’a göre insanın çevresini deneyimlerken içinde bulunduğu bu koşullar, saf ve evrensel koşullardı (saf uzay ve zaman görüsü ve saf kavramlar); yani empirik değillerdi ve bütün insanlara ortak zorunlu koşullardı. Bu ortaklık sayesinde, kendinde gerçeklik bilinemese bile, tüm insanların üzerinde anlaşabileceği evrensel bilimler mümkün olabilir, dolayısıyla bir ortak gerçeklik inşa edilebilirdi.

Kant sonrası felsefe dünyası, tüm insanlar için ortak ve zorunlu “saf koşullar”ın olmadığını söyleyerek Kant’ı eleştirdi; ama çok büyük bir kısmı bir konuda hep “Kantçı” kaldı: İnsan, ancak kendi koşullarına göre dünyayı deneyimleyebilir/bilebilir. Bu kimisi için tarihle ilgili koşullardı; kimisi için dille, kimisi için psikolojik veya biyolojik olanla, kimisi için “dünyada olmakla,” vb. Hangisi öne çıkarılırsa çıkarılsın; şurası hepsi için açıktı: İnsan gerçekliğin kendisini “mutlak” olarak bilemez; sadece kendi koşullarına “göre” bilebilir.

Meillassoux, Kant sonrası felsefenin bu adı konmamış ittifakını korelasyonculuk olarak adlandırdı. Bu düşünme biçimine göre “özneyle ilişkisinden yalıtık olarak bir nesneyi ‘kendinde’ kavrayamayacağımızı söylemek yetmez; ayrıca, özneyi, nesneyle zaten-hep içinde olduğu ilişkiden ayrı olarak kavrayamayacağımız da savunulmalıdır” (Sonluluğun Sonrası).  Kant’ı ve Kantçılığı kendisininkiyle benzer motivasyonlarla, fakat başka yaratıcı şekillerde eleştiren genç bir filozoflar kuşağı bu kavram etrafında bir ortaklık kurdular. Spekülatif Realizm/Materyalizm gibi geniş bir tanımlama altında toplanan bu genç filozoflar kuşağı, Kant’ın ve Kant sonrası filozofların korelasyonculuğunu mahkûm etmekte ve gerçekliğin kendisini bilmeye yönelik spekülatif riskler almakta ortaklaşırlar. Bu riskleri alan ve Meillassoux’dan farklı bir felsefi güzergâh takip eden Graham Harman, Türkçeye yakın zamanda çevrilen Nesne Yönelimli Ontoloji kitabında kendisinin de sık sık kullandığı bir kavram olan korelasyonculuğu şöyle betimliyor:

“Gelin görün ki, (...) Kant'tan beri modern felsefenin hükmü budur. Onlara göre, insanlar olmadan dünyayı, dünya olmadan da insanları konuşamayız, yalnızca bu ikisi arasında korelasyon ya da uyum olduğundan bahsedebiliriz: Quentin Meillassoux'nun korelasyonizm adını vererek haklı olarak eleştirdiği bir görüş. (s. 64).

Meillassoux, bu tür bir felsefe yapma biçiminin ciddi sorunları olduğunu düşünür. İlk olarak, örneğin, evrenin başlangıcı, yeryüzünde yaşamın başlangıcı gibi insanın olmadığı evveli zamanlarla ilgili bilimsel beyanları ancak “insana göre” bilgiler olarak yorumlayabilmektedir. Meillassoux’ya göre korelasyoncu felsefe yapma biçimi, matematiksel doğa bilimlerinin ortaya koyduğu mutlak anlayışını düşünememektedir. Ona göre Galileo ve sonrasında gelen doğa bilimleri, matematik kullanarak, insana göreli olmayan (mutlak) bilgiler ortaya koymanın yollarını bulmuşlardır. Ne var ki felsefe, Kant uğrağında, bilimin “evrensel” bilgiler ortaya koyabilme kabiliyetinin neye dayandığını kendine sormuş, ve yanıtı insan öznelliğinin yapısında/koşullarında arayarak çok vahim sonuçları olacak bir yola girmiştir. Felsefe, modern bilimlerin ışığında metafizik geçmişiyle hesaplaşmak istemiş, dogmatik, (Tanrı modeliyle düşünülen) mutlak anlayışlarına savaş açmıştır; gelgelelim bu savaşı sürdürmek için insanı ve onun dünyayı algılama biçimlerini bilginin temeline koyarak bütün bilgileri ‘insana göre’ hale getirmiştir: 

“Şu halde, hâlâ içinde soluk alıp verdiğimiz Kantçı felaket, metafiziğin her türlü biçimiyle birlikte mutlakın her türlü biçimini de terk etmeye dayanır.” (Sonluluğun Sonrası)

Bu dönem, ayrıca felsefenin, dinsel fanatizmleri ve onların gerçekliğin ne olduğuna dair mutlakçı dayatmalarını eleştirebilmekte giderek zaafa uğradığı bir dönemdir. Meillassoux, burada bir paradoks görmektedir. Çağdaş felsefe, karşısına aldığı metafizik mutlakları eleştirdiği oranda dinsel fanatizmleri eleştirme gücünü kaybetmektedir:

