Ali Akay: “İç içe geçen karşılıklı ilişkiler üzerine düşünmek, karşı çıkmaktan daha olumlu”

"Üniversiteler bilim alanı olarak uzmanlığı tercih etmekte ve rizikoyu tercih etmemektedir. Halbuki bizim insan olarak merak ettiğimiz o kadar konu vardır ki, bu uzmanlık alanının dışına çıkmaya başlar."

17 Haziran 2021 12:25

Mimar Sinan’ın efsane hocalarından, sosyoloji-felsefe literatürümüzün değerli kalemi Ali Akay’ın yeni kitabı Delilik Gemisi yayımlandı. Daha önceki örnekleri gibi, verdiği bir dersin kayıtlarından yola çıkılarak hazırlanan bu kitap, Michel Foucault’nun Deliliğin Tarihi’nin ilk bölümü olan “Stultifera Navis” odağında tüm Batı Avrupa Ortaçağ tarihine ve açılımlarına uzanıyor. Foucault’nun bir “vaka analizcisi” olarak ele alınışı ve bir kitabın bir bölümüne odaklanan –galiba– bu tek ders kaydı, Foucault çalışmaları açısından ufuk açıcı bir katkı olarak literatürümüzdeki yerini alıyor.

“Üzerine çalışılan araştırma konusu metinlerin, kitapların veya makalelerin bir zevk haline gelmesi öğrenci ve hoca ilişkisinin büyük ve önemli karşılaşmasını ortaya çıkarır” diyen Ali Akay’dan yeni kitap çalışmalarının da müjdesini aldık.

İyice bir “deliler teknesi”ne dönüşen Türkiye’de Delilik Gemisi gibi mikro-alana odaklanan, titiz bir çalışmayı okumak umut verici.

2017 Bahar döneminde verdiğiniz dersin dökümünden oluşuyor Delilik Gemisi. Ders kaydından daha önce de kitaplar ortaya çıkmıştı. Bir kitap çalışması olarak ders vermek (lecture) hocalık kariyeriniz içerisinde nasıl aşamaya işaret ediyor?

Daha evvel 1999’da Armağan, 2000’de Minör Politika, 2001’de Kapitalizm ve Pop Kültür üçlü olarak arka arkaya derslerden yapılan kitaplar olarak yayımlanmıştı. Daha sonra Félix Guattari: Özgürlük Alanları da kitap olarak yayımlandı 2018 yılında. Delilik Gemisi de “Minör Politika III” alt başlığıyla yayımlandı bu sene. Yine Aydınlanma Nedir? sanırım önümüzdeki ay yayımlanacak ve bunların derslerden oluştuğunu söyleyebilirim (Kapitalizm ve Pop Kültür ve İstanbul’da Rock Hayatı kitapları da tekrar yayına hazırlanmakta). Ve 1990’ların başlarına ait bir alan çalışması olan İstanbul’da Rock Hayatı da üç öğrencimle yapmış olduğum bir sosyolojik araştırma kitabıydı ve bugünün sosyal ve siyasal muhafazakârlığını 1993-1995 yıllarından fark eden bir çalışmaydı.

31 yıldır Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde ders veriyorum. Her sene bir veya iki ayrı, yeni ders konusu işledim bugüne kadar (yani kırk veya elli değişik ders çıkıyor neticede 31 yıl boyunca). İlk dönemlerde yaptığım dersler kayda alınmıyordu ve ilk olarak 1998 yılında kayda alındığını gördüğüm zaman bu dersleri yayımlamaya karar verdim. Sosyoloji Bölümü’nde bir yandan Deleuze ve Guattari ile Foucault üzerine ders verirken Resim bölümünde 1992’den beri dersler veriyorum. Resim’de ilk yıllarda estetik ve felsefeyi karıştırdığım (Hume, Kant, Hegel, Adorno) dersler yapmaktaydım. Aklımda kalanlar arasında şunlar var; tüm sene boyunca “Kant ve Yüce” kavramı veya “Hegel ve estetik teorisi” veya bazen daha “sosyal konuların siyasetle birlikte ele alınması ve bunların çağdaş sanatlarca kullanımı” üzerine veya diğer yandan da Plastik Sanatlar ve Çağdaş Sanat Tarihi üzerine dersler... 1994 yılında bir dönem Şerif Mardin’in “sivil toplum” düşüncesi üzerine ders vermiştim. Belki bu da bir gün bir kitaba dönüşebilir. Diğer yandan ise Post-modernizm üzerine dersler yapmaktaydım. Ayrıca Pierre Bourdieu ve modern sosyoloji dersi yaptım yarım sömestrlik bir dersimde. Bunlar hep 1990’lı yıllara aitti. Ayrıca sanat alanında yazılar yazdığımdan ve küratör olarak sergiler yaptığımdan, gerçekleştirdiğim sergilerin katalog yazılarından ve gazetelerde yazdığım yazılardan da kitaplar ve dersler çıkmaktaydı.

