Camus sanık koltuğunda: Meursault Soruşturması

Meursault Soruşturması, Camus’nün Yabancı'sının bir yeniden yazımını içeriyor. Davud, Yabancı’nın baş karakteri olan Meursault’nun öldürdüğü Arap’ın hikâyesini ele alıyor, Yabancı'daki boşlukları dolduruyor, bir eleştiri süzgecinden geçiriyor.

28 Mayıs 2020 22:32

Anam ölmüş bugün. Ya da dün, bilmiyorum. (Yabancı)
Anam hâlâ hayatta. (Meursault Soruşturması)

Edebiyat tarihinde yeniden yazımların tarihi eskilere dayansa da modern dönemlerdeki yeniden yazımlarla geçmişteki yeniden yazım örnekleri arasında önemli farklar var ve belki de bunun en önemli sebebi geçmişte sanatın “orijinallik” gibi bir iddiaya dayanmaması ile ilgili. Sanatın İcadı: Bir Kültür Tarihi (2017) kitabında Larry Shiner sanata/sanat ürününe yüklenen “yenilik”, “orijinallik”, “kendinden önceki ürünlerden farklılık taşıma” gibi niteliklerin belli bir tarihsel zaman diliminde ortaya çıktığını, o zaman dilimine kadar sanat ürününden böyle bir beklenti olmadığını, bunun “icat” edildiğini açıklamakta ve tarihsel olarak bunun nasıl geliştiğini detaylıca anlatmaktadır. Gerçekten de geçmişte daha önce yazılmış belli iyi eserler tekrar yazılıyor, taklit ediliyor ve sanatın/sanat ürününün değeri de bu taklidin ne kadar başarılı olduğu ile ölçülüyordu, bu aynı zamanda önerilen bir şeydi. Bundan dolayı da yeniden yazımın amacı temelde ortaya bir sanat ürünü koymaktı. Yeniden yazımların modern dönemde de var olduğunu söyledim fakat ufak bir farkla: Bu yeniden yazımların amacı ortaya yeni ve orijinal bir ürün ortaya koymak değil. Peki o hâlde bu yeniden yazımdaki arzu ne?

Çoğu zaman bu yeniden yazımdaki arzu ilk/orijinal metnin altını oymak, onun içerdiği noksanları ve zaafları göstermek, ilk metni eleştirmektir. Örneğin Coetzee’nin Düşman kitabı Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe’nun yeniden yazımıdır. Keza Düşman’da Robinson Crusoe ve Cuma gibi karakterler aynı şekilde yer alır. Fakat bu ikisinin yanında aynı zamanda adaya düşen kadın bir karakter de vardır. Bu yeniden yazım Robinson Crusoe’nun kolonyalist içeriğini reddeder, bu içeriğin eleştirisini sunar. Örneğin Robinson kahraman gibi değil zayıf bir karakter olarak çizilir ve beyaz erkeğin birçok noksanı ve üstenciliği bu karakterde vardır. Orijinal romandaki gibi bir “medeniyet” inşa etme çabası görülmez. Robinson’un baskıcı niteliği vurgulanır, örneğin Cuma konuşmasın diye onun dilini kestiği iması yapılır Robinson için. Diğer yandan, romanın anlatısı da Robinson Crusoe’dan oldukça farklıdır, daha güvenilmez bir anlatıcısı vardır, geleneksel romanın yapısı ve içeriğinden de uzak, parçalı bir anlatım görülür. Böylece bu roman orijinal Robinson Crusoe’yu ele alırken onu eleştirir, onun hem içeriğinin hem de biçiminin altını oyar.

Buna benzer bir yeniden yazımı Kamil Davud’un Meursault Soruşturması kitabında da görüyoruz. Davud’un bu romanı, Camus’nün Yabancı kitabının yeniden yazımını içeriyor. Davud, Yabancı’nın baş karakteri olan Meursault’nun öldürdüğü Arap’ın hikâyesini ele alıyor, Camus’nün kitabındaki boşlukları dolduruyor. Elbette Yabancı’da eksik kalan hikâyedeki boşlukları doldururken kitabı ve yazarı da belli bir eleştiri süzgecinden geçiriyor. Bu yazıda, her iki romanı karşılaştırarak iki roman arasındaki benzerlik ve farklılıkları vurgulayacağım ve Meursault Soruşturması’nın nasıl bir yeniden yazım örneği olduğunu, Yabancı’daki boşlukları nasıl doldurduğunu, nasıl bir eleştiri barındırdığını inceleyeceğim. (1)

Meursault Soruşturması adından da anlaşılabileceği gibi Camus’nün Yabancı’sının baş karakterinin soruşturmasını mı içeriyor? Roman doğrudan bir soruşturmayı içermese de dolaylı olarak Meursault’nun ve ona bağlı olarak da Camus’nün bir soruşturmasını ve eleştirisini içeriyor denilebilir. Bu yeniden yazımı incelemek ve iki metni karşılaştırarak benzerliklerini/farklarını ortaya koymak aynı zamanda bu “soruşturma”nın da bütün boyutlarını ortaya çıkarmış olacak. Bu karşılaştırmayı yapabilmek için ilk olarak kısaca Yabancı’ya değinmek gerekiyor.

