Yanlış nedenden saygı

“Tomris Uyar’ı ona şiir ithaf eden şairlerden dolayı sevmek, Leyla Erbil’e Ahmed Arif’in aşkı ve mektuplarından dolayı hayranlık duymak, defalarca tekzip edilmesine karşın Hasan Ali Toptaş’ı 'Çocuk TV izliyordu, haczetmemek için istifa etti' efsanesinden dolayı saymak, Nilgün Marmara’yı severken intiharı ve Sylvia Plath’la 'ruh ortaklığı'nı gündemde tutmak…”

18 Haziran 2020 11:09

Giriş

Yazarın yol almasında, eksikliklerini görmesinde en önemli uyarıcı şüphesiz ki eleştiridir. Bir dönemin edebiyat mecralarında sıklıkla kullanılan “şiir öldü mü” lafı gibi “eleştiri yok” da iyice kullanılır oldu. Tabii ki ne şiirin vefatı ne de eleştirinin kaybı söz konusu. Ama ikisinin de varlığı PR seviyesi yüksek başka kavram ve ürünler arasında yeteri kadar görülemediği ise bir gerçek. Bunları artan sosyal ağlar, tanıtıcı yazılar, popüler bibliyofil hesaplar, örgütlenmiş ya da atanmış ilişkiler sağlıyor. Motivasyonu ise beğeninin yanlış nedenlerle kontrol edilebiliyor olması. Beğeniyi yönlendirmenin en etkili yolu bunları çoğaltmak. Suni nedenler arttıkça neyin neden sevildiği muammaya dönüşür.

Like/Beğen” aynı zamanda sosyal medyanın en büyük fikri. Uygarlık için tekerlek ne kadar büyük bir buluşsa, “Beğen” butonu da sosyal medya için öyledir. Atalardan torunlara geçen büyük holdinglerden daha hızlı büyüyen ve daha çok kazanan, çoğunlukla küçük garajlarda temeli atılan sosyal medyayı oluşturan siteler, bu kelimenin büyüsünün ne denli kazanç sağlayacağını erken fark edenlerdi. Farklı arayüzlerle kurulmuş olsalar da, bir süre sonra aynı emir kipinde birleştiler: Beğen! Twitter, “Favori” arayüzündeki yıldız butonunu kalple değiştirdi. Facebook “Beğen” butonunu ilk kullanan oldu. “Dislike/Beğenmedim” butonu getireceğini duyurduysa da bu uygulamayı bir türlü başlat(a)madı. Bunun paylaşımlarda nicel gerilemeye ve paylaşanda ise gerilime neden olabileceğini düşünmüşlerdir. Çünkü kullanıcıları sitede tutan beğenilme güdüsüdür. Günlük hayatın ezdiği, yıktığı, yorduğu, sıktığı, boğduğu, zorladığı kullanıcı bildirimler kısmından gördüğü birkaç beğeniyle neşelenir. Paylaştığı şey ne olursa olsun fark etmez; kedi ya da vefat haberi. Paylaşımının beğenilmesini ister. Dilerse yorumları kapatarak altta yapılacak eleştiri ihtimalini de engeller. Sonra Facebook’un kullanıma açtığı beş yeni “ifade” oldu ama aralarında “Beğenmedim” butonu yine yoktu. Hatta “Beğen”e ilave “Muhteşem!” anlamında kalp ifadesi getirdi. Instagram ise çift tıklayınca yanıp sönen büyükçe kalp simgesini geliştirdi. Kalp simgesine, beğeni duygusuna müşteri ve müşterek oluyoruz. Azıcık da müşteki… Beğeniye alıştırılmış ortamda olumsuzu da söyleme ihtimali olan eleştirinin görünür olma ihtimali zor. Ben seni eleştirmesine eleştiririm de, sen buna hazır değilsin.

Yöntemi, yordamı, bakışı her ne olursa olsun, bugün eleştiriyi diri tutan yazarların metinlerinin küslükler doğurduğunu da görüyoruz. Sanal beğeniye alıştırılmış bir ortamın tepkilerinin yine sanal unfollow ya da engellemeye dönüştüğü de oluyor. Bunu ben de bizzat deneyimledim. Ekranda anlamı buna çıkan bir ifade: Az önce paylaştığınız bir eleştiriden dolayı eleştirinin muhatabı tarafından engellendiniz!