“Aydınlanmanın  fanatizm adını verdiği şeye karşı savaşı, (bugün) tamamen bir ahlakileştirme girişimi haline geldi: Fanatizm, asla içeriğindeki muhtemel yanlışlıklarla değil, sadece pratik (etik-politik) etkileri gerekçe gösterilerek mahkûm edilebilirdi. Çağdaşlar bu noktada tümüyle din adamlarına teslim oldular. Çünkü düşünce, burada yardıma koşarak, din adamının ilk kararını destekler: Nihai bir hakikat varsa, bunu düşünce değil ancak dindarlık umabilir. Çağdaş gericiliği sadece ahlaki bakımdan eleştirmenin verimsizliği buradan gelir; çünkü herhangi bir mutlak düşünülebilir değilse, sadece birkaç seçilmişin erişimindeki aşkınlık adına şiddetin en vahşi biçimlerinin gerçekleştirilmesi önünde bir engel kalmayacaktır." (Sonluluğun Sonrası)

Görüldüğü gibi Meillassoux’ya göre bu paradoksun sebebi, felsefenin dinsel veya metafizik mutlak anlayışlarını eleştirmenin ötesinde onların karşısına olumlu bir mutlak anlayışı ortaya koymamış olmasıdır.  Meillassoux, hâlâ modern doğa bilimlerinin felsefeden kendilerine özgü mutlak anlayışını ortaya koymasını beklediğini, fakat girdiği korelasyoncu yoldan çıkmadıkça felsefenin bunu asla gerçekleştiremeyeceğini ifade ediyor.

Meillassoux’yu hayranlık verici kılan özelliği tam da burada, matematiksel doğa bilimlerinin sunduğu gerçekliği bir mutlak olarak temellendirmenin, yani “dogmatik” ve “metafizik” olmayan bir mutlak anlayışı ortaya koymanın yollarını aramasında ortaya çıkar.  Ona göre her metafizik bir spekülasyondur, fakat her spekülasyon bir metafizik değildir. Kendi felsefi girişimine spekülatif materyalizm demesi bu bağlamda anlaşılabilir. Meillassoux, metafizikler gibi gerçekliğin kendisinin ne olduğuna dair spekülasyon yapmakta, yani mutlakı bilmenin mümkün olduğunu düşünmektedir; fakat onun spekülasyonu, “metafizik olmamanın” yollarını aramaktadır. Bunu başarmak için, metafizik mutlak anlayışlarının hepsinin temelinde tespit ettiği yeter neden ilkesi’nin karşısına nedensizlik ilkesini koyar. Eğer yeter neden ilkesi, şeylerin başka türlü değil de böyle olmalarının ardında zorunlu bir neden olduğu iddiasıysa; Meillassoux’nun metafizik-olmayan mutlak anlayışının kurucu ilkelerinden olan nedensizlik ilkesi, şeylerin başka türlü değil de böyle olmalarını zorunlu kılan hiçbir nedenin olmadığı, olan biten her şeyin olumsal/zorunsuz (contingent) olduğudur. Zorunlu olan tek bir şey vardır, o da zorunlu bir var olanın olamayacağıdır. Meillassoux’nun varlık görüşü açısından olgular, olaylar ve fizik yasaları başka türlü olabilir, başka hallere girebilir. Ve altını çizelim, bunlar gerçek imkânlardır; bilmediğimiz için açık kapı bıraktığımız imkânlar değildir, her şeyin başka olabileceği bir bilgidir, felsefenin mutlaka dair ortaya koyduğu ezeli ve ebedi bir bilgi.

Okur, içinde neredeyse her şeyin mümkün olduğu bir gerçeklik anlayışının, hatta fizik yasalarının “ölümlü” olduğu bir mutlak anlayışının modern doğa bilimlerini nasıl temellendirebileceğini sorabilir. Bu sorunun cevabını Meillassoux’nun Sonluluğun Sonrası’nda verdiğini söyleyerek haddini aşmak üzere olan bu yazıyı sonlandıralım.

Bilimkurgu ve Bilimdışı Kurmaca gibi bir kitabın ortaya çıkmasını sağlayan, bilimdışı dünyaları gerçek imkânlar olarak düşünmeye izin veren işte böyle bir mutlak anlayışıdır. Meillassoux’nun bilimkurgu edebiyatında yeni bir alan açabilmesini, böyle bir imkânın önündeki düşünsel engelin aşılabilmesini sağlayan bakış. Bana sorarsanız dünyadan her şeyi bekleyen, ‘imkânsız’ı olmayan bebeğin bakışıdır bu; veyahut şeylere ve kelimelere farklı düzenler vererek olanların başka olma imkânlarını düşünmeyi iş edinmiş sanatçıların; ya da şeylerin başka olabileceğinin korkusu veya coşkusuyla yaşayan delilerin… Meğer bebekler, şairler ve deliler metafizik olmayan bir mutlakı deneyimliyorlarmış. İdeolojiler, metafizikler ve dinler tarafından kapatılmamış bir gerçekliği. Uğurlu bir gerçekliği.