Yabancı ve Absürdizm

Camus’nün kitabı bilindiği gibi “Anam ölmüş bugün. Ya da dün, bilmiyorum” ifadesiyle başlar. Bu cümleden itibaren romanın sonuna kadar Meursault’nun duyarlılıktan ve duygudan uzak kişiliğinin izlerini görürüz. Annesi öldüğü zaman görünen o ki hiçbir şey hissetmez, patronuna bu durumun açıklamasını yaparken çekinir, “benim suçum değil” bile der. Annesinin cenazesi için onu daha önce göndermiş olduğu huzurevine gittiğinde de bu tavrını sürdürür, annesinin cesedinin yanında sigara içer ve bakıcıya da sigara ikram eder, kahve içer.

Annesinin cenazesi sırasında bile onun kafasının farklı şeylerle dolu olduğu görülür, işe veya gündelik hayata dair detaylar hakkında kafasını yormaktadır. Annesini son kez görüp görmek istemediği sorulduğunda bile “hayır” der. Sorulduğunda annesinin yaşını tam olarak bilmediği görülür. Daha sonra, annesinin ölümünden bir gün geçince Marie ile tanışır ve birlikte denizde yüzerler, komedi filmine giderler, sevişirler. Meursault’nun duyarsızlığının ve duygudan yoksun oluşunun bütün izleri buralarda görülür.

Meursault’nun bahsettiğim kız arkadaşı Marie ile de duygusal bir ilişki kurduğu söylenemez. Marie ona kendisini sevip sevmediğini sorduğunda “muhtemelen hayır” der ve sevip sevmemesinin bir şey değiştirmeyeceğini belirtir. Komşusu ve arkadaşı Raymond kız arkadaşını dövdüğünde hiçbir şey hissetmez hatta ona kız arkadaşından intikam alması için yardım eder, onun yerine mektup yazar, onun için tanık olmayı kabul eder. Romanın ilerleyen kısımlarında Marie ona evlenmek hakkında ne düşündüğünü sorar, Meursault kendisi için bunun bir değişiklik yaratmayacağını, eğer Marie istiyorsa evlenebileceklerini söyler.

Meursault için hayatta bir tercih yapmakla başka bir tercih yapmak arasında da belirgin bir fark görülmez. Bu kız arkadaşının teklifinde görüldüğü gibi patronu ona Paris’te yaşamayı düşünüp düşünmediğini sorduğunda ve şirketin Paris’teki işleri için Paris’e gidebileceğini ve orada yaşayabileceğini söylediğinde de görülür. Patronu bunu sorar çünkü Meursault gençtir ve onun Paris’te yaşamak isteyebileceğini düşünür. Meursault ise kendisi için her şeyin aynı olduğunu belirtir, hayatını değiştirmekle ilgilenmediğini söyler. Herhangi bir tutkusu yoktur, hayatını değiştirmek için de herhangi bir sebep göremez.

Yabancı’nın kırılma noktası, şehirdeki Araplar ile karşılaşılmasıyla başlar. Daha önce Meursault’nun arkadaşı Raymond ile kısa süreli tartışma yaşayan Araplar ile plajda tekrar karşılaşırlar. Bu kısa gerginlik geçtikten bir süre sonra Meursault bir Arap’la tek başına karşılaşır. Bu Arabın ise ismi verilmez, konuştuğu görülmez, sadece Arap olarak adlandırılır. Deniz, kum ve güneşin etkisiyle Meursault kendini rahatsız hisseder ve elinde Raymond’dan aldığı tabanca vardır. Önce bir kere ateş eder, ardından bir süre duraksayıp dört defa daha ateş eder. Neden ateş ettiği tam olarak anlaşılmaz, sanki güneşin onu terletmesi, kum ve hava sıcaklığı Meursault’yu ateş etmeye yönlendirmiş gibidir.

Romanın bundan sonraki kısmı Meursault’nun mahkeme sahnelerine değinir. Bu sahnelerde, işlediği cinayetten çok Meursault’nun cinayetten önceki hayatı ve yaptıkları sorgulanır. Annesinin ölümüne yeterince üzülmediği söylenir ve bununla suçlanır. Öyle ki avukatı bile bu duruma isyan eder “Hadi söyleyin, müvekkilim annesinin cenazesiyle ilgili mi suçlanıyor yoksa adam öldürmekle mi?” diye sorar. Bu sahnelerde mahkemenin de bir eleştirisi sunulur, Meursault mahkeme sürecine hiçbir katılımının olmadığı hisseder; suçlu olmasına rağmen kimse onun fikrini, düşüncelerini sormaz, ondan bir şeyler anlatmasını beklemez.

