Terpiştiriyordu: “Burada bir deli yatıyor”

"Hüseyin Yurtdaş okurla dille dolayımlanan bir ilişki kurmak yerine, onu metinle doğrudan bir karşılaşmaya çağırıyor." Yurtdaş'ın Terpiştiriyordu'su üzerine açık uçlu bir  düşünce/yazı kolektifi olan Kritik'ten bir kritik.

I

Dila Keleş: Faulkner’ın Ses ve Öfke’si, şimdi ile geçmiş arasında ‘her an’ gidip gelen ve hangi ânın hangi zamana ait olduğu ayırt edilemeyen, karakterleri yerli yerince kurulmayan, mekân algısı ve affect düzlemi darmadağın bir anlatıyla açılır. Zamansal bütünlükten ve modernist mantık çerçevesinden yoksun olan, bu haliyle de anlaşılmaya direnen bu ilk bölümün zihinsel engelli Benjamin’in gözünden ve belleğinden aktarıldığı sonradan ortaya çıkacaktır. Benjy, her an korunması ve refakat edilmesi gereken, savunmasız, öfkeli ve öngörülemez, 33 yaşında bir çocuktur. Ve Benjy’nin anlatımıyla ‘gerçek’ kendini açmayan, ele geçirilmesi mümkün olmayan bir kırık cam kutusuna dönüşür.

Hüseyin Yurtdaş’ın son kitabı Terpiştiriyordu böyle bir anlatı kuruyor: Bölümleri, başlıkları, sayfa sayıları olmayan; bazen iki sözcükten ibaret (117: Kendimi yıktım.) pasajlarla kurulan, parçalı, gerilimli, haunted bir anlatı. Baştan sona çizgisel bir zamanda ilerlemiyor, popüler deyişin aksine ‘katman katman’ açılmıyor; daha ziyade, okura, yanan bir çekirdeğin içinde dönüp durduğunu düşündürüyor. Her şeyden önce ‘dil’le derdi olan; daima fazla ve çoğunlukla yanlış kullanılan dile ve bu dile bir tür sahiplik iddiasıyla bağlanan herkese diş bileyen bir karakterin zihninde dolaştırıyor.

58: Beeen’i dağıttım. Ortaya öfkeden ibaret bir yaratık çıktı.

Faulkner, Ses ve Öfke’nin ismini Macbeth’in 5. perdesinde geçen şu dizelerden aldığını söylüyordu: “Hayat, bir budalanın anlattığı hiçbir şey belirtmeyen ses ve öfke dolu bir öyküdür.” Terpiştiriyordu’nun anlatıcısının ‘hayata’ tam da böyle bir yerden bakmadığını kim iddia edebilir?

Ahmet Ergenç: Ses ve Öfke'yle başlaman iyi oldu zira Yurtdaş'ın şimdiye kadarki edebiyatını şekillendiren temel şeylerden biri öfke, hatta ilk üç kitabını da birer öfke-anlatısı olarak tanımlamak mümkün. Mizantrop bir öfkenin taşması. İlk kitabı İhsan bu öfkeyi daha apatik ya da ketum bir yerden ifade edip öfkeyi kendi etrafına ördüğü bir duvara dönüştürürken sonraki iki kitabı Çöreklenen ve Genç Yazarın Notları öfkeyi (ya da Nietzscheci bir hıncı) açıkça ortaya döküyor. İlk iki kitap üzerine yazdığım yazıda İhsan'ı apatinin gücü, Çöreklenen'i ise aşırılığın gücü olarak tanımlamıştım. Bu apati, öfke ve aşırılık Yurtdaş'ı bir yeraltı edebiyatı çizgisine yaklaştırıyor, Dostoyevski'den Oğuz Atay'a, Kafka'dan Celine'e uzanan, bozguncu bir anti-kahraman geleneği. Benjamin'in “Yıkıcı Karakter” adlı yazısında söylediklerine neredeyse birebir uyan karakterlerdi bunlar. Bu son kitap ise öfke ve yıkıcılığı dile ve metnin yapısına da sıçratıyor, senin de dediğin gibi. Ve burada artık 'anti-kahraman' bile denemeyecek bir ses konuşuyor, Beckett'in, Artaud'nun sesine yaklaşan, yer yer bir grotesk konuşan ağza dönüşen bir metin ya da anti-metin.

