Gölge sinema yazarlığının en eğlenceli hali: Libby Gelman-Waxner

"Kendi ifadesiyle 'Amerika’nın en sevilen ve en gayri mesul film eleştirmeni' Libby Gelman-Waxner, yıllardır sinema yazıları yazıyor ve sinemayı insanın temel ihtiyaçları üzerinden değerlendiriyor: konfeksiyon ile kozmetik."

18 Haziran 2020 14:14

 

 

 

Libby Gelman-Waxner kendini “Amerika’nın en sevilen ve en gayri mesul film eleştirmeni” olarak tanımlıyor. Göbekli bir ortodontistle evli, dünyalar güzeli iki çocuk sahibi bir anne. Sinema dünyasına ve filmlere sıra dışı yaklaşımı onu diğer eleştirmenlerden ayırıyor. Çünkü Libby sinemayı insanın temel ihtiyaçları üzerinden değerlendiriyor: konfeksiyon ve kozmetik. Değerli hocam Selim Eyüboğlu’nun İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema-TV Master Programı’nda verdiği Sinema Yazarlığına Bakmak dersinde tanıştığım Libby Gelman-Waxner asla unutamadığım, heyecan verici gölge yazarlık projelerinden biri.


Libby Gelman-Waxner’ın sinema yazılarından bir seçki 1994 yılında kitap olarak basılmıştı...

1988’den beri Premiere dergisinde, Entertainment Weekly’de ve 2017’den bu yana da New Yorker’da yayınlanan yazılarında fotoğrafını görmesek de onun nasıl biri olduğunu tahmin edebiliyoruz. Orta yaşlı, tombul, bol makyajlı. Mobilya cilası renginde boyalı kabarık saçları ve elinde pahalı mağazaların paketleriyle lüks bir spor salonundan çıkıp Burger King’e doğru koşarken, sokakta mendil satan çocuklara Pantene ürünlerinin yağlı saçlara bire bir olduğundan bahsediyor.

Libby aslında yazar ve senarist Paul Rudnick’in yarattığı bir karakter. Kendisi, blogunda Libby'nin yakın bir dostu olduğuna dair dedikodular olduğunu belirtiyor ve dedikoduları yalanlamıyor!) Kimileri Libby'yi Yahudi ve eşcinsel Rudnick’in zengin beyaz ve kadın alter-ego’su olarak adlandırıyor. Neyse ki Libby’nin yaratılışındaki amaç “üst-orta sınıftan alışveriş manyağı bir kadın sinemaya ancak bu şekilde bakabilir” tarzı entelektüel bir ukalalık, kaba bir mizah ürünü değil. Basit bir ironi hiç değil. Libby son derece keyifle okunan yazılarıyla pek çok şeyi bir arada gerçekleştiriyor.


Paul Rudnick ve Libby.

Boho-chic modası adı altında cam boncukların ve yırtık blue jean’lerin dünya pahasına satıldığı ve jet sosyete tarafından giyildiği, zengin işadamlarının öğlenleri paçaları sıvayıp Tai-Chi ve meditasyon yaptığı bir zamanda yaşıyoruz. Libby de post-modern zamanların kozmopolit insanlarından biri. Kozmetik ve konfeksiyon harcamalarının yanı sıra psikiyatristine bavulla para döküyor, su dalgası permanın sinemaya etkilerini sayıp dökerken auteur sinemasından bahsediyor. Sözünü sakınmıyor; son derece zekice ve ince esprilerle filmler hakkında söyledikleri, filmin ya da oyuncularının bir özelliğini karikatürize ederken, Amerikan kültürü ya da Amerikan sinemasına dair gerçeklere işaret ediyor. Libby gerçek hayattan bahsederken filmler, filmlerden bahsederken gerçek hayat hakkında bir şeyler söylüyor.

Libby Gelman-Waxner birden çok bakış açısını yansıtma özelliğiyle de post-modern bir kimlik olarak öne çıkıyor. Onun yazılarında erkek, kadın ve homoseksüel bakış açıları bir araya geliyor. Dennis Quaid oynasaydı Yurttaş Kane ya da Potemkin Zırhlısı gibi filmler daha az sıkıcı olurdu derken ya da kocası Josh’un Christina Ricci’nin filmlerine bayılmakla birlikte yuvarlak hatlarının belirginleştiği dönemini tercih ettiğinden söz ederken Hollywood’un sahte arzu nesneleriyle, yakışıklı ve güzel oyuncularla izleyiciyi tavlama geleneğini ortaya koyuyor. Daryl Hannah’ın ya da Demi Moore’un son filminde vücudunun muhteşem olduğundan bahsederken pek çok kadının asla sahip olamayacağı bir görüntünün genelgeçer güzellik normu olarak sunulmasındaki acımasızlığı vurguluyor. Günaha Son Çağrı filminde Meryem’in bir dakika görünüp ortadan kayboluşunun, “Peki ya Darth Vader’ın ya da Gandhi’nin annesi nerelerdeydi?” sorusunu aklına getirdiğini söylerken popüler feminizmle dalga geçiyor. New York Köleleri / Slaves of New York’un yazarı Tama Janowitz’in tuhaf saç modelleri ve küpelerinin kâbuslarına girdiğinden bahsederken avangard sanatçıların tuhaflık yarışını ortaya koyuyor. Sanat yönetmeni kuzeni Andrew’un, bitkilerin sadece Evian’la sulandığı Village’daki evini anlatırken, sanat camiasının sosyetik yönünü tiye alıyor. Böylece filmlerden bahsederken hayata dair bir şeyler söylüyor.