Bunun yanında, çok sık karşılanmasa da eleştirinin eleştirisi ya da şerhinin, eleştirinin yanıtı ya da reddinin zincirleme birbirini doğru şekilde takip ettiğini de gördük. Bana göre edebiyat ortamımız için önemli hamlelerdi. Ahmet Ergenç’in K24’te yazdığı “Şule Gürbüz bizim neyimiz olur” yazısına eleştiri olarak Ahmet Nezihi Turan’ın “Şule Gürbüz hiç kimsemizdir!” ve Sefa Kaplan’ın “Meğerse Şule Gürbüz, Ahmet Ergenç’in hiçbir şeyi olmuyormuş” metinleri yine aynı sitede yer buldu. Orhan Koçak’ın “Karşılaştırmalı edebiyat burda niye olmuyo?” yazısına Süha Oğuzertem “Eleştiricinin bunalımı” metniyle cevap verirken, Devrim Dirlikyapan da “‘Şiiri Şiirle Ölçmek’ ne demek?” metniyle cevap hakkını kullandı. Bunu “Karşılaştırmalı edebiyat kavgası”olarak gören gazeteler de oldu. Şüphesiz doğru kavram “kavga” değildi. Ama Murat Belge’nin Şairaneden Şiirsele-Türkiye’de Modern Şiir[1] kitabından sonra yazılan eleştiri ve eleştirinin eleştirisi ya da reddi, kısa süre sonra kitabın yazarını lince götüren bir üsluba dayandı. Sebep ne kitap ne de eleştirilerdi. Sebep işte bu yazının başlığını oluşturan yanlış nedenlerden “saygı” ya da “saygı eksiltmeye” alışmış bir edebiyat ortamıydı. Yanlış nedenlerin çokluğuna karşı doğru neden tek midir? Hayır! Çoktur, çeşitlidir, nihayetinde görecedir. Ama ortak kümeye mutlaka “metnin niteliği” düşer.

Konu

İlgisiz ortamda yazar olarak tanıştırılmanın mahcubiyetini anlatmak biraz zor olacak. “Ne yazıyorsun, konu ne?” sorusu fazlasıyla yoran bir soru. Hiçbirinde tam cevap verebilmiş değilim. Alnım boncuk boncuk terlemeden, sıklıkla başvurduğum konuyu değiştirme taktiklerini kullanırım.

Anekdotu biliriz, çokça duymuşuzdur: Sergi esnasında ressamın tablosunu inceleyen biri sorar, “Bu nasıl balık böyle?” Picasso’nun cevabı ise nettir, “O balık değil, resim”. Olayın başka versiyonları da var. En sık kullanılanı bu.

Yine aynı yıllarda Marcel Proust estetik duruşunu, basitliği yanıltıcı olabilen bir cümleyle özetler: “Bir resmin güzelliği, o resimde çizilmiş nesnelerden kaynaklanmaz.” Sonrasında yazar, sanata-taparlıkla karşı karşıya olduğumuz konusunda uyarılarda bulunur. Sanata-taparlığı sanatın özüne ters düşme şeklinde anlamlandırır. Alain de Botton din konusuyla bu kavramı şöyle örneklendirir: “Dinsel bağlamda tapma sözcüğü, dinle ilgili bir şeye -bir Tanrı imgesine, belli bir din kuralına ya da kutsal kitaba- aşırı ölçüde bağlanmak demektir ki bu bizi dinden uzaklaştırır, hatta genel olarak da dine ters düşer.”[2]

Proust’a göre sanata-tapanlar sanat yapıtının ruhunu bir kenara bırakıp o sanat yapıtında betimlenen nesnelere saygı duymaya başlarlar. Bu da sanatçıya “yanlış nedenden dolayı saygı duyma” durumunu doğurur. Burada sanatın özüne ters düşme açığa çıkar.

Öyle ya da böyle, doğru ya da yanlış nedenlerden dolayı sanatçıya yönelen saygı durumunun nesi olumsuz, diye sorulabilir. Özellikle sanatçısına miskal derecede hürmeti çok gören bir yerden bu sorunun tonu daha da duygusal olabilir. Aynı dilden, yani duygusal tonda cevap vermek de mümkün. Lakin bu sanatın dairesinden çıkmak demektir. Çünkü kanıksanma başlayacağından, yanlış nedenler şimdi olduğu gibi doğru nedenlerin üzerini örtecektir, bu aynı zamanda yanlış nedenden saygı eksiltmeyi lince kadar götürmenin zeminidir.

