Okuyucu: sessizliğin ve kayıtsızlığın arasında bir kuşak

"Hanna hapishanede olduğu yıllarda suçunu kabul etmiş ve pişmanlık göstermiştir. Bu ne Nürnberg mahkemelerinde ne de Eichmann dahil daha sonraki Holokost davalarında yargılanan sanıklarda rastlanan bir duygu değildir. Böylece Schlink belki de okuyucuya Hanna’nın yaşadığı bu dönüşümle tarih için farklı bir çıkış sunmaktadır."

17 Haziran 2021 16:30

19 Mayıs 2021, Frankfurt Nordend. Saat gece yarısına yaklaşırken yirmi beş bin semt sakininin evlerinden tahliyesi tamamlanmış, hastalar yakındaki diğer hastanelere nakledilmiş, dar bir sokaktaki yeni bir inşaat alanına yetmiş kamyon kum dökülmüş ve tedirgin bekleyiş başlamıştı. Az sonra boğuk bir patlama duyulacak, ardından polis ve itfaiye ekipleri spor salonunda bekleyen altı yüz kişiye müjdeli haberi vereceklerdi. Can ve mal kaybı yoktu, artık evlerine dönebilirlerdi.

Ertesi sabah yetkililerin tavsiyesi yönünde “tatile gideceklermiş gibi” hazırladıkları bavullarıyla geceyi geçirdikleri yerlerden evlerine dönen semt sakinleri, patlamanın ortasında üç metrelik bir çukur açtığı kum tepeciğine hayretle bakacaklar, çocuklar ise orayı hemen oyun alanı ilan edeceklerdi. “Yani o savaşın hayaleti bitiminden yetmiş altı yıl sonra dahi bu ülkenin peşini bırakmıyor” diye geçiyordu aklımdan o kum tepeciğine bakarken. Az ilerideki bir balkonda birisi epeyce yaşlı, iki kadına takıldı gözüm. “Belki de o bomba patlamadığı için şimdi hayatta” diye düşündüm yaşlı kadın için ama bunu hiçbir zaman bilemeyecektim ve belki de edebiyat bu yüzden vardı; hayatımız bilinenlerden çok bilinmeyenlerden ya da yaşadıklarımızdan çok yaşamadıklarımızdan ibaret bir şey olduğu için hikâyelerin içinde yaşıyorduk.

İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma, beş yüz kiloluk bir bombaydı o gün imha edilen. Bir önceki gün öğle saatlerinde, savaş yıllarından kalma bir sığınağın tam karşısında başlayan bir inşaatta bulunmuştu. Uzmanlar bombanın hasar gördüğü için her an patlayabileceğini, o yüzden de derhal imha edilmesi gerektiğini söylemişlerdi. Elbette Almanya’nın savaştan kalan ve halen keşfedilmeden duran yüz bin civarında bombayı barındırdığı bilinse de, yine de günlük hayatın hiç beklenmedik bir anda bölünüverdiği, olağanüstü bir durumdu bu. Yalnız bu durumda olağanüstü bir yan daha vardı. Nordend’de her şey on iki saat içerisinde gerçekleşmişti. Kısacası, Almanya uzmanları ve yetkin altyapısıyla, bir gün aniden bir hayalet gibi çıkıp gelen ve akıp giden hayatını rayından çıkarıveren bu bombaları artık kısa zamanda ve hasarsız bertaraf edebiliyordu ama ya diğer hayaletler? Örneğin Hanna Schmitz?

Almanya’nın Yahudi soykırımı basta olmak üzere Nazi dönemine ilişkin suçları üzerine çok konuşuldu, ancak özellikle Batı Almanya’nın bir suçundan daha az söz edildi: Geciken yüzleşmesinden!