Ama bir fark var burada: Beckett ya da Artaud tamamen anlaşılırın dışında bir ihtimali zorlayıp  'psikotik' denebilecek bir metin kurarken Terpiştiriyordu dilde yarattığı bütün tahribata rağmen ara ara kendine geliyor. Fragmanlardan bazıları anti-metin sarhoşluğundan bir ayılmayı ifade ediyor. Bu da aslında metni nevrozla psikoz arasında bir gerilimde tutuyor. Saçmalayan ses, bir saçmalama coşkusuna kendini kaptıracakken, başka bir ses gelip onu durduruyor. Alıntıladığın cümlenin sonunda bir 'mı' var. “Beeen’i dağıttım. Ortaya öfkeden ibaret bir yaratık çıktı. Mı”

Yani burada, edebiyatta parçalanma ve sesin kayboluşu denilen şeyi gören, zaman zaman oraya meyleden ama bu parçalanmışlığın yekpâre olmasına da razı olmayan bir şüpheci ya da 'self-conscious' bir şerh var. Konvansiyonel yazıya olduğu gibi deneysel yazıya dur diyen bir şerh bu. Bu ikili itirazda leziz bir şeyler var. Bilincin yazısına da bilinçdışının yazısı denebilecek şeye de bir itiraz. Otomatik yazının ya da sayıklamanın başladığı bölümler var ama sonra bunları böyle bir yazıyla arasına mesafe koyan şüpheci ya da alaycı bir ses takip ediyor. İyi bir yazı diyalektiği bu.   

Soruyu soruyor bir yerde:

“Yeni edebiyat ne olacak. Bana soruyorlar bana ben ne bilirim. Beni görüyor musun. Görüyor musun.”

Şöyle de diyebiliriz: deneysel ve parçalı bir metnin içinde anlaşılmayı, empatiyi ve bir bağ kurmayı talep eden daha bütüncül bir ses de var. Senin 'kırık cam kutusu' dediğin şeyin acısını, benzetmeyi sürdürerek söyleyeyim, o cam kırıklarının hassas bir yerlere battığını hisseden bir ses. Bu nedenle de gerilimli bir metin, zaten bu gerilim olmasa okunabilir miydi ondan da emin değilim. Delilerin sayıklamasını okuyabilen ya da takip edebilen nadirdir.  

II.

D.K.: ‘İyi bir yazı diyalektiği’ olduğu tespitine katılıyorum. Bence bu diyalektiği, tam da bir travmanın, bir ‘zor’un ikamet ettiği bilinçdışını, senin ‘bilincin yazısı’ dediğin dille araştırarak kuruyor. Sonuçta şunu biliyoruz; bilinçdışı (per se) olduğu şekliyle yazılamaz; şimdideki tezahürleriyle, geçmişteki ‘darbe’nin izi sürülür. Terpiştiriyordu’nun anlatıcısı da bence bu darbenin, bir şiddet örgüsünün ‘jeneolojisini’ yapıyor. Bu anlamda, kendi kendinin farkında (self-conscious) olduğu kadar; kendine işaret eden, kendine dönen de (self-referential) bir metin.

Buradaki anlatıcı yine başka bir karakteri akla getiriyor. Amerikalı oyun yazarı David Seidler’ın senaryosunu yazdığı The King’s Speech filminde, İngiltere Kralı VI. George ile kralın kekemeliğini tedavi etmeye çalışan terapist Lionel Logue arasında şöyle bir diyalog geçer:

Lionel: Bana kral olmak istemediğinizi söylediniz. Sizi neden dinleyeyim?
Bertie: Çünkü benim kendimi dinletme hakkım var. Benim sesim var!