Romanın son kısımlarında aynı zamanda Meursault’nun bütün yaptıklarının arkaplanında yattığı düşünülebilecek bazı düşüncelerine rastlanır. Örneğin, “herkes bilir ki yaşam, yaşamaya değmez” der. Daha sonra papazla konuştuğu sahnelerde de onun tanrı inancı olmadığı görülür. Öldükten sonra bir hayatın devam ettiğine inanmaz, bunun yerine hiçliğe inanır. Yaşadığı hayatı “absürt” olarak tanımlar. Esasında bu “absürt” düşüncesi Camus’nün diğer metinlerinde de karşımıza çıkan bir düşüncedir. Örneğin bir deneme olan Sisifos Söyleni’nde Camus, hayat hakkındaki düşüncesini Yunan mitolojisinin bir kahramanı Sisifos’tan yararlanarak anlatır. Tanrıları kızdırdığı için bir kayayı dağın tepesine çıkaran Sisifos’un her taşı çıkarma denemesi başarısızlıkla sonuçlanır ve taş tekrardan yere doğru yuvarlanır. Sisifos her seferinde aşağı inip tekrar taşı çıkarmaya çalışır. Camus’ye göre Sisifos her seferinde taşın düşeceğini bilmesine rağmen tekrar onu çıkartmaya çalışır. Camus’ye göre insan da tıpkı Sisifos gibi yaşamın boşluğu, saçmalığı ve anlamsızlığının bilincindedir. Buna rağmen yaşamaya, yani taşı yukarı taşımaya devam eder. Bu düşüncede elbette Tanrı’ya da yer yoktur.

Sonuç olarak Camus, Yabancı’da bu düşüncesini örnekleyen bir karakterin hayatını ele alıyor. Meursault hayatı anlamsız, boş, saçma, absürd gören bir karakter fakat buna rağmen yaşamını sürdürüyor. Meursault herhangi bir eylemi gerçekleştirmek ile gerçekleştirmemek arasında büyük farklar görmüyor. Öldürme eyleminde dahi bu görülüyor; sıcak, güneş ve kumdan rahatsız olduğu bir anda tetiği çekiyor. Karşısındaki insanın ona yönelik bir saldırısı yok, Meursault ondan nefret de etmiyor, kendisinin tabiriyle “cebinde bir silah varken ateş etmek ya da ateş etmemek gibi iki seçenek var” ve o ateş etmeyi seçiyor.

Camus’nün absürd düşüncesini romanıyla örneklediğini söyledim. Yine daha önce söylediğim gibi romandaki cinayet metnin aynı zamanda kırılma noktası çünkü bu andan itibaren Meursault’nun mahkeme süreci yani onu idama götüren süreç başlamış oluyor. Diğer yandan Meursault’nun hayat hakkındaki düşüncelerinin kendi ağzından görülebildiği kısımlar da yine bu andan itibaren başlamakta. Fakat romanda cinayete dair ayrıntılı bir aktarım görülemiyor. Özellikle öldürülenin kimliği hakkında romanın verdiği bilgi çok sınırlı. Bu kişinin ne sesi, ne hikâyesi, ne ismi romana dahil edilmiş bir hâlde. Kamil Davud’un Meursault Soruşturması da tam da bu noktada başlıyor.

Meursault Soruşturması ve yeniden yazım

Kamil Davud’un romanının ilk cümlesi “Anam hâlâ hayatta bugün”. Roman Camus’nün Yabancı’sının aksine annenin ölüm haberiyle değil yaşıyor olduğu haberiyle başlıyor. Romanın geri kalanında da annenin yadsınamayacak bir önemi olduğu söylenebilir.

Meursault Soruşturması’nda bir yandan olay örgüsü kendi seyrinde ilerlerken bir yandan da başlangıçtan sonuna kadar sürekli olarak Camus’nün Yabancı’sı ile bir hesaplaşma görülür. Henüz romanın başında “orijinal çocuk o kadar iyi öykü yazarıydı ki, insanlara suçu unutturdu” der. Unutturulan suç Meursault’nun işlediği cinayettir. Diğer yandan, Yabancı’da maktûle bir ad bile verilmemesi eleştirilir.

Romanın anlatıcısı, Yabancı’da ölen Arap’ın kardeşidir, ismi Harûn’dur. Harûn şöyle söyler: “Ölü adamın yerine ben konuşabilirim, böylece onun sözcüklerini tamamlayabilirim.” Gerçekten de Harûn abisinin yarım kalan hikâyesini tamamlamak ister ve roman da temelde bundan oluşur. Cezayir’in bağımsızlık sürecinden sonra yaptığına benzer bir şekilde, bu romanda, evden –yani Yabancı’dan– geriye kalan taşları alıp birer birer onları sökeceğini ve kendi evini, kendi dilini yani Meursault Soruşturması’nı inşa edeceğini söyler. Bu, bir çeşit yapısöküm olarak adlandırılabilir. Harûn eski öyküyü alır, onun temellerini bozarak hikâyeyi yeniden üretir, ona eklemeler yapar ve böylelikle onu tahrif eder, ondaki kimi boşlukları doldurur.

