Siyasal İslamın bu kaçıncı ölümü…

"Roy’un siyasal serüveninin düşünsel dünyasını fazlasıyla etkilemiş olmasının ötesinde, asıl sorun, bu gibi tezlerin siyasal sonuçlarıdır. Müslüman nüfuslu coğrafyada, laikliğin modası geçmiş bir deneme olarak sayılması, demokrasi ile yollarının ayrılabileceği fikri ve bu çerçevede kurulan siyasi ittifaklar bu paradigma içinde şekillendi ve meşrulaştı."

08 Ağustos 2020 20:10

Bizim gibi ülkelerde, İslam, İslamcılık, Müslümanlar vb. konularda yazıp çizen Batılılara, sadece Batılı oldukları için şüpheyle bakan, bununla kalmayıp, en kıyıda kalmış adam veya kadınları bile Müslüman bir ülkeyi veya topyekûn İslamiyeti yıkmaya, bölmeye, katlayıp gömmeye niyetli ‘büyük bir projenin’ parçası olarak gören bir kesim hep vardır. Sağ milliyetçiler, İslamcılar ve sol ulusalcılar bu konuda birbirine çok benzerler. Bunun tam karşısında başka bir kesim vardır, onlar da bu konularda yazar çizer kim varsa, her sözüne bilim ve hikmet muamelesi yaparlar. Hele, söz konusu Batılı ‘uzman’, akademisyen, yazar çizer, Batı dünyasında da şöhretli biriyse!

Geçenlerde bu şöhretlerden biri olan Olivier Roy ile yapılmış bir röportaja rastladım. Roy, Türkiye’de Ayasofya’nın açılışını yorumlamış, asıl önemlisi yaklaşık otuz yıl önce ileri sürdüğü “siyasal İslamın sonu”nun geldiği tezini tekrarlamış, ne kadar haklı çıktığının altını çizmiş. Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama, Ayasofya ve Türkiye üzerine söylediklerini uzun boylu mevzu yapmayacağım. Özetle, “Erdoğan zihinleri İslamileştiremediği için taşları İslamileştiriyor” demiş. Bu tür çarpıcı sözler, tüm aforizmalar gibi ilk bakışta çok manalı gibi durur ama aslında pek bir şey söylemeyen laflardır.  Konuyu biraz açsanız, “Zihinleri İslamileştirmek nedir”, “Erdoğan’ın amacı bu muydu” veya “İslamcılık genel olarak zaten değerlerden ziyade semboller üzerinden bir güç mücadelesi değil midir?” gibi sorular havada kalır. Dahası Arap baharı, Tunus ve Mısır deneyimleri karşılaştırması… bir sürü büyük yorum yapmış, hepsi uzun tartışma konularıdır, geçelim.

“Geçeceksek bu konuyu neden açtın?” diyeceksiniz. Bu röportaj vesilesi ile, Roy’un tezlerinin (ve aslında benzeri pek çok isim ve görüşün) adı çok geçmesine karşın Türkiye’de pek de tartışılmamış olduğunu düşündüğüm için bu konuyu açtım. Roy, “siyasal İslamın çöküşü veya iflası”nı 1992’de yayınladığı çalışmasıyla ilan etti (L’échec de l’Islam Politique). Ben Fransızca bilmediğim için kitabını 1996’da yapılan çevirisinden okudum. O dönemler, Türkiye’de de İslam siyaset ilişkisi ve/veya İslamcılık, siyasal gelişmelere paralel olarak, en hararetli tartışma konularından biriydi. Tabii ki Roy’un bu kitabı da sonraki çalışmaları ve görüşleri de çok konuşuldu, sonra gündemden düştü. Türkiye’de pek çok vesile ile Roy’un bilgiçliğinden istifade edilmek üzere röportajlar yapılır, Türkiye’ye mahsus yorumları sorulur, ama bu adam bütünlüklü olarak ne der, doğru çıktığını iddia ettiği meşhur tezi neyin nesidir? Bunlar hiç kurcalanmaz. Tez yine, yeniden ‘çarpıcı’ yorumlar ile dolaşıma girince, mevzuyu sizlere biraz tanıtayım dedim.