Kitapta da sesini dinletmek isteyen; sesini duyurmak için bağıran, küfreden, isyan eden, ama bir o kadar da çaresiz, yorgun, hayal kırıklığına uğramış bir karakter var: Kendi kendine, bazen (başkalarıyla değil) başkalarına hitaben, çoğunlukla da ‘serper’ diye çağırdığı ‘fiktif bir köle’yle (80) konuşuyor. Serper, Yüzüklerin Efendisi’nin meşum Gollum’u gibi değil, Turgut Özben’in Olric’i gibi uysal, sadık, sabırlı, hayali bir ‘muhatap.’ Zaten bildiğimiz anlamda ‘konuşamayan,’ kendi sesinin ekosuna yabancı bir karakterin ve onun muhatap yoksunluğunun ‘hikâyesi’ şu sözlerle açılıyor:

1: Kasmayınız. Mutsuzsunuz. Şefkat diye bir şey vardı. Hepinizi seviyorum. Beni sizler mahv eylediniz.

Yurtdaş bu kitapta, önceki kitaplardaki karakterlere, örneğin İhsan’a (İhsan, 2015) veya Mc’e (Genç Yazarın Notları, 2018) kıyasla daha ‘eklektik’ bir karakter yaratıyor. Şimdiye değin Thomas Bernhard, Emil Cioran veya Vüs’at O. Bener’i çağrıştıran bir mizantrop olarak tarif edebileceğimiz yazarın Terpiştiriyordu’da yine benzer şekilde trajik, ama bir o kadar da romantik bir tona kaydığı, ‘insanın içine düştüğü hallere’ işaret eden mizahi yanıyla zaman zaman ‘grotesk fars’ denebilecek sahnelere ağırlık verdiği tespit edilebilir.

Bu isimsiz karakter, kavramsal olarak uzlaşmaz gibi duran özellikleri bir araya getirerek, gerçek dediğimiz şeyin ‘kırık cam kutusu’ olarak adlandırdığım temsiline yaklaşıyor esasen. Yani şöyle: Tek bir kutupta toplanan belirli özellikleri/vasıflarıyla, mutlak bir tutarlılık içinde oluşturulmuş, jenerik bir kahramandan söz etmiyoruz. Aksine, kapalı ve karanlık olduğu kadar okurun ilgisini ve yakınlığını arzulayan, “şefkat diye bir şey vardı” hatırlatmasında bulunan, hiddetli olduğu kadar sakar ve kırılgan, mizah duygusu güçlü bir karakter. Bir başka deyişle, krallığını ilan etmiş bir deli ya da deliliğini gizleme gereği görmeyen bir kral:

32: Panteri getirin. Efenim. Panteri getirin diyorum. Efenim panter yok binaenaleyh leopard vardır oh yanlışım chitha vardır. Kaç adet kaç adet isterseniz...

A.E.: Delilik meselesi kitapta bir hayalet gibi dolaşıyor. Bunun bir delilik-delirme-anlatısı olduğu aşikâr. Bir deli-kral gibi söylev çektiği de doğru. Ama edebiyatta delilik meselesinin tosladığı bir sınır hep var. Deliler yazınca, aslında okuyamazsınız. Delilik anlaşılmazdır. Simgesel düzenin ve dilin ötesine geçen, yeni bir düşünme ve görme biçimini kuran bir şeydir bu. Foucault delilerin sessiz dili derken buna benzer bir şey kast ediyordu. Delilerin dili, dile geçmemiştir.