Konuya Picasso’nun eseriyle başladık. Yine resimle devam edelim: Van Gogh’un Badem Çiçekleri tablosunu önemseyişimizin nedeni, oradaki çiçek açan badem ağacı değil, sanatçının paletinden fırçasının ucuyla aldığı renkleri kullanmaktaki tekniği, bu hepimizin malumu. Raymond Queneau’nun aynı hikâyeyi 99 farklı biçemle anlattığı Biçem Alıştırmaları[3] önemli bir örnek. Aynı hikâyenin aynı yazar tarafından 99 farklı üslupla anlatılabilmesi, mevzu dediğimiz şeyin bir kısıtlama olmadığını, asıl maharetin üslubu sağaltacak bir dil tutturmakta olduğunu gösterir. Gösterirken de çeşitlemelerde bulunur. Queneau’da alkış ya da kargış biçemedir. 

Yaşam

Özünde kitabı/yazarı sevme, beğenme ve sayma nedenlerinin doğruluğu edebiyat bakışımızdan kaynaklıdır. Metin temelli mi görüyoruz edebiyatı, yoksa yazarın kimliği/biyografisi midir önemli olan? Belki de “konusu ne” sorusuna verilebilecek basit bir cevabı olmaklığından bir metni önemsiyoruzdur; ya da yazarın ustaca ayarlanmış reklamı yani PR seviyesiyle mi ilgileniyoruz? Sadece Türk edebiyatının değil, tüm edebiyatların en büyük sorunlarından biridir bu. Tabii ki “metin üzerinden bakmak doğru” diyeceğiz ama bu uzun süredir yürürlükte olan bir şey değil. Samuel Beckett, Proust[4] adlı kitabının kısacık önsözünü bu duyarlıkla yazar. “Bu kitapta Marcel Proust’un efsanevi yaşam ve ölümüne değinme yok…” Beckett ilk metinlerinden sayılan bu kitabında yazarın biyografisini bir kenara bırakıp sadece devasa romanıyla ilgilenmiştir. Metin doygun bir metin olmasa da, sadece bu yönüyle bile genç Beckett’in Proust’u doğru anladığını gösterir. Bunun için yazarın Sainte-Beuve’e Karşı kitabına bakmak da yeterli olacaktır. Proust, Beuve’ün yöntemlerini eleştirir. Beuve, Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah’ını metin üzerinden eleştirmek yerine, arkadaşlarından Stendhal’ı dinleyip arkadaşlarının sözlerini temel almayı tercih ettiğini ifade ederdi. Böylece anekdotlarla dolu bir metin çözümlemesi yapabilecekti. Proust’un karşı çıkış noktalarından biri de buydu. Şunu soruyordu: “Stendhal’le arkadaşlık etmiş olmak ne bakımdan onu daha iyi değerlendirme imkânı sağlar?”[5]

Özellikle son dönemlerde sosyal medyanın yaygınlaşması, temas ağlarının kuvvetlenmesi, coğrafi ve siyasi birlikteliklerin niteliğin önüne geçmesi, ürün zamansallığının kâr marjını yükseltmesiyle, ibrenin metinden şahsa, biçemden içeriğe, dilden konuya, edebi yaratımdan güdümlü projelere doğru daha hızlı döndüğünü görüyoruz. Bu da yazarı yanlış nedenden ötürü sevme biçimlerine katkı sağlar.

Zamansallığın kâr marjı için en güzel örneğimiz popüler dergilerimizin kapak seçimleri olabilir. Birkaç ayda bir bazı dergi kapaklarının pişti olduğunu görüyoruz. Belli bir sıralamayla, aynı isimlerden oluşan kapaklar farklı logolar altında döner. Yanlış sevmeler çoğalır. Hatta yeni okurların bu dergilerin kapaklarının yarattığı algıyla yazarı önce sevdiğini, sonra okuduğunu söyleyebiliriz.