Nürnberg Mahkemeleri (1945) savaşta yenilmiş bir devletin kazanan devletler tarafından yargılandığı ilk mahkemedir. Bu mahkeme(lerde) başta Alman halkı olmak üzere bütün dünyaya insanlığa karşı işlenen suçların korkunç boyutları ilk kez bütün açıklığı ile gösterildi, Nazi iktidarının önde gelen isimleri, ana sorumluları yargılanıp mahkûm edildi, aynı zamanda yine Alman halkına yekpare bir kolektif suçtan muaf tutulduğu mesajı verildi. 1949 yılına kadar Batılı müttefiklerin ve Sovyetler Birliği’nin ortak idaresindeki Almanya’da sürdürülen “Nazizmden Arındırma” soruşturmaları sonucunda ise Batılı müttefiklerin bölgesinde hakkında soruşturma açılan iki buçuk milyon kişiden sadece % 1,4’ü suçlu bulunur; diğer şüpheliler ya temize çıkar ya da sadece taraftar olarak sınıflandırılır. Böylece geçmişte Nasyonal Sosyalist Parti üyesi olan politikacılar, hukukçular, diplomatlar, öğretim üyeleri, sanayiciler, öğretmenler dahi ceplerinde “Persil karnesi” denen temiz kâğıdı ile savaş sonrası Almanya’sındaki hayatlarına Nazi Almanyası’nda kaldıkları yerden devam ederler. Bu arada yıkıntılar kaldırılır, evler tekrar inşa edilir, fabrikalar açılır. Bu yıllar ekonomik mucize ve suskunluk yıllarıdır. Ama bu suskunluk sadece kamusal alandaki bir suskunluk değildir; savaştan dönen babalar, savaş endüstrisinde çalışan anneler, herkesin gözleri önünde bir gün evlerinden alınıp bir daha geriye dönmeyen komşular, arkadaşlar sanki hiç olmamışlar, sanki başka bir ülkenin geçmişine ait gibidirler. Ve işte bu kayıtsızlık ve rehavet atmosferi içerisinde, Almanya’nın kendi hukuk düzeninin Auschwitz personelini yargılamasına değin tam on sekiz yıl geçmesi gerekecektir. Dava açılmasına açılır ancak yargılama süreci hukuki problemlerle gölgelenir, örneğin yirmi iki sanığın tek tek cinayet işlemiş olduğu  kanıtlansa dahi  zaman aşımı kuralı nedeniyle bir ceza kararı imkânsızdır.

Mecliste yoğun tartışmalar yaşanır ve zaman aşımı süresi hiç de az olmayan itirazlara rağmen 1969 yılına kadar uzatılabilir. İşte tam o günlerde, otuz yıl sonra Okuyucu romanını yazacak Bernhard Schlink genç bir hukuk fakültesi öğrencisi olarak Auschwitz davasını izlemektedir. Schlink Nazi dönemi suçlarına bulaşmamış, Nazi ideolojisini reddettiği için üniversitedeki görevinden istifa ederek o dönem rahip olarak çalışmış teolog bir babanın ve yine teolog bir annenin çocuğu olarak etik, adalet, suç, ceza, kefaret ve bağışlama kavramlarının konuşulup tartışıldığı bir aile ortamında büyümüştür. Bu temalar kendisini her zaman bir ‘hukukçu ve yazar’ olarak tanımlayan Schlink’in edebiyatının da ana temaları olacaktır.