Anlatıcı romanda Camus’nün kullandığı “Araplar” ifadesinin belirgin olmadığını belirtir. Bu Araplar, özellikle de kardeşi Musa kimdir, nedir, romanda bunun anlatılmadığını vurgular. Kardeşinin, “o gün ne yapacağını, hayatının geri kalanında ne yapacağını, arkasında taşıdığı silahıyla ne yapacağını bilemeyen Fransız bir adamın silahından çıkan kurşunlarla” öldürüldüğünü söyler. Böylelikle Camus’nün Meursault’yu nasıl merkeze aldığını ve bu Meursault’nun da öldürdüğü Arap’ı ne kadar az önemsediğini gösterir. Varoluş sıkıntısı yaşayan Fransız bir adamın can sıkıntısının sonucunda öldürülmüştür kardeşi:

“Nasıl olur da birini öldürüp ölümünü bile onun elinden alabilirsiniz? Öldürülen benim kardeşimdi, o değil! Musa’ydı, Meursault değil, anladınız mı?”

Meursault'dan çok romanda anlatılmayan Musa’ya haksızlık edildiğini düşünür Harûn. “Kurbanın adı neydi, nerede yaşamıştı, hangi aileden geliyordu, çocukları var mıydı? Hiçbir şey yok” diye kurbanın, maktûlün romanda kendine yer bulmamasını eleştirir, Musa’yı bugün kimsenin bilmediğini vurgular. “Musa’nın da silahı, felsefesi veya güneş çarpması var mıydı?” diyerek Meursault’a Yabancı’da atfedilen özelliklerin Musa’da da olabileceğini ama bunun anlatılmadığını vurgular.

Diğer yandan anlatıcı Meursault’yu Robinson Crusoe’ya da benzetir ve onun Cuma’sını öldüren Robinson olduğunu iddia eder. Bu noktada şunu hatırlamalı: Coetzee’nin kitabının da Robinson Crusoe’nun bir yeniden yazımı olduğunu söylemiştim. Bu açıdan, anlatıcı Robinson Crusoe ile Cuma arasında kurulan hegemonik ilişkinin benzerinin aslında Meursault ile Musa veya Arap arasında da görülebileceğini vurgulamış oluyor. Camus’nün Yabancı’yı kurgulama biçimi Meursault’yu efendilikle Musa’yı ise kölelikle özdeşleştiriyor, bundan dolayı da aslında öldürülen Musa’dan hiç bahsedilmiyor çünkü o adı anmaya değecek birisi değil. Bu açıdan onun Arap olması da belki tesadüf değil. İsmi bile söylenmeyen, ölümü değerli olmayan, mahkemede bile ölümünden çok fazla bahsedilmeyen bir Arap, yani Musa. Musa’dan bahsetmek bundan dolayı bir direniş, bir altını oyma hâlini almış oluyor.

Bu altını oymanın veya eleştirinin anlamı ne? Elbette bu biraz da Fransa ve Cezayir arasındaki kolonyal ilişkiye dayalı. Örneğin anlatıcı Harûn romanda, “Benim abimin adı Musa’ydı. Yani onun bir adı vardı. fakat sonsuza kadar o “bir Arap” olarak kalacak” diyor. Bu aynı zamanda Fransa ile Cezayir arasındaki sömürgeciliğe dayanan ilişkiye de uygulanabilir. Bu ilişkide de Arapların tek tek bir adı yoktur, onlar sadece Arap’tır. Bu hegemonik ilişkiyi Kamil Davud, Camus’nün Yabancı’sında da görüyor, Camus’nün böyle bir kurgu yapmasının nedenini de bu hegemonik ilişkide buluyor ve romanın ideolojik yönünü deşifre etmiş oluyor. Burada Camus’nün de Cezayir kökenli olması romanın sömürgeci bir zihin içermesini engelleyememiş gibi gözüküyor.

Anlatıcı doğrudan bahsettiğim şekilde ve alıntılarla örneklerini verdiğim gibi Meursault’yu ve dolaylı olarak da Camus’nün Yabancı’yı kurgulama biçimini eleştirdikten sonra asıl amacını açıkça söylüyor: “Bahsettiğimiz bu hikâye yeniden yazılmalı” diyor ve aslında yazdığı roman da bu yeniden yazımın örneğini oluşturuyor.

Anlatıcı Harûn “Doğumundan ve ölümünden yarım asır sonra, nihayet adama ismi verildi” diyor ve bunu yapan da bir nevi bu romanın kendisi, bu romanın yazarının kendisi. Bu anlamda, kendisini sorunsallaştıran ve neden ortaya çıktığını söyleyen bir roman Meursault Soruşturması. Diğer yandan, bu öyküyü anlatmak için bir çerçeve de kuruyor; anlatıcı barda ve öyküsünü anlatıyor. Okur ise barda onu dinliyor. Bu anlamda metne okuru da dahil eden, onunla ilişki kuran, ona sorular soran, zaman zaman onunla alay eden, onun düşüncelerini ve cevaplarını tahmin eden bir anlatıcı var. Bu da muhtemelen romanın postmodern özellikleriyle ilgili: Hem metnin yazılma sürecini okura dahil ediyor, hem de romanın sonlarına doğru giren kadın karakter Meryem aracılığıyla üstkurmaca barındırıyor ve romanın nasıl oluştuğunu anlatıyor. Bir yandan okuru romana dahil ediyor, bir yandan da eski bir metnin eleştirel yeniden yazımını içeriyor ve metinlerarası bağı eleştiri dolayımında kuruyor. Bu anlamda postmodern edebiyata yakın ve postmodern edebiyat tekniklerini kullanan bir roman Meursault Soruşturması.