Tomris Uyar’ı ona şiir ithaf eden şairlerden dolayı sevmek, Leyla Erbil’e Ahmed Arif’in aşkı ve mektuplarından dolayı hayranlık duymak, defalarca tekzip edilmesine karşın Hasan Ali Toptaş’ı “Çocuk TV izliyordu, haczetmemek için istifa etti” efsanesinden dolayı saymak, Nilgün Marmara’yı severken intiharı ve Sylvia Plath’la “ruh ortaklığı”nı gündemde tutmak gibi örnekler çoğaltılabilir. Küçük İskender’i değerlendirirken cinsel yönelimini sürekli gündemde tutmak, Aslı Erdoğan’ı metinleri dururken tutuklu bulunduğu günler üzerinden konuşmak gibi örnekler de var. Yazara cinsiyeti, cinsel tercihi üzerinden bakmak da, coğrafyası, siyaseti, nesebi üzerinden bakmak da bu yanlış nedenlerdendir.

Bir de şu meşhur “coğrafya” mevzusu var… “Diyarbakırlı yazar”, “Doğulu öykücü”, “Kürt şair” gibi ifadeler bana birçok anlamda yanlış gelir. Aynı sınırlar içinde söylendiğinde ötekileştirme de içerir. Bunun yanında, coğrafyasından dolayı merhamet derecesinde, hatta “devlet adına özür diliyormuşçasına” toleranslı yaklaşım da olmuyor değil. Hatta bu yaklaşım ötekileştirmeden daha korkunçtur. Çünkü vasat metinlerin yanlış nedenlerden dolayı “iyi” görülmesine neden olur. Burada yazardan beklenen “halkının acılarını” anlatmakmış gibi, üslup önemsenmez ve “sonradan öğrenmiştir” diyedir belki, dili yanlış kullanımları görmezden gelinir. Bu da birbirine benzer metinleri de çoğaltır; olgunun garanti bir beğeni kitlesi hazırdır.

İyi insan

Kitabını eleştirdiğim bir yazarın arkadaşından gelen savunmayı unutamıyorum: “Orası öyle ama kendisi iyi insandır.”

“Ben şimdi Nobel’e sesleniyorum. Ey Nobel, sen nasıl barış ödülleri dağıtıyorsun?” Ben değil, 7 Ağustos 2013’te Recep Tayyip Erdoğan sesleniyor. 2019’da yaşananlar ise kesinlikle bunun parodisi değildi. Herkes ciddi, herkes sinirli olarak Peter Handke’ye verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nün iptalini istiyordu. Ey Nobel, sen nasıl... Mülhemi yine yapalım ama Erdoğan’ın da bu tartışmadan geri duracağı yoktu. Bir hafta boyunca Nobel komitesini eleştirdi:

“Bunların hakkı, hakikati, adaleti ve insani değerleri savunmak gibi bir dertleri asla yoktur. Böyle bir hassasiyetlerinin olmadığını Nobel Edebiyat Ödülü’nü Bosna soykırımını inkâr eden bir faşiste vererek tekrar göstermişlerdir.”

PEN Türkiye Başkanı Zeynep Oral da sert bir açıklama yaptı, nedenini ise açıklamasının şu cümlesine sığdırdı: “Bir yazarın en önemli hüneri insan yaşamına, insan onuruna saygı duymak olmalı.” TYS ise ödülün geri alınması için çağrı yaptı.

Hatırlanacağı gibi, Orhan Pamuk’un aldığı Nobel’den sonra ödülün iptali için imza toplayanlar olmuştu. Gerekçeleri ise Orhan Pamuk’un Ermeni soykırımına yönelik sözleriydi. Hatta Erdoğan, Handke’ye verilen ödülü eleştirirken, Pamuk’u kastederek “Türkiye’den teröriste ödül verdiler” demişti. Ama sonra kurmayları ısrarla, bahsi geçenin Pamuk olmadığını anlatmaya çalıştılar; hiçbiri inandırıcı değildi. Tabii ki tepkiler sadece ülkemizden gelmedi. Salman Rushdie de tepkisini sert dile getirenlerdendi.

1. karşıtlık: “İyi kitap ama yazarı berbattır!” 2. karşıtlık: “Kitabı kötü lakin iyi insandır.” Bu cümlelerin türevlerini mutlaka duymuşsunuzdur. Değerlendirmeler günün hassasiyetlerine göre şekillenir; gün ortadan kalktığında ise ikinci karşıtlık tarih olur, birincideki kitap kalır. Louis-Ferdinand Céline’nin Gecenin Sonuna Yolculuk’u, Ezra Pound’un Kantolar’ı öyle kalmıştır.