Okuyucu on beş yaşındaki “profesör çocuğu” Michael Berg’in 1959 yılında, otuz altı yaşında bir tramvay kondüktörü olan Hanna Schmitz’le tesadüfen tanışması ile başlar. İkisi arasında bir yaz boyu sürecek ilişki Michael’in duygusal hayatında derin izler bırakırken, Hanna’nın zihinsel dönüşümünün de anahtar duraklarından birisi olacaktır. Michael’in ilk aşkı, ilk cinsel deneyimidir Hanna. Tek başına yaşayan, sert ama sokakta rastladığı hasta Michael’i evine kadar götürecek kadar merhametli, çocuksu ve yaptığı her işi büyük bir özenle yapan bu kadın bir süre sonra Michael’den sıra dışı bir istekte bulunur: Michael önce ona kitap okuyacak, arkasından birlikte olacaklardır. Ancak Hanna bir gün hiçbir iz bırakmadan, aniden kaybolur. İkisi tekrar karşılaştıklarında Hanna kurgusal bir Auschwitz davasının sanığı, Michael ise duruşmaları izleyen, genç bir hukuk fakültesi öğrencisidir. Hanna hayat boyu sakladığı sırrını, okuma yazma bilmediğini açık etmektense, davada verilen en ağır ceza olan müebbet hapis cezasını almaya razı olur. Fakat bu sırrı açık etmeyen sadece Hanna değildir. Geçmişteki okuma ritüellerini hatırlayarak onun okuma yazma bilmediğini anlayan Michael da davanın yönünü değiştirebilecek bu sırrı kendisine saklar. Michael daha sonraki yıllarda hapishanedeki Hanna’yı bir kez bile ziyaret etmese de, bir süre sonra kasete okuduğu dünya edebiyatı klasiklerini ona göndermeye başlayacak, bunu yıllarca sürdürecek ve Hanna bu kasetler yardımıyla okumayı kendi kendisine söküp, hapishane kütüphanesinden aldığı kitapların da etkisiyle Auschwitz’deki sorumluluğunu sorgulamaya başlayacaktır. Yıllar geçer. Hanna, Michael’e hiç cevap alamayacağı, küçük notlar göndermektedir. Bütün çabalarına rağmen kimseyle, hatta kızıyla bile sahici bir ilişki kuramayan Michael ise Auschwitz davası deneyimi nedeniyle yargıç, savcı ya da avukat olarak çalışmak yerine bir hukuk tarihçisi olarak sürdürür hayatını. Ancak öykü burada bitmez.

Okuyucu bugün Almanya’da ve ABD’de lise müfredatında yer alan, elli farklı dile çevrilmiş ve Almanca yazılmış bir roman olarak Günter Grass’ın Teneke Trampet’inin yanında son elli yılın en büyük okuyucu kitlesine ulaşmış, kısacası dünya edebiyatına mal olmuş bir roman. Bu romanı farklı köşelerden gelen birçok olumsuz eleştiriye rağmen okurlar için bu kadar çekici kılan noktaları tartışmaya girmeden önce biraz daha geriye, 1961 yılına dönmek istiyorum: O yıl milyonlarca Yahudi’nin sevkinden ve ölümünden sorumlu Nazi Adolf Eichmann’ın İsrail’deki yargılanmasını görmek Hannah Arendt’e de nasip olmuştu. Bütün duruşmalar boyunca izlediği Eichmann’ı, bu denli “kötülüğü” yapabilen Eichmann’ı, yani Nazilerin insanlığa karşı işledikleri suçun baş sorumlularından birini “kötülüğün sıradanlığı/banalliği” olarak tarihe geçirmişti Arendt. “Korkunç olan normalliğiydi” yazacaktı, çünkü duruşmalar sırasında karşısında bir canavardan çok, ateşli bir anti-semit bile olmayan, masasında çalışıp emirleri yerine getiren, yasalara uyan, psikolojik olarak stabil, SS içinde kariyer yapmak istemesi dışında hiçbir özelliği olmayan bir adam görmüştü. Eichmann Nazizmin sağladığı hukuki zeminde görevini en iyi şekilde yapmaya çalışmış, sıradan bir adamdı. Arendt’in şiddetle eleştirilmesine, hatta bazı yakın arkadaşlarının kendisine yüz çevirmesine neden olan bu gözlemlerinin bir kısmının, Eichmann’ın ideolojik boşluğuna dair kısmının doğru olmadığı bugün artık genel olarak kabul edilen bir gerçek. Ancak Arendt’in işaret ettiği başka bir nokta hâlâ geçerli: Arendt, Eichmann’da bir canavar değil ama bir tür görev ya da nesnellik ideolojisi tarafından esir alınan ve bunun ondaki her türlü muhakeme/düşünme mekanizmasının şalterini indirdiği bir fail türü görüyordu.