Yıllar önce Foucault'nun delilik ve edebiyat üstüne bir konuşmalar kitabı yayınlandı: Büyük Yabancı: Delilik, Dil ve Edebiyat Üstüne Konuşmalar. Bu kitapta Foucault 'deliliğin kendi dilini devşirmesi için dil içinde ve dile karşı yeraltı çalışması'na ihtiyaç olduğunu söylüyor. Çok sevdiğim ve birkaç yazıda alıntıladığım bir tanım bu. O kitap üstüne yazdığım yazıda şunu kabul etmek zorunda kaldığımı fark etmiştim: bizde gerçekten 'delirmiş bir dille' yazan çok yazar yok, Sevim Burak ve Lale Müldür hariç, bazı kısımlarıyla da Oğuz Atay belki. Sonra bu deliliğe yaklaşan iki kitap yayınlandı: Ishag Uygar Eskiciyan'ın Zift'i ve Ekin Metin Sozüpek'in Tamanlanamayan'ı. Bu iki kitap da dilin formunu alabildiğine bozuyor, dili saçmalatıyor ve başka bir ses kuruyordu. Yurtdaş'ın bu son kitabı da 'delirmiş dil' açısından bu iki kitabın yanına eklenebilir.

Fiktif köle meselesine gelince, evet bir Olric durumu var burada. Ama Oğuz Atay'ın Olric'i onu tutabiliyorken, burada 'serper' anlatıcıyı pek tutamıyor. Araya giriyor ama mesela şöyle bir pasaja engel olamıyor:

Derdest et et et et et. Al al alalalalalalal. Nak nak. Hu iz der. Bunu da al. Ama ben metne içkinim. Ne dedi. Metne işkilli. Metne ilişkili. Ne demek

Beckett'in zaman-mekân duygusundan yoksun, paranoyak ve parçalı konuşan-seslerini andıran bu pasajın bir muhatabı yok. Muhatap 'ifade'nin kendisi. Bir self-referential durum. Buradan çıkıp, serper'den yardım istediği yerlerde ise Oğuz Atayvari bir pathos'a ya da acıklılığa kaydığı da doğru, mesela:

Titriyorum serper hastaneye hemen hayır kinin ver bana iyi gelir anakronik bir etkisi efem ağzınızı düz tutun öldünüz mü yok lan daha değil yavşak ver kinini pardon efendimiz aslında konversif atak geçiriyor olabilirim yarım saat sonra şenlik ateşleri yakılsın.

Anlatıdaki delilik meselesinin çok iyi ifade edildiği bir yer var. Hem 'içerik' hem de 'biçim' olarak:

“Beni deliler. Efenim? Konuş. Buyurmamnan birlikte kalkması. İlginç. Normalde oturur, kedilere bakarım. Şebeklere de. Ayrım yok. Tarik-i terakkide sınır tanımam, yakarım. Birçok kereler yapdım. Burada bir deli yatıyor. Yatıyor.”

Burada, asıl delilik alameti ikinci “yatıyor”da yatıyor (kelime oyunu kendiliğinden çıktı pardon). Bu tekrarlama zorlantısında. Anlatıcı ses –varsa öyle bir ses– kendi sesini deliye teslim ediyor. Orada yatan deliye bir dil vermeye çalışıyor.

Grotesk fars dediğin hafiften teatral –bir delirmiş Hamlet dili belki– konuşmaların yanı sıra Terpiştiriyordu'nun hatırlattığı başka bir Oğuz Atay metni daha var: “Ne Evet Ne Hayır.” Bu hikâyede de dilin aşırı ve bozuk bir kullanımı var. Noktalama işaretleri yok, cümleler yarım kalıyor, mantık hataları ve tekrarlar metni okunmaz hale getiriyor vs.. Hikâyenin kurgusu şu: Bir gazete için çalışan anlatıcı okur mektupları almaktadır, sonra MC isimli bir şahıstan (MC ismi bir yerden tanıdık geldi mi?) bir mektup alır ve bu okunmaz haldeki mektubu kendi düzeltilerini araya sıkıştırarak yayınlamaya karar verir. MC'nin mektubu bir delinin sayıklaması gibidir, anlatıcı da bu deliyi gramere doğru çeker. MC bir yerde 'manyak' olarak tanımlanır, buradan mesele mani'ye bağlanır ve 'maniac'ın tanımına: 'Kendini yüksek ve denetlenemeyen heyecan biçiminde ortaya koyan akıl düzensizliği.' Hikâyenin asıl can alıcı noktası şudur: Anlatıcı da arkadaşları tarafından 'manyak' olarak tanımlanmıştır bir keresinde ve MC'nin metni aslında anlatıcının alter-ego-metni de olabilir.