Doğrusu Siyasal İslamın sonu sadece Roy’un tezi değildi, tam tersine oldukça popüler bir kanaatti. Bu konuda en cilalı yorumlar Asaf Bayat’tan geldi. O da Roy gibi, ‘İran Devrimi’nin başarısızlığını’ bu tezin çıkış noktası olarak alıyordu. Hangi kriterlere göre İran Devriminin başarısızlığına hükmedilmişti, o da ayrı bir konu ama asıl önemlisi, bu tezin devamı Müslüman ülkelerde İslamcı hareketlerin siyasal alanı terk ettiği ve toplumsal alana yöneldiği saptamasıydı. Genel olarak Post-İslamcılık olarak tanımlanan bu görüş, İslamcıların tepeden İslam devleti kurma hayalinden vazgeçip, toplumsal alanda örgütlenmeyi öne çıkarmasının ‘siyasal’lıktan uzak bir yöneliş olmadığı şeklinde, bence de haklı olarak eleştirildi. 2000’li yıllara kadar uzayan bu tartışmada, bu eleştirilerin en önemlilerinden biri Salwa İsmail (Rethinking Islamist Politics: Culture, the State and Islamism, 2006) diğeri Aziz Azmeh (Islams and Modernities, 2009) tarafından yapıldı. Konu sadece bir entelektüel yorum farkı değildi, yorum farklarının siyasi açılımı son derece önemliydi. Şöyle ki, İslamcılığın siyasallıktan vazgeçip toplumsallaşması, demokratikleşme olarak tanımlanıyordu. Doğrusu, İslamcılığı ve/veya İslamcı çevreleri topyekûn gerici siyasetin bir yüzü olarak gören sığ yaklaşımlara karşın, siyasetlerin toplumsal dönüşümlerde ve demokratikleşme süreçleri açısından önemine dikkat çekmek önemliydi. Ancak, bu kez de İslamcılığın siyasal yönü, yani hem iktidarı ele geçirme hedef ve stratejileri, hem de İslamcı ideolojinin demokrasi, bireysel haklar gibi konulardaki görüşleri, tamamen tartışma dışı kaldı. Post-İslamcılık yorumları, benim ‘bon pour l’Orient demokrasi’ dediğim ‘İslami demokrasi’ güzellemesine kadar gitti.

Diğer taraftan post-İslamizm, Batı dünyasında İslam siyasetlerine ilişkin yeni bir dalga ile de örtüşüyordu. Bu dalga, ABD’nin Clinton döneminde başını çektiği, İslamcı çevreler ile temas kurma çabası etrafında şekillenmişti. Batının İslamla uzun geçmişini bir yana bırakırsak; Soğuk Savaş sonrası, doksanlı yıllarda hareketlenen İslami radikalizme ve yeni bir İran olayı tehdidine karşı, ABD ve Batı dünyası yeni bir siyaset arayışına girmişti. Bu yeni siyaset, İslamcı hareket ve çevreler içinde ‘radikal’ ve ‘ılımlı’ veya Mahmud Mamdani’nin aynı adlı kitabında ifade ettiği gibi ‘iyi müslüman-kötü müslüman’ ayrımı yapmak ve ‘ılımlı’ çevreler ile ilişki kurmak şeklinde belirginleşti.

‘Ilımlı Müslüman veya İslamcı’ çevreler, bir yandan radikal hareketlerin önünü kesmeye yarayacaktı, –‘radikal’den kastedilen ilk bakışta ‘şiddet yanlısı olmamak’tı, ancak diğer bir kıstas İran yanlısı ve/veya Batı karşıtı olmamaktı– diğer yandan, yeni Batı siyasetine yön verenlere  göre, Müslüman nüfuslu coğrafyada seküler rejimler toplumsal desteğini yitirmişti, gelecek İslamcı çevrelerindi, o nedenle  ‘ılımlı İslamcılık’ ile temas kurmak veya bu çevreleri ılımlılaştırma yönünde etkilemek gerekiyordu. Bu yaklaşıma göre, Müslüman ülkeler için en iyisi, kendi kültür ve inançlarına uygun bir demokrasi modeli bulmaktı. Türkiye’de Erbakan başbakan olduktan sonra kendisi ile görüşen ABD Dışişleri Bakan vekili Peter Tarnoff,  Irak’ta Çevik Güç operasyonlarının devam etmesi için parlamentoda yenileme kararı çıkmasını beklediklerini söylemişti. Dışişleri sözcüsü Burns; “Türkiye ile ilişkilerimizin devam etmesi için bir şart olarak, laikliğin sürmesi gerektiğini söylediğimizi sanmıyorum” demişti ( Fawaz Gerges, Amerika ve Siyasal İslam, İstanbul, Anka, 2001, s. 306)

Bu noktada Roy’a dönelim, zira kendisi İslamcılar arasında ‘radikal ve ılımlı ayrımı’ ve ‘ılımlı’ İslamcılar ile temas siyasetinin mimarlarından… 2014 yılında Kayıp Şark’ın Peşinde başlığı ile yayınladığı biyografik-nehir söyleşisi kitabında, şöyle diyor:

“Yirmi yıl boyunca hemen aynı şeyi yazdım … radikallerle ılımlılar arasında ayrım yapmamız gerektiğini, Müslüman Kardeşler ile bazı şeylerin mümkün olduğunu, her ne kadar matrak olmasalar da bir siyasetle bütünleşebilir olduklarını söyledim.” (s. 200)

Ama asıl önemlisi, ‘ılımlı İslamcı’ tabirini nasıl icat ettiğini anlatıyor – o sırada İran İslam Devrimi sonrası, Fransa Dış İşleri Bakanlığını Afganistan ile ‘ilgilenmeye ikna için gerekçelendirme malzemeleri’ hazırlıyormuş…

“Ilımlı İslamcı kavramını belki de bu ortamda icat etmişimdir. Cemiyet-i İslami’nin iyi tanıdığım lideri Burhaneddin Rabbani, Afganistan direnişinin başkanı olarak 1984’te Rabat’taki İslam Konferansı zirvesine gelmişti. … Bakan kesinlikle Rabbani ile görüşmeliydi. Ama Cheysson kesin bir laikti ve mekânında sarık görmeye tahammülü yoktu. O zaman Rabbani’yi ‘ılımlı İslamcı’ olarak takdim ettim ve… ortak bir anlaşma zemini bulabileceğimiz kimselerle konuşmak gerektiğini ileri sürdüm…”  (Kayıp Şarkın Peşinde, s. 116)

Söz konusu olay, daha seksenli yıllarda Afganistan’da Sovyetlere karşı savaşan mücahitler döneminde geçiyor, Roy Suudi Arabistan ve ABD’nin desteklediği köktendinci mücahitler veya kendi deyimi ile ‘ılımlılar’ ile Fransa da ilişkin kursun diye çabaladığını iddia ediyor. Daha bir sürü şey anlatıyor. ‘Uzman ve siyasetçi’ başlığı altında, kimse sormadan bir uzman olarak siyasetle iç içe olmasını izah ediyor, kısaca idealleri doğrultusunda siyaset içinde yer almış, mesela Afganistan’da Sovyet ‘totalitaryanizmi’ne karşı’ mücadeleye destek olmuş. ‘Afganistan cihatı’nın sonuçları herkesin malumu iken, bu işlerin içinde yer almış olan Roy, otuz senedir aynı şeyleri söylemekten gurur duyuyor, ama asıl söylemesi gerekenlerden hiç bahsetmiyor.

Sık alıntılanan bir röportajında (Le Nouvel Observateuer, 21.01.1998) Carter dönemi ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brezinski, Afgan cihatı çerçevesinde “Radikal İslamcıları desteklediniz, onlara silah sağlayıp, eğittiniz için pişman değil misiniz?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermişti:

“Dünya tarihi için hangisi daha önemlidir? Taliban mı, yoksa Sovyet İmparatorluğu’nun çökmesi mi? Kışkırtılmış birkaç Müslüman mı, yoksa Orta Avrupa’nın özgürleşmesi ve Soğuk Savaş’ın bitmesi mi?”

Sonuçta, Olivier Roy’un bu konulardaki akıl yürütmesi de Brezinski’den farklı değil; tek fark, Roy’un uzman olarak köktendinci cihatçıları ‘ılımlı’ diye tanımakta kendini serbest hissetmesi. Hâl böyle olunca, Afgan savaş ağalarına ‘ılımlı’lık atfeden bir uzman-akademisyen, bu kavramı Fransız Dışişlerini ikna etmek için icat etmiştir de, ‘İslamcılık bitti’ deyince kimi neye ikna etmek istemektedir veya Afgan cihatını niye desteklediğini öğrendik de, başka bir yorum yaptığında hangi idealist saikler ile konuşmaktadır? Anlamak zor. Latife bir yana, Roy’un siyasal serüveninin düşünsel dünyasını fazlasıyla etkilemiş olmasının ötesinde, asıl sorun yukarıda da değindiğim gibi, bu gibi tezlerin siyasal sonuçlarıdır. Müslüman nüfuslu coğrafyada, laikliğin modası geçmiş bir deneme olarak sayılması, demokrasi ile yollarının ayrılabileceği fikri ve bu çerçevede kurulan siyasi ittifaklar bu paradigma içinde şekillendi ve meşrulaştı. Yeri gelmişken bir hatırlatayım dedim.

Peki Ayasofya meselesi ne oldu derseniz, konu zaten dinî bir konu değil, dinî milliyetçilik ve popülizm. Dinî milliyetçilik dediğimiz de, geçmişi sağ milliyetçilik ile fazlasıyla örtüşen Türkiye İslamcılığı olan ve fakat doğal olarak yeni koşullarda yeniden üretilen bir siyasal söylem, bu konu da böyle uzar gider…