Ödül

“Sanat hayatta kalma maharetinden başka bir şey değildir” sözlerini söyler Thomas Bernhard ve Ödüllerim adlı eserinde aldığı ödüllerin hem yazar hem de ödül verenler açısından perde arkasını açıklıkla anlatır. “Ödüllerin onurlandırma olmadığını” da belirterek katılım sağlar; kazanır ya da kazanmaz. Kaybetmek yoktur tabii. Hiçbir değerlendirmenin sonucunda kaybetmiş olma durumu söz konusu olamaz.

Ödüller hep tartışılır olmuştur. Bugüne kadar bir ödülün her kesimden kabul gördüğüne pek şahit olmadım. Ödül konusunun kendi başına bir dosya olabilecek bir durumu var. Şu da var ki, bu konu yanlış nedenden saygının en büyük payını oluşturduğu için bu metinde birkaç kelam etmek elzem.

Ödül konusundaki en önemli öz/eleştiri kanımca Türkiye PEN Başkanı Zeynep Oral’ın 2017 Frankfurt Kitap Fuarı’nda “Kapalı Kapılar Arkasında / Edebiyat Ödüllerinin Jürileri Nasıl Çalışıyor?” başlıklı panelden yansıyan sözleri. Oral konuşmasında ödül jürilerinin nasıl çalıştığına dair bilgiler vermiş ve bu arada “bazen de hiç okumadan ödül verdiğimiz oluyor” demişti. Oral ardından bunun zaman zaman yaşanan anti-demokratik gelişmelere tavır olarak gerçekleştiğini belirterek, resmi ağızlardan yapılan kadın düşmanı açıklamaların ardından kadın haklarıyla ilgili yayınlara verilen ödül örneğini verdi. Bu sözlerin basına düşmesinin ardından tepkiler gecikmedi. Suçlayıcı paylaşımlar daha çoktu, hatta bazıları “acaba Oral kimi kastediyor”un, “hangi ödül kitap okumadan verilmiş olabilir”in tahminini yürütüyordu. Bunun yanında eleştirel tepkiler de vardı ve bunların yönü genellikle “ödül kurumunun metinden bağımsız işlemesi” üzerineydi. Şüphesiz metnin tamamına baktığımızda Oral da bu fikirdeydi. Ama konuşmadan cımbızlanarak alınan birkaç cümle onun anlaşılmasına imkân vermemişti. Oral ödüllerin birer “siyasi araç” olarak görülmesine karşı çıkıyordu.

Ödül konusundaki eleştirileri sınıflandırırsak; jürilerin hep aynı isimlerden olması, jüriyle bağı olan kişilere ödül verilmesi, ödülü alanla ödülün adına düzenlendiği kişi arasındaki edebi uçurumları sayabiliriz. Ödül alan kişinin fikirleri, politik tutumu ve yakınlıkları da eleştiriler arasında öne çıkar. Sıklıkla böyle şeyler de duyarız; “bu ödülü genelde solculara verirler”, “buradan sağ fikirlilere ödül çıkmaz”, “Kürtler kayırılıyor”, “kadın yazarlar avantajlı”, “yayınevine veriyorlar zaten” gibi…

İşleyişleri ayrı bir konu ama buraya varmışken, Aziz Nesin’in TDK Ödülü alırken yaptığı konuşmayı hatırlatarak, aksaklık varsa bunun giderilmesinde ödül alanların eleştirilerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Çiçu adlı oyunuyla TDK Ödülü alan Aziz Nesin 26 Eylül 1970’te, TDK salonunda yaptığı konuşmada ödül işleyişini, sadece para ödülü verilmesini kibar bir dille eleştirir. Bu eleştiriden sonra kurum para ödülüyle beraber plaket ve diploma da verir; hem bu değişikliği yine Nesin’in eleştirisiyle geriye de işletir, daha önce ödülü alanlara da plaketleri gönderilir. Nesin ödül gecesinde daha önce de katıldığı bu ödülü kazanamadığını vurgulayarak şunu sormayı ihmal etmez: “Çiçu ile niçin ödül kazandığımı öğrenmeliyim.”[6] Çünkü Nesin sırf eski bir yazar olduğu için, geçmişinin göz önünde tutulmasından dolayı ödüllendirilmeyi doğru bulmaz. “Emek ödülleri” formatında olanlar haricinde Aziz Nesin’in yaşadığı bu kuşku aynı zamanda ödül eleştirilerinin önemli bir boyutuyla ilgilidir: Değerlendirme kriterinin metinden şahsa yönelmesiyle. Nesin buna çözüm sunar, ödül verilirken gerekçelerinin de açıklanmasını önerir. Ödül alacağı törende bu fikirlerini dile getirir. Aziz Nesin’in deyimiyle “törensel konuşma töresine aykırı” bu konuşması, önerileriyle ödülün işleyişini geliştirmesi bakımından önemlidir.