Ben bu kitapta Yurtdaş'ın bu 'manik' düzensizliği hiç ehlileştirmeden aktardığını görüyor ve Terpiştiriyordu'yu 'delirmiş bir dil'le yazılmış kitaplar listesine ekliyorum.

III.

D.K.: Senin de sık sık kullandığın bir kavram olan ‘yazı politikası’ açısından bakıldığında, Yurtdaş’ın bu kitapta ‘radikalleştiğini’ söylemek gerek: Klasik anlatı yapısını ve sözdizimini bozuyor yazar; sözcükleri kasten yanlış veya fazladan harflerle yazıyor, Türkçe karşılığı olmasına rağmen birtakım sözcükleri diğer dillerden olduğu gibi aktarıyor. Bu hamlenin, yukarıda belirttiğim gibi dilin müsrifçe ve yanlış kullanımıyla alay etmenin yanı sıra, edebiyatın sınırlarıyla ilgili bir deneme maksadıyla yapıldığı söylenebilir. Sevim Burak’ı takip eden ya da Burak’ın metinlerindeki yıkıcı kuvvetle girişilen bir karşı hamle, ‘kanon’a başkaldırı. Ya da Lale Müldür’ü akla getiren bir öz benlik soruşturması: Anne Ben Barbar Mıyım?

Elbette burada o kurucu ‘darbenin’ izleri sürülebilir. “Ben barbar mıyım?” sorusunu, Althusserci bir ifadeyle söylemek gerekirse, ‘çağrıldığı’ yere gitmeyi reddeden bir karakterin kendine yönelttiği bir soru olarak anlıyorum. Zaten anlatıcıyı kitap boyunca disiplin toplumunun yerleşik mekânlarında görüyoruz: Orduda, cephede, hastanede vs. Ve aslında ‘çağrıldığında,’ istenen yere gitmiyor karakter, emre itaat etmiyor; ‘bana mı dedin?’ şeklinde okunabilecek karşılıklar veriyor. Konuşma ‘bozukluğunun’ belirli bir hakikat rejimini mümkün kılan, yeniden üreten ve süreklileştiren dilin egemen dizgesine kapıyı kapatmasından (hatta ileri gidelim; özneleşmekten çıkarak, çıplak bir refleksle –barbarlıkla– bu baskıcı dizgenin sınır hattına kapıyı çarpmasından) kaynaklandığını öne sürebiliriz.

Yurtdaş, daha önceki bir yazıda ‘kapalılığı ve zamansızlığıyla karakterinin sesi dışında ses geçirmeyen’ bir kitap olarak söz ettiğim İhsan’dan sonra, Çöreklenen (2016) ve Genç Yazarın Notları’nda, okura daha çok yaklaşan ve onu kendi dünyasına davet eden, daha ‘açık’ anlatılar kurdu. Bu kitaplarda ‘olay nerede geçiyor?’ sorusuna değilse de ‘ne oluyor?’ sorusuna cevap bulmak, ‘olanları’ zihinsel bir haritalandırma işlemiyle yerli yerine koymak mümkündü. Terpiştiriyordu ise başka bir şey yapmak istiyor: Okurla dille dolayımlanan bir ilişki kurmak yerine, onu metinle doğrudan bir karşılaşmaya çağırıyor. Sert ve yoğun bir biçimden taviz vermeyerek, okurun yönünü tayin etmek için kurabileceği olası ‘haritaları’ baştan yırtıp atıyor. Yani sözcüklerin yerleşik anlamları üzerinden ilerleyen, böylece gitgide tanıdık gelen ve bir tür ‘çözüme’ veya ‘çözülmeye’ ya da ‘kurtuluşa’ erdiren ‘messianic’ bir anlatıdan ziyade; okuru bu karşılaşma anında güldüren, korkutan, şaşırtan, hatta zaman zaman kızdıran; performatif bir metin. Okurun da metnin harekete geçirdiği bu ‘yıkıcı kuvvete’ tutunması, ‘gerçek’ karşısındaki kırılganlığıyla yüzleşmesi gerekiyor.