İşte Okuyucu’da Hanna’nın mahkemedeki savunması bize bu fail türünü hatırlatır. Hanna Auschwitz’e, ölüme yollanacakları seçen “seleksiyon” timinin bir çalışanıdır. Yargıcın duruşmada bunu neden yaptığı sorusu karşısında, isyan ve şaşkınlıkla bunun yapılması gerektiğini, bu yapılmadığı takdirde kampta yeni gelenlere yer açılamayacağını söyler. Hanna’ya göre bu neredeyse akıl dışı bir sorudur, çünkü o görevini en iyi şekilde yapmak, yani kampta yer açmak zorundadır. Duruşma esnasında Hanna ayrıca Siemens’teki işinden ayrılarak Auschwitz’teki işe başvurduğunu, çünkü orada daha fazla maaş ve iş güvencesinin söz konusu olduğunu öne sürer. Oysa Hanna, Siemens’de kendisine terfi olarak sunulan yeni iş olanağı okuma yazma bilmesini gerektirdiği için SS’e başvurmuştur. Aynı durum 1959 yılında, kondüktör olarak çalıştığı işinde de tekrarlanmış ve o yüzden birdenbire kaybolmuştur. Yani Hanna milyonlarca insanı ölüme gönderen bir makinenin aksamayan bir parçası olması nedeniyle değil de okuma yazma bilmediği için utanmaktadır. Çünkü modern toplumda kendi verimli işleyişini engelleyen şey budur.

Okuyucu'nun sinema adaptasyonunda (Kate Winslet ile David Kross.

Bernhard Schlink elbette Hanna Schmitz ile bir failden, ırkçılık gibi ideolojik bir temeli olmadan, sadece okuma yazma bilmediği için Auschwitz’te çalışan bir kader kurbanı yaratma tehlikesini göze almıştır. Ancak Hanna hapishanede olduğu yıllarda suçunu kabul etmiş ve pişmanlık göstermiştir. Bu ne Nürnberg mahkemelerinde ne de Eichmann dahil daha sonraki Holokost davalarında yargılanan sanıklarda rastlanan bir duygu değildir. Böylece Schlink belki de okuyucuya Hanna’nın yaşadığı bu dönüşümle tarih için farklı bir çıkış sunmakta, belki de tam da bu okuru rahatlamaktadır. Fakat Schlink, Michael dolayımı ile okura ikinci bir şey daha söyler: Michael, Hanna’nın Auschwitz geçmişini öğrendikten sonra onunla sadece kasete okuyup yolladığı kitaplar yoluyla bir ilişki kurar. Bu onun Hanna ile sadece 1959 yazına ait ortak ritüelleri yoluyla, yani sadece o zaman sevdiği bir insan olarak ilişkiye geçmesidir; bu yolla belki de Michael, Auschwitz gardiyanı Hanna ile bir ilişkiye yanaşmadığını söylemektedir. Ama bazı eleştirmenlere göre bu bile fazladır. Schlink, Hanna’nın bir aşk hikâyesi çerçevesinde “fazla insani” resmedilmesi dahil bütün bu eleştirilere, suçluya olan ilgimizin asıl kaynağının onu bir insan ve insani yanıyla görmemiz olduğunu ve bizzat bu nedenle hesabı kapatamadığımızı söyleyerek cevap verir. Schlink bu yaklaşımıyla bizi dramın derin sularından, güneşin aydınlattığı yüzeye doğru çeker. Aynı şekilde, canavar ruhlu ve erkek bir Nazi yerine bir kadını seçmesi sadece perspektif değişimine hizmet etmez; bu aynı zamanda toplumun her kesiminin dahil olduğu kolektif suça bir göndermedir.

Bernhard Schlink bütün öykü ve romanlarında olduğu gibi Okuyucu romanında da kısa ve net cümlelerle ilerleyen, sade bir dil kullanır. Yan olaylar ana hikâyeyi beslediği sürece ya da Çehov’un duvardaki silahı gibi eğer patlayacaksa romanda yer bulurlar. Yan karakterler de çoğunlukla adlarıyla değil, toplumsal rolleriyle sahneye çıkarlar. Ama bunlar sadece olay örgüsünü besleyen karakterler değil, aynı zamanda Schlink’in bir öğretmen rolüne bürünmeden, sessiz sedasız tartıştığı suç-suç ortaklığı, suç-kefaret ve suç-bağışlama kavramlarının da taşıyıcı figürleridir.