Çıkış

Proust’un Sainte-Beuve eleştirisinden ilhamla yazmaya başladığım bu metinle, yazarın yaşantısının bileşenleri önemli değilmiş gibi bir yanılgıya yöneltmek istemem. Sonuçta bir metin el, hayal, zekâ, hafıza, dil koordinasyonu ve kendinden önceki metinlerin kültürü üzerinde oluşacak, okura ulaşacak ve bu şekilde varlığına kavuşacaktır. Yazarın hem biyolojik hem metnin müellifi olarak yaşaması gerekir. Aksi saçma olur, metni yazana kadar en azından. Sonrasında ise okur ve metin arasından çekilmesi doğallıkla gerçekleşebilmelidir. Yazar yazacağı yeni metinlere gark olurken, öncekilerinin yüklerini omzunda, kalıntılarını zihninde taşımaması için de bu uzaklaşma önemlidir. Yoksa sonraki metinleri istemsiz de olsa öncekilerden tekrarlara maruz kalacaktır.

Metin okurla buluştu mu, orada yazarın görevi son bulur. Bu aşamada yayın ve dağıtım faktörlerini üstelenenlerin işi başlar. Bu sürece yazarı doğal olmayacak şekilde dahil etmek, PR oluşturmak için yazarın edebiyat dışı kimliklerini, yani ırkını, cinsiyetini, cinsel kimliğini, siyasi görüşünü, memleketini, yaşam biçimini kullanmak metinle okur arasına sıkı bir duvar örmektir. Bu duvardan dolayı, okur için mühim olan metin başka unsurların gölgesinde kalır. Neyi neden sevdiğinin, neyi neden beğenmediğinin asıl ya da suni sebeplerini karıştırır, böylelikle yanlış nedenler çoğalır durur. Metin dışı faktörlerin incelemelerde ön planda tutulmasını Roland Barthes “Yazarın Ölümü” adlı yazısında “despotluk” olarak değerlendirir ve birkaç isim üzerinden somutlaştırır:

“Yazar edebiyat tarihi kitaplarında, biyografilerde, dergilerdeki söyleşilerde, hatta eserleriyle kişiliklerini günlükler ve hatıratlar yoluyla birleştirme kaygısı olan edebiyatçıların bilinçlerinde hâlâ hüküm sürmektedir; çağdaş kültürdeki edebiyat imgesi despotça yazarın kişiliğine, yaşamöyküsüne, beğenilerine ve tutkularına odaklanmıştır; eleştiri hâlâ büyük ölçüde, Baudelaire’in eserlerini ele alırken bir insan olarak Baudelaire’in başarısızlığından, Van Gogh’un deliliğinden, Çaykovski’nin günahından söz etmekten ibarettir.”[7]

 

DEĞİNİLEN KİTAPLAR:

 

NOTLAR:


[1] Murat Belge, Şairaneden Şiirsele – Türkiye’de Modern Şiir, İletişim Yayınları, 2018.

[2] Alain de Botton, Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir, çev. Banu Tellioğlu, Sel Yayıncılık, 2015, 5. baskı.

[3] Raymond Queneau, Biçem Alıştırmaları, çev. Armağan Ekici, Sel Yayıncılık, 2003.

[4] Samuel Beckett, Proust, çev. Orhan Koçak, Metis Yayınları, 2007.

[5] Marcel Proust, Sainte-Beuve’e Karşı, çev. Roza Hakmen, Doğu Batı Yayınları, 2006.

[6] Aziz Nesin, Ah Biz Ödlekler, Nesin Yayınevi, s. 122.

[7] Roland Barthes, Yazarın Ölümü, çev. Oğuz Tecimen, Oggito.com