Sevim Burak’ın Afrika Dansı’nı selamlayan bir pasajla, sözü ‘deli kral’a vererek bitireyim:

6: Afrika kırsalında gezmeyi hiç rağbet eylemediniz mi? Bu ne biçim Türkçe efenim, kendinize geliniz. Tımarhaneliklikler. Pek muhterem bir beyoğludum. Ne vakit hüzünlendim, bittim. Çalakalemliklere başladım, melankolya hasıl oldu. Ki en aşağılık rahatsızlıklardan biridir. Mel'un eder adamı. Eti karartır. İç titremesi sıvaşır. Kanatlar ayrılır. Flaplar açılır. Hava girer. Temiz hava. Galata'ya inerim.

A.E.: Burada daha da radikal bir yazı politikası olduğu kesin. Delilik bir mevzu olmaktan çıkıp bir dilsel performansa dönüşüyor. Shohona Feldman Writing and Madness'ta (maalesef Türkçeye çevrilmedi) şöyle çok iyi bir ayrım yapıyor: delilik edebiyatı ve edebiyatın deliliği.  Burada daha çok ikincisini, edebiyatın deliliğini görüyoruz. Buradan Deleuze'e giderek dili saçmalatmaktan, şizo-dilden de bahsedebiliriz tabii.

Ama bence asıl bu dilsel hamlelerin nedenini sormak gerekiyor. Bu dil şiddetini yaratan şiddet nedir? Burada kanona başkaldırmaktan, bir edebiyat-içi karşı çıkıştan, bir dil-oyunları-silsilesi yaratma, okuru afallatma çabasından başkaca bir şey var. Okuru modernistler afallattı zaten; Beckett ayrı, Joyce ayrı, Kafka ayrı, Woolf ayrı. Peki bu arkadaşlar bunu neden yaptılar? Gördükleri ya da sezdikleri hangi şiddet onların dili parçalamasına neden oldu? Moretti gibi soralım: Buradaki edebi biçimin sosyolojisi nedir?

Mesela Sevim Burak dili neden saçmalatır? Bazen, baba-dilinden, yasaklı anne-diline, Yiddiş diline ulaşmak için. Afrika Dansı'nda Türkçe dağılır, çatlar ve o çatlaklardan yasaklı, şiddet görmüş bir dil çıkar: bütün 'arıza'sıyla. Ben buna bir yazıda majör dilde arızalar çıkarmak demiştim.

Bahsettiğin barbarlık meselesinden devam edersek bir kitabı daha not etmek gerekiyor: Mehmet Mahsum Oral'ın Barbarlarla Beklerken'i. Oral kendini barbar ilan eden bir karakter üzerinden anlattığı yolculuk hikayesinde barbarca, yani 'anlaşılmaz' bir dili sahipleniyor, devletin, politikanın ve gündelik hayata sızmış çeşitli ideolojik aygıtların şiddetiyle 'hasar görmüş' bir dili karşımıza çıkarıyordu. Adorno'nun “sakatlanmış bir hayattan fragmanlar” dediği şeyde olduğu gibi, 'arızalı' bir dil yaratıyordu.