Peki, romanda Camus’nün bahsetmediğini söylediğim Musa’ya dair neler öğreniyoruz? İlk olarak, Musa öldürüldükten sonra kimsenin Musa’nın annesine veya kardeşine sorular sormak için gelmediği görülüyor. Harûn bu konuda ciddi bir araştırma yapılmadığını aktarıyor. Daha sonra, Musa’nın bir şehit/kahraman olarak algılandığı görülüyor ve Harûn da “kahramanın kardeşi” olarak algılanıyor. Diğer yandan, aile, yani anne ve Harûn’un birçok ekonomik zorluk yaşıyor. Daha sonra Harûn kardeşinin öldürülmesi hakkında kendi başına çeşitli araştırmalar yaparken Meursault’nun annesinin mezarının olmadığını fark ediyor. Ortada bir cenazeye dair bile kayıt olmadığını söylüyor: “Sizin kahramanınız anlaşılan o ki size yalan söylemiş.” Yabancı’daki en önemli olaylardan birinin aslında gerçek olmadığını iddia ediyor ve Meursault’nun aslında cenazede bile bulunmadığını aktarıyor.

Bu araştırmalar sırasında cinayet hakkında da katil hakkında da çok fazla bilgiye ulaşamıyor Harûn. Diğer yandan, Musa’nın cesedine de ulaşamıyorlar. Yabancı’da Musa’nın vücudunun gizem olarak kalmasının ve kitabın bundan hiç bahsetmemesinin altını çizerek bunu şiddet eyleminin adeta yok sayılması olarak yorumluyor. Ne kayıtlarda ne de kitapta abisi Musa’nın bedenine dair bir ize rastlayamıyor Harûn. Meursault’nun itirafı dışında suç adına bir kanıt olmadığını söylüyor.

Daha sonra Meursault’nun neden bu cinayeti işlediği hakkında çeşitli yorumlar var: Harûn, Meursault’nun bu cinayeti aylaklıktan veya güneşten sıkıldığı için işlediğini iddia ediyor. Bu düşünmelerde her seferinde tekrar aynı yere ve aynı öfkeye dönüyor:

“Bu bir suçun öyküsü fakat bu öykünün içinde Arap öldürülmüyor bile, öldürülüyor tabii ama kitaptaki ikinci en önemli karakter olmasına rağmen ismi yok, yüzü yok, sözleri yok. Bu size anlamlı geliyor mu, sizin gibi eğitimli birine? Bu hikâye absürd! Düpedüz yalan. Gidin bir gözlük alın, benden olsun. Sizin o Meursault’nuz bir dünyayı değil bir dünyanın sona erişini anlatıyor.”

Harûn sorularına cevap bulamıyor, neden Meursault’nun cinayetten sonra veya idam kararı açıklandıktan sonra çok rahat olduğunu, neden abisinin hiçbir zaman bulunamadığını ve neden mahkemenin cinayet yerine cinayeti işleyen adamın annesinin cenazesindeki tavırlarını yargıladığını hiçbir zaman tam olarak öğrenemiyor.

Meursault kitapta Harûn’un dilinden uzun bir sorgulama geçiriyor diyebiliriz. Camus’nün absürd olarak sunduğu her şey ve romanda Meursault’nun yaşadığı her olay Meursault Soruşturması’nda didik didik ediliyor ve bir nevi bu felsefe de anlaşılmaya çalışılıyor.

“Meursault ünlü olmaya başlamıştı, gençti ve özgürdü, iyi maaşlı bir işi vardı, şeyleri olduğu gibi görebilme kapasitesine sahipti. O zaman o Paris’e taşınmalı ya da Marie ile evlenmeliydi. Neden her gün o plaja gidiyordu?”

Romanın devamında annesi ve Harûn’un hayatının bu cinayet tarafından çok fazla etkilendiği de görülüyor. Bundan dolayı Cezayir Bağımsızlık Savaşı’na dahi katılmıyor Harûn ve bu olayın travması onlar için hep canlı kalıyor.

Romanda kırılma noktası gibi görülebilecek olay ise bahsettiğim travma ile baş edebilmek ve bir çeşit intikam alabilmek için anne ve Harûn’un bir cinayette karar kılmaları. Harûn Cezayir’de Fransız bir adamı öldürüyor, tıpkı Meursault’nun bir Arap’ı öldürmesi gibi. Bu cinayette daha çok annesinin Harûn’a teşviki olduğu görülüyor; Yabancı’da anne ölürken ve bundan dolayı eylemsizken Meursault Soruşturması’nda tam aksine anne capcanlı, öldürülen abisine dair anlattığı hikâyelerle Harûn’un da temel belirleyicisi ve nihayetinde onu suça iten temel özne.