Bernhard Schlink sadece Nazi dönemi suçlarını değil, savaş sonrası dönemde bu suçlarla yüzleşmemeyi de ikinci bir kolektif suç olarak tanımlayan ’68 kuşağının bir üyesi. Ancak ’68 hareketi onun biyografisinde sokaklarda heyecanla “Ho-Ho-Ho Şi Min” diye bağıran bir gençten çok ahlaki bir görev olarak, politik doğruluğuna inandığı için gösterilere katılan, bugün de gördüğümüz o sakin, düşünerek konuşan ve sesini ne zaman duysam bana hep hayata dair “bir bildiği varmış” gibi gelen Schlink portresi ile uyumlu. Konuşmalarına bazen Okuyucu’nun özellikle son bölümlerinden aşina olduğumuz melankolik tını hâkim. Bu tınıyı Michael Berg’in Hanna’ya dair sırrını hayatında ilk defa ve tek bir kişiye, Hanna’nın yargılanmasına giden yolu açan Yahudi kadına anlatırken de duyuyoruz. Bu elbette yazarın Michael Berg ile kadın arasında bir tür mağduriyet ortaklığını zorlaması olarak da anlaşılabilir. Ama bu aynı zamanda Michael’in Hanna’ya duyduğu içsel bağımlılığı, bir Holokost suçlusunu affedebilecek en son insana açması, yani kendi hikâyesinin üstesinden gelmeye en zor noktadan başlaması olarak da anlaşılabilir. Belki de Schlink ancak bu yolla Michael’in kendi kızıyla sahici bir ilişkiye giden yolu açabileceğini düşünmüştür. Bu ilişki sahici olacaktır, çünkü varlığımız en sevdiklerimizin yanında çoğu zaman sadece filmin sonunu göstererek değil, aynı zamanda bütün öykümüzle durduğumuzda huzur bulur.

Frankfurt’ta imha edilen bombadan geriye kalan kum tepeciğine bakarken, ister istemez balkonda gördüğüm yaşlı kadının Nazi döneminde bir çocuk olduğunu düşünmüş ve bu bana ’90’lı yıllarda tanıdığım o rahatlama duygusunu hatırlatmıştı. O yıllarda bir süre yaşadığım ve bir film setini andıran tarihî Alman kasabasında Nasyonal Sosyalist Parti’nin 1933 seçimlerinde %50 oy aldığını okumuştum. O noktadan sonra karşılaştığım yetmiş yaş civarındaki insanların hangi %50’ye dahil olabileceğini düşünüp onlar için kafamda hikâyeler yazmaya başlamış ama bir süre sonra bunun ne kadar huzursuz edici olduğunu anlamıştım. 1944 doğumlu Bernhard Schlink yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım savaş öncesi ve sonrası ikili kolektif suçun kesiştiği noktada doğmuş, Heidelberg’te büyümüş ve kimi tanıdığı, sevdiği ve etkilendiği öğretmenlerin, hukukçuların Nazi geçmişlerinin zamanla ortaya çıkışına tanık olmuş, bunun kişisel hayal kırıklığını yaşamış, ideolojik olarak Nazi ailesi ile arasına sınır çekmek ama kişisel olarak onları anlamak isteyen ’68 kuşağının temel ahlaki ikilemini hep hayatında hissetmiş ve bu deneyimin izinde Michael ve Hanna yoluyla okuruna bir kez daha kişisel alanın politik olduğunu anlatmıştır.

Yazarla okur bir hikâyenin içinde bir süreliğine de olsa beraber yaşarlar. Birbirlerini sevdikleri, beğendikleri, beğenmedikleri, hatta birbirlerinden kuşku duydukları anlar olur. Ama bazen bir an yazarla okurun hayatları göz göze gelir. Bence edebiyatın, daha özelde ise Okuyucu romanının bütün sırrı o anda saklıdır.