Yurtdaş'ın arızasının sebebi nedir peki? Ben biraz Nietzsche'ye yakın buluyorum bu arızayı. Düşünme biçimlerine çıkarılan bir arıza. Bir sarhoşluk denemesi. Dilsel bir sarhoşluk, dile birkaç doz alkol zerk etmek ve sarhoş dilin, tersten düşünceyi de sarhoş etmesini beklemek. Nietzsche tam bir dilciydi, dilin gerçekliği nasıl şekillendirdiğini ve deforme ettiğini biliyordu, aslında gerçekliğin dille kurulduğunu ve dili bozunca o gerçeklik denilen şeyin de bozulduğunu biliyordu. Delilere meyli de bundandı sanırım. Deliliğin dili gerçeği deler geçer. Bir yerde Nietzsche dilin ve gerçeğin uzlaşımsal yönünü ifade etmek için şöyle bir şey demişti: “Hakikatler metafor olduğu unutulmuş metaforlardır.” Yaptığı şey de metaforları açığa çıkarmaktı. Tanrı, mesela, bir metafordu, bir sürü şeyin ifadesi olabilecek bir dilsel yapıydı. Nietzsche tam da bu yüzden Tanrı öldü dediği anda Tanrı'yı öldüreceğini biliyordu, dilin peformatif gücü. Dil burada bir ifade aracı değil (biraz kelime oyunu yaparak söyleyeyim) bir 'ifa aracı'dır. Yurtdaş işte bu 'ifa' gücünü, senin performatif güç dediğin şeyi bu kitapta daha bir keşfetmiş görünüyor. Dil deneylerinin gerçek üzerinde dönüştürücü bir etkisi var. 20. yüzyıl başında dadacı şiir ya da kolajın ya da daha sonra Burroughs gibi yazarların uyguladığı 'cut-up'ın edebiyattaki işlevi bir kelime oyunları curcunası yaratmak değildir sadece, gerçeği esnetmek, öldürmek ya da 'gerçeği bıçaklamak'tır.   

Biz yine alkolle bulanan zihin ve dilden devam edelim. Kitapta şöyle bir yer var:   

İşler karıştı mı. Pek. Alkol boca boca boca ed. Köpürür, çözülür düğüm. Otoanaliz yaparım. Dururum. Bütün salaklığımla parışığım o vakit. Kendime ve doğayı severim. Köpek bilem beslerim. Güneşin ülkesinde.

Sarhoşluk anı, bu 'ağzı burnu birbirine karışmış' dille ifadesini buluyor: “Kendime ve doğayı severim.” Dilin küçük iflası. Dili ve gerçeği bıçaklama isteği. Ya da Yurtdaş'ın kitap boyunca kullandığı 'slang'e atıfla 'pıçaklamak' da diyebiliriz buna. Her şey bir yana Yurtdaş bu tuhaf kitapta dilde delikler açtığı, Foucault'nun 'gramerde delikler açmak' dediği şeyi yaptığı için başlı başına bir dilsel operasyon gerçekleştiriyor.

Biraz da buradaki  'sosyolojik malzeme'ye girmeye çalışalım. Dili parçalamak yeni bir şey değil. Modernist fragmanter edebiyata dikkatli bakılırsa o parçalanmaların ya etnik, ya politik bir şiddetin ya da bir çağ şiddetinin ifadesi olduğu görülür. Dadacıların arkasında bir yüzyıl başı yıkıntısı vardı. Beckett'in arkasında II. Dünya savaşı vs.. Yani edebi avangard, bir dil oyunu değildi asla. Yıkılan ya da yeniden kurulan bir dünyanın şiddetinin dile sıçramasıydı.