İşlediği cinayetin ardından Harûn’un da tıpkı Meursault gibi Tanrı inancının olmadığı kendi iç konuşmalarından öğreniliyor. Bu düşüncelerin arasında Harûn’un “Sizin kahramanınızın tersine, ben özgür bir insanın coşkusuyla mahkemede yargılanmak isterim” dediği de görülüyor. Romanda Harûn’un sıklıkla kendini Meursault ile karşılaştırdığı sahnelerden bir örnek bu. Tıpkı Meursault gibi o da cinayet işliyor, belli süreliğine hapse giriyor. “Her şeyi düşündüğüm zaman benim hayatım sizin kahramanınızdan daha trajik” diyor Harûn. Aslında Meursault’yu soruştururken bir anda Meursault’ya dönüşmüş olduğunu fark ediyor.

Düşünceleri de Meursault’nun düşüncelerinden çok uzakta değil Harûn’un:

“Adam öldürdüm ve o zamandan beri hayat benim gözlerimde artık eskisi kadar kutsal değil. Yaptığım şeyden sonra tanıştığım her kadın büyüsünü kaybediyor, onların bana kesinliğin illüzyonunu verme imkânı yok oluyor.”

Buradan anlaşıldığı gibi cinayeti işlemesi Harûn’u Meursault’ya bir adım daha yaklaştırmış oluyor. Daha sonra, romanın sonlarında Cezayir’deki dindar insanlarla Harûn’un kendisi arasında ne gibi farklar gördüğü ve bunu da Meursault ile papaz arasındaki sahnelere benzettiği görülür. Bu açıdan romanın başından sonuna kadar Harûn’un Meursault ile kendisi arasında bir karşılaştırma yaptığı söylenebilir.

Hapse girdikten sonra Harûn’un yaşadığı sorun, temelde Meursault gibi “zamanın geçmemesi” gibi sorunlar değildir. O Bağımsızlık Savaşı’na katılmamıştır. Fransız birini öldürmüştür ve bunun için iyi bir sebebi de yoktur. Polis memurları ısrarla ona neden ülkesini özgürleştirmek için savaşta Fransızları öldürmek varken savaştan kısa bir süre sonra bir Fransızı öldürdüğünü sorarlar. Bu Fransızı onlarla birlikte savaş sırasında öldürebileceğini ama bunu daha sonrasında öldürmenin anlamsız olduğunu Harûn’a belirtirler. Bir anda Harûn’un suçu da bir cinayet işlemek değil, bu cinayeti yanlış bağlam ve zamanda işlemek olur, nasıl Meursault’nun suçu bir insanı öldürmek değil annesinin cenazesinde toplum normlarına uygun bir şekilde acı çekmemek/acıyı göstermemek ise Harûn’un cinayeti de Cezayir’e göre “fazla bireysel” kalmıştır; suçu cinayet değil Bağımsızlık Savaşı’na katılmamak hâlini alır, genelde ona sorulan sorular cinayetten çok bu dahil olmadığı savaş hakkındadır.

Romanın bu kısımları Cezayir’in sosyal koşullarının Fransa’dan ne kadar farklı olduğunu vurgular ve Meursault'nun işlediği cinayeti işlemenin Cezayirli birisi için ne gibi zorluklar içereceğini gösterir. Bir yandan da insan öldürmenin ne gibi koşullarda meşru, ne gibi koşullarda “yersiz” olduğu anlatılır, burada sarkastik bir eleştiri yakalamak mümkün. Cinayet eyleminin kendisi şiddet içerikli bir eylem olduğu ve başkasının yaşam hakkını sona erdirdiği için kınanmaz, ayıplanmaz: Cinayetin yeri, zamanı, bağlamı vardır ve eğer bunlar uygun bir şekilde gerçekleşirse cinayet meşru olabilir. Harûn “Mösyö Larquais’i Temmuz’un 5‘inde sabah 2’de öldürdüm, savaşın hâlâ devam ettiği söylenemez mi, yoksa Bağımsızlık kazanılmış mıydı? Öncesinde miydi, sonrasında mıydı?” diye sorarken bu durumun absürdlüğüne dikkat çekiyor, çünkü savaş tam da Temmuz’un 5'inde sona ermiştir. Belli bir tarih aralığında Fransızları öldürmek serbestken belli bir tarihten sonra bu artık bir suç hâlini almıştır. Cinayetin kendisi değil zamanı yargılanır ve kendisinin cinayetinin de hangi zaman dilimine girdiği belirsizdir.

Harûn’un hikâyesi daha sonra da Meursault’nun hikâyesinden farklı ilerler. Harûn “suçlu olup olmadığına, katil olup olmadığına, kurban olup olmadığına ya da disiplinsiz bir moron olup olmadığına” dair bir açıklama yapmadan serbest bırakılır ve belirttiğim gibi tek sorunun belirsiz bir zaman problemi olduğu aktarılır. Daha sonra Harûn’un öldürdüğü kişinin tıpkı Meursault gibi bencil, duygusuz ve duyarsız biri olduğu anlaşılır ve annesi tarafından onun için 'seçilmiştir'. Karakteri Meursault’ya benzeyen bir Fransız’ı öldürerek intikam almış olurlar.