Libby bunu sevmedi!

Libby kendi hayatından, ailesinden ve arkadaşlarından da bahsediyor. Onunki tipik bir Amerikan ailesi. Amerikan başarı mitinin gereklerini yerine getirmek için sürekli para kazanmaya ve başarıyı tescil etmek için de sürekli bu parayı harcamaya çalışmak onların yaşam biçimi. Psikiyatriste gitmemek maniküre gitmemek kadar korkunç ve utanç verici. Sonsuz Matem / Ironweed ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği / The Unbearable Lightness of Being gibi “neredeyse Avrupa filmleri kadar karmaşık(!)” sanat filmlerini izlemek, film festivalleri ve galalarda boy göstermek ait olduğu sosyal sınıfın üyelerinden bir gömlek üstün olmak anlamına geliyor. Fakat aslında ne Ironweed’in ne de Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin kitaplarını sonuna kadar okumaya tahammül edemediğini söyleyişindeki samimiyet Libby’i özel kılıyor. İnce espriler, kelime oyunları ve sözünü sakınmayan cesur bir tavır Pauline Kael’de de var. Ama Libby’nin sihri samimiyetinden kaynaklanıyor. Libby’nin kendi hayatı da genelgeçer standartları belirleyen ve adeta kurumsallaştıran Hollywood filmlerinde gördüğümüz hayatlar gibi. Fakat Libby’nin zekâsı ve samimiyetiyle anlatıldığında bu hayatlar filmlerin empoze ettiği yaşam tarzını karikatürize ediyor. Dolayısıyla Libby kendi yaşamından bahsederken sinemaya dair tespitlerde bulunuyor. Sinemanın hayatı yansıtmak yerine yansıttığı yaşam tarzlarını yaratma özelliğini, sanat ve yaşam arasındaki ilişkinin iç içe geçen dinamiğini ortaya koyuyor.

Hayatımızın mutlu ya da acı dolu, yoğun anlarında kendini hissettiren o ‘tıpkı filmlerdeki gibi’ duygusunun içimize ne kadar işlediğini, yaşadığımız duyguların ne kadarının gerçek olduğunu, ne kadarının bu motivasyondan kaynaklandığını kestiremiyoruz. İnsan kimi zaman yağmurlu bir günde hüzünlere boğulmuş yolda yürürken, kendi hayatının filminde neredeyse fon müziğini duyar gibi oluyor. Yakınlarımızla yaşadığımız en duygusal anlarda başrol oyuncusu bizler değil miyiz? Temsiliyet çağında yaşanan ve sunulan hayatlar artık iç içe geçmiş durumda. Libby’nin kendisi de yazılarına sıkça konu ettiği Woody Allen’ın filmlerinden fırlamış bir karakter gibi. Aslında Libby sadece Paul Rudnick’in alter-ego’su değil… Libby Gelman-Waxner kozmopolit yaşamın parçası olan her insanın, hepimizin içinde yatan, film yıldızlarını seksi bulan, zaman zaman savrukça alışveriş etmekten hoşlanan, bazı kitapları asla sonuna kadar okuyamayan, ince ve güzel görünmek isteyen ama dondurmadan vazgeçemeyen yönümüzü, büsbütün kaçınamadığımız gizli zevkleri, geride bırakamadığımız ya da büsbütün sıyrılamadığımız bazı kimlikleri temsil ediyor.

Eğer Türkiye’de bir Libby Gelman-Waxner olsa nasıl biri olurdu ve neye benzerdi?

Bizim yerli Libby Bodrum’da yaşayan, iki soyadlı, orta yaşlı bir ev hanımı olurdu diyebilir miyiz? Örneğin ismi Lalehan Aydın Şenocak olabilirdi. Kocası Kamil tıpkı Libby’nin eşi gibi göbekli bir ortodontist... Sude Naz ve Kerem Can adlı dünyalar güzeli çocukları Bodrum’un müstesna kolejlerinden birinde okuyorlar. Kız modern dansla ilgileniyor, oğlan yelken kursundan krikete, çim hokeyinden basketbola koşuyor. Lalehan’ın rol modeli “atar kraliçesi” Seda Sayan’dan başkası değil elbette ve sıkça Seda Hanım’dan alıntılar yapıyor, aralara sinema topluluğunda ve okulun velilere yönelik kitap kulübünde öğrendiği sanatsal terimler serpiştiriyor. Bodrum Sinema Kulübü başkanı Lalehan Hanım ileride uluslararası bir film festivali düzenleme hayaliyle yanıp tutuşuyor:

“Çocukları okuldan alırken otoparkta güneş gözlüklerimle şöyle bir etrafıma bakıyorum da… Sanatı, kültürü gerçekten özümseyen ne kadar az kişiyiz…”

Belki bir gün bizim de yerli bir Libby’miz olur ve içimizdeki Lalehan’la barışırsak, bir gün herkesin göklere çıkardığı “bazı” sanat filmlerini sevmediğimizi ya da Hollywood sinemasından zevk aldığımızı bile itiraf edebiliriz, kim bilir?