Ben bu kitapta 'saçmalamaların' ardında iki şiddetin izlerini gördüm: bir militer şiddet, iki tıbbi şiddet, ikisi de birbirine benzer. Sevgili Foucault hastane ve askeriye ve okul gibi 'disiplin' binaları ve yapılarının benzer olduğunu söylemekte haklıydı. Mesela şu fragmanda bir işkence sahnesinin çarpık gölgesini görüyoruz:   

Burunuz. Nasıl. Pek güzel oldu. Öncem böyle sterhil işkence görmemiştim. Her bi şey memnuniyet içindir, en harikulâde işkenceciler pizdedir. Pek âlâ sefkten havalara zıçyarasım var. Piraz elektrik verelim. Oooy. Nedir. Enercik. Paşka yere gitmem hep sizde görürüm jopumuz da far. Alayım. Isladın. İçme suy’udur, merak etmeyin. Ne muntazam işletme. Brilyant.

Türkiye'de işkence sahnesi çok yaşanmıştır bunu böyle ironik ifade eden bir pasaja  en azından ben rastlamadım. 'Ne muntazam işletme' lafı, aslında işkence yapılan yerlerdeki işleyişi çok iyi anlatıyor, evet onlar birer işletmedir, kötülüğün sıradanlığının mekânlarıdır bir bakıma.

Şunu düşünmek ilginç olur: İşkence aletlerinin kullanma kılavuzları var mıdır? Kafka'ya sorarsak evet vardır, Ceza Kolonisi'nde işkence aletinin soğuk ve mekanik işleyişini anlatır, bir yandan da işkence gören kişinin kanlı çığlıklarını duyarız. Bu ikisini yan yana getirmekteki unheimlich histir Kafka'yı Kafka yapan. Ve bugün de biliyoruz, işkence aletlerini ve silahları üreten 'şirketler' var ve bunların da CEO'ları var, takım elbiseli adamlar ve kadınlar. Burada bir acayiplik, feci bir soğukkanlı şiddet yok mu? 

Buradan bir millet-şiddet sahnesi ya da 'askerlik' anısına geçelim:

Kar yağıyordu. Bir türlü ilerlenemiyorduk. Üç yandan top ateşi. Kulak kopuyor, kalp yerinden oynuyor gibiydi. Donmak istemiyorduk...  Komutan bir çare olsun bulunsun diye dileniyorduk. Bir anda hücuma geçildi.

İlginçtir, belli bir yaşa gelen her 'Türk erkeği' askerlikle şu ya da bu şekilde tanışmasına rağmen, militer şiddet edebiyatta yeterince karşılığını bulmamıştır. Mesela Celine'nin Gecenin Sonuna Yolculuk'ta anlattığı gibi zehir zemberek, alaycı savaş-ordu tasvirleri pek yapılmadı. Bunun gibi anti-militer sahnelerin daha çok yazılmasını dileyelim.

Ve son olarak bir hastane sahnesi:

Bunha artık reddediyorum bu hayatı. Pekhi sakin olunuz. Bunha artık reddediyoru. Tamamm sakin ol. Fıp. Uyuşturucu iğneyle vurulmuştur. Artık istemiyoru. Peki, sana zarar vermiyecez, iğneyi çıkharın. İstemem, yeni hayat isteree. Peki. Yeniii

Burada vahşi bir hayvan gibi uyuşturucu iğneyle vurulan kişi muhtemelen intihar eğilimli bir 'deli' – bir deli kıvranıyor burada. Tıbbi şiddet altında.   

Evet bu sayfalarda bir deli yatıyor hatta kıvranıyor. Politik bir deli de olabilir bu. Klinikte işkence de görüyor olabilir. Dikkatli okursanız onca gürültü patırtı (ya da 'ses ve öfke') arasında size dünyanın şiddetini de anlatabilir. Zizek'in 'sistemik şiddet' dediği şeyi.

Bitirmeden bir not: Yurtdaş bundan sonra fragmanlar halinde bir 'anlatı' değil, ilk  kitabında olduğu gibi daha 'romana benzer' bir şey yazarsa ne olur merak ediyorum.   

 •