Romanın sonuna doğru yazıda daha önce bahsettiğim üstkurmacanın nasıl oluştuğu görülebilir. Harûn ve annesinin evine Meryem isimli bir öğrenci gelir, Camus’nün kitabı ve Meursault üzerine bir tez yazmaktadır, bu tez için aile ile görüşmeye gelmiştir. Onlara Yabancı kitabını verir; anne ile Harûn bu kitabı okurlar, her şeyin yazılmış olduğunu görerek şaşırırlar:

“Bütün dünya katili, onun yüzünü, nasıl göründüğünü, portresini hatta kıyafetlerini bile biliyordu. Sadece... İkimiz hariç!”

Meryem’den hoşlanmaya başlayan Harûn kendi hikâyelerini anlatmaya başlar. Meryem bir yandan bu hikâyeleri dinlerken bir yandan da Harûn’a başka kitaplar verir ve bu kitaplar sayesinde Harûn Meursault’nun dünyayı nasıl gördüğünü anlamaya başlar. Belki de Harûn’un Meursault’ya benzemeye başlaması ve onun yaptıklarını yapması aldığı bu kitaplarla ilgilidir.2 Bu benzeme hâli romanın sonlarında daha da belirginleşir ve Harûn Tanrı inancını ve Cezayir’de bu inanca sahip olan muhafazakârları oldukça sert bir şekilde eleştirmeye başlar.

Esasında Meursault Soruşturması kitabının kendisini, Harûn’un Meryem’e anlattıkları olarak düşünmek de mümkündür ve bu bakımdan yeniden yazım aynı zamanda kendi oluşumunu da açıklamaktadır, metnin üstkurmacalığı da buradadır. Metin, kendi metinselliğini içine dahil eder ve nasıl ortaya çıktığını okura aktarır ve bunu yaparken sık sık okurla diyalog da kurar, ona seslenir.

Romanın sonunda artık Harûn’un sözlerinin Meursault’nun sözlerinden ayırt edilemediği görülebilir. “Yaşadığım bütün bu absürd hayat boyunca” gibi ifadeler Yabancı’da Meursault’nun ağzından çıkan sözlere benzerdir. Zaten anlatıcı Harûn da kendisini ve Meursault’yu hep birlikte düşünür:

“Eğer o cinayetle suçlanmışsa ve sonra da annesinin cenazesinde ağlamadığı için idama mahkûm edildiyse ne fark eder, ya da ben 5 Temmuz 1962’de bir adamı öldürdüğüm ama bundan daha önce öldürmediğim için mahkum edildiysem ne fark eder? Salamano’nun köpeği de en az onun kadar yaşamayı hak ediyordu. Küçük robot kadın da Masson’un evlendiği Parisli kadın kadar suçluydu. Ya da Marie, benimle evlenmemi isteyen. Meryem dudaklarını bana değil başka bir adama öneriyorsa ne fark eder?”

Bu kısımlarda artık Harûn ile Meursault’nun iç içe geçtiği görülüyor, bu bakımdan Meursault’nun kız arkadaşı Marie ile Harûn’un hoşlandığı kadın Meryem de iç içe geçiyor ve bütün olay ve karakterlerin anlamsızlığına varıyor metin. Bütün bu yeniden yazım eleştiri barındırıyor olsa da Yabancı’daki hayata anlamsızlık ve absürdlük atfeden bakış korunuyor:

“Burada hiç kimse yok, hiç kimse de olmadı! Bu cami boş, minare boş. Bu bir boşluk”.

Tıpkı Meursault’nun hikâyesindeki gibi. Hayatın kendisi bir hiçliğe indirgeniyor..

Sonuç

Toparlayacak olursam, Meursault Soruşturması’nın bir yandan Camus’nün kitabındaki kolonyalist ögeleri “yargıladığı”, bir yandan da bunu Cezayir ile Fransa arasındaki sömürgeci ilişkiyle birlikte düşündüğü söylenebilir. Yeniden yazım sırasında Kamil Davud, Camus’nün metinde yaptığı seçimleri sorguluyor ve bu seçimlerin olası ideolojik arkaplanını tartışıyor, eleştiriyor.

Bahsettiğim ve yazı boyunca da detaylıca anlatmaya çalıştığım bu eleştirinin dışında, metinde “Meursault’nun öyküsü eğer Cezayir’de bir Arap’ın başından geçseydi ne olurdu” gibi bir sorunun olası cevapları da tartışılıyor. Bu cevapları tartışmak aynı zamanda Cezayir’in toplumsal yapısını, politik bağlamını da okura göstermiş oluyor. Örneğin, Meursault’nun cinayetinin benzerini işleyen Harûn, Meursault gibi idama mahkûm edilmiyor, serbest bırakılıyor. Cezayir’de hukukun ve yargının yeterince kurumsallaşmadığı ve kutsal görülmediği, kişilere ve olaylara göre değişebilir olduğunun bir göstergesi. Diğer yandan, Meursault işlediği cinayetten dolayı değil annesinin ölümüne yeterince duygusal tepki göstermediği için sorgulanıyor muydu? Harûn da Bağımsızlık Savaşı’na katılıp Fransızları öldürebilecekken bu savaş dışında ve savaştan sonra bir Fransız’ı öldürmesi sebebiyle yargılanıyor ve ona sorulan soruların çoğu da Bağımsızlık Savaşı’na neden katılmadığı ile ilgili. Bu anlamda, Cezayir ile Fransa arasındaki sosyal ve siyasi farklar da vurgulanmış oluyor, her iki toplumun olaylara, suça, suçluya, cinayete bakışı arasındaki farklar da görülmüş oluyor.

Son olarak, metinde ara ara vurguladığım gibi Harûn ile Meursault birbirine benzeyen karakterler ve sonuç itibariyle her ikisi de sebepsiz yere cinayet işleyen karakterler. Bu roman, “Meursault’nun öyküsü eğer Cezayir’de bir Arap’ın başından geçseydi ne olurdu” sorusunun cevabını tartışırken bir yandan da Harûn’un zamanla nefret ettiği ve abisini öldüren Meursault’ya benzemeyişini tasvir ediyor.

İntikam peşinde koşarken düşmanına benzeyen birinin trajedisi... Bir yandan da sömürülen toplumların zamanla sömürgeci toplumlara benzemeye başlaması; onların adetlerinden, dillerinden, inançlarından etkilenmeye başlaması... Romanın sonunda Harûn’un düşünceleriyle Meursault’nun düşüncelerinin, her ikisinin kişiliğinin ayrılmaz bir hâl alması ilgi çekici ve bunu sağlayan da Meryem’in Meursault’ya kitaplar vermesi ve Harûn’un da bu kitaplardan öğrendiklerinden bir ölçüde etkilenmesi. Tabii bu noktada sömürgecilerin de genellikle kullandığı araçların kitaplar, dil, kültür olduğunu hatırlamalı.

Son bir yorum da okuduğumuz kitaplardan, yazarlardan etkilenmemiz şeklinde olabilir. Harold Bloom Etkilenme Endişesikitabında bundan bahsediyor ve bir yazarın kendinden önce gelen yazarlara öykünmesi ve onlardan farklı olma çabasının aynı anda işlediğini ve bunun bir çeşit “endişe” yarattığını vurguluyordu. Belki, yeni ve orijinal bir ürün ortaya çıkartmanın, kendinden önceki metinlerden etkilenmemenin postmodern düşüncede de pek mümkün görülmediği hatırlanabilir. Her metin kendinden önceki metinlerin toplamından izler taşır ve onlardan bağımsız düşünülemez. Meursault Soruşturması postmodern bir edebiyat ürünü olarak görülebilir: Biçim olarak da üstkurmaca barındırması, kendinden önceki bir metnin postkolonyal eleştiri dolayımında yeniden yazımını içermesi, metinlerarasılık barındırması, okurla fazlaca diyalog kurması, metnin kendi metinselliğini kitaba dahil etmesi bunu gösteren çeşitli izler.

Yabancı ve Meursault Soruşturması arasında yapılan karşılaştırma daha eski tarihli bir metin ve onun yeniden yazımı arasında yapılsa, çıkacak malzemeler ve motifler muhtemelen çok daha farklı olacaktı. Metnin başında da söylediğim gibi yeniden yazımlar edebiyat tarihinde çok yeni değil. Fakat yeniden yazımların amacı ve buna bağlı olarak içeriği zaman içerisinde belli değişikliklere uğruyor. Bu değişiklikleri, bu değişikliklerin ima ettiği sosyal ve edebi evren değişikliklerini anlamak için yeniden yazımları incelemek ve orijinal metin ile onun yeniden yazımı arasında karşılaştırmalar yapmak hayli önemli.

Kaynakça

Harold Bloom,. Etkilenme Endişesi, Metis Yayınları, 2008.
Albert Camus, Sisifos Söyleni, Can Yayınları, 1997.
Albert Camus, The Stranger, New York, Alfred A. Knopf, 1988.
John Maxwell Coetzee, Düşman, Adam, 1990.
Kamel Daoud, The Meursault Investigation, New York: Other Press, 2015.
Daniel Defoe, Robinson Crusoe, İş Bankası Kültür Yayınları, 2012.
Larry Shiner, Sanatın İcadı, İstanbul: Ayrıntı, 2017.

Notlar

1 Meursault Soruşturması kitabı henüz Türkçeye çevrilmediği için bu kitaptan yaptığım alıntıların tümü bana ait olacak, yine aynı sebepten sağlıklı bir karşılaştırma olması için Yabancı’nın da İngilizce çevirisinden yararlandım, Yabancı’dan yapacağım çeviriler de tamamen bana ait olacak, kitabın hiçbir Türkçe versiyonundan yararlanılmadı.

2 Bu bir bakıma Fransa ile Cezayir arasındaki sömürge ilişkisinin de metaforudur. Fransızlar Cezayir’e o bölgeyi sömürmek için gelir ve kendi dillerini, kitaplarını, dini inançlarını da buraya aktarırlar. Tıpkı sömürge toplumlarının zamanla sömürgecilere benzemeye başlaması gibi Harûn da zamanla Meursault’a benzemeye başlıyor denilebilir. Her ikisinin de en önemli aracı kitaplar ve dildir.