Derslerin kayda geçirilmesi ise ilk olarak, Marcel Mauss’un Armağan’ı (L’essai sur le don) üzerine yaptığım derslerde ortaya çıktı. İlk yayımlanan ders o oldu ve gerisi arkasından geldi. Bilmiyorum, diğer üniversitelerdeki veya bizdeki hocaların dersleri de kayda alınıyor mu? Ama sanırım alınıyordur. Kayıtları ilk gördüğümde önce şaşırmıştım, bir yandan da hoşuma gitmişti bu. Sene sonunda üst üste binmiş kâğıtları görünce bir öğrencinin elinde, “ne olduğunu” sormuştum. O da “sizin dersiniz” cevabını verince, bütün senenin kâğıtlardaki halini gördüm. Beklemiyordum hiç, sürpriz oldu. Ayrıca bir hoca için derslerinin kayda alınıp çözümün yapılmasının güzel bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerimle genel olarak bu kadar yıldır hep iyi bir ilişkim oldu. Birbirimizle hep saygı ve sevgi ilişkisindeydik. Onlar bana, ben de onlara bazı bilgileri aktarıyorduk. Bu ders içinde gelişen bir ilişkiydi. Bana bazen yan sorular sordukları zaman veya bazı saptamalarda bulunduklarında ben de bir o yana, bir bu yana doğru konuyu saptırarak açıyor ve genişletiyorum. Bazen de haftaya kalan sorular olduğu zaman, bu soruların cevaplarını verebilmem için çalışmam gerekiyordu ve onlara metne bakıp döneceğimi söylediğim zamanlar oldu. Yayınlar sırasında da bu konuşmalar kitaba yansıyor ve kanımca dersi izlemeyenlere, okuyuculara bir canlılık veriyordur diye düşünüyorum. En azından bana bu şekilde söyleyenler oldu bugüne kadar. Ayrıca da bu bir anı olarak da canlı halde duruyor. Yaşanmışlığın canlı hali temsilî olarak bir kitaba yansıyor.

Böyle yeni kitaplar da gelecek mi? Ders kaydından kitaba dönüştürme sürecinde nasıl çalışıyorsunuz? Kendi hocalığınıza dair nelerle karşılaşıyorsunuz?

Evet, elimde birçok bu şekilde hazırlanmış ders kayıtları var. Geçen sene “Perspektivizm” dersleri, daha önce “Savaş Ontolojisi” ve daha sonra “Carl Schmitt” ve “İbn Rüşd” üzerine veya Doğu-Batı ilişkisinin içinden geçen “Yarılan Düşünce” gibi kitaplar veya “Sosyolojik Soruşturmalar” bir sosyoloji tarihi kitabı ve de bu sene yaptığım “Kurgu ve Belge” (Fransız Yeni Dalga sineması üzerine dersler) yayımlanmayı beklemekte, yavaş yavaş. Benim Türkiye’de ders yapma biçimimin pek ender görüldüğünü söylemişti Şerif Mardin; her sene başka bir konuya giren ve o konuyu bütün yıl anlatan hocalar pek yok sanırım Türkiye’de. Veya belki eskiden mi yoktu acaba? Bugün belki vardır, bilmiyorum. On bir, hatta on iki yıl boyunca derslerime gelen eski öğrencilerim oldu ve hâlâ da var.

Bu dersleri tabii ki tekrar okuyorum; öğrencilerimden bir veya iki kişiye de tekrar okumalarını rica ediyorum, ben tekrar bakıyorum. Sonra yayımlayan yayınevi de editöre okutuyor ve bana tekrar dönüyorlar ve son düzeltmelerle yayıma gidiyor. Bu süreç içinde Armağan adlı ilk ders kitabını hiç bu sürece sokmadan yayımlamıştım ilk baskısında. İkinci baskıda bazı uzun cümleler kısaltıldı, bazı tekrarlar çıkartıldı. Derste bazen tekrar anlatmak ihtiyacı doğuyor. Ancak konuşurken derste genelde cümlelerin düzgün ifade edildiğini de anlamıştım.

Dersteki öğrenci katılımı sizce kitaba ne kadar yansıdı? Bir metin üzerine hoca ve öğrencilerin birlikte kafa yorması felsefi literatür açısından ne gibi açılımlar getiriyor?

Her sene derse başlarken hangi konu üzerine konuşacağımı açıklayarak başlıyorum. Benim ön çalışmam önce başlıyor, ancak her hafta dersi hazırlamam gerekmekte; bu anlamda süreç içinde ilerledikçe ben de bu süreçte dersi açmaya çalışıyorum. Öğrenciler dinlerken akıllarına gelen soruları veya bazen kıyaslamaları ifade ediyorlar. Ben de sorulara göre onları cevaplıyorum veya onların katkılarına katıldığımı iletiyorum. Onlar genelde benim anlattıklarımı dinliyorlar ve ders içinde sorularını veya katkılarını ekliyorlar. Tam bir ekip çalışması olmasa bile, katılımcı bir dinleyici grubu ile birlikte dersi yapıyorum. Dersi dinleyenlerin bir kısmı ilk defa dersi almaya gelenlerden meydana geliyor, diğer kısmı ise kaç sene boyunca gelmişlerse o kadar zamandır takip edenler oluyor; ayrıca dışarıdan gelip izleyenler de var. Bunlar daha çok öğrencilerin başka üniversitelerde olan arkadaşlarınnda veya duyarak dersi dışarıdan izlemeye gelenlerden oluşuyor.

Foucault’nun Deliliğin Tarihi’ni ve özellikle de “Stultifera Navis” bölümünü bir ders odağı halinde seçmenizin nedeni neydi?

Bildiğim kadarıyla bir kitabın bir bölümü üzerine çalışma yapılmadığı gibi ders yapıldığını da duymadım. Belirli bir konunun üzerine eğilmek ve dersi olduğu gibi bu konunun mikro alanı ile sınırlı tutarak bölümde geliştirileni yaymak, açmak, başka kıyaslamalara doğru yönlendirmekti niyetim. Rizikolu olduğunu biliyordum ama bu aynı zamanda heyecan verici bir rizikodur. Zaten her sene başka bir konu üzerine odaklanmak ve o konuyu çalışmak için insanın yaptığından hoşlanması gerekecektir; çünkü oldukça yorucu ve bağlayıcı bir süreç bu. Her sene yeni kitaplar ve yeni yazarlar ile uğraşmak, onları öğrenmek ve konuyu açmaya başlamak bu çalışma ve araştırma sürecinin içinde olan bir akıştır. Bu akış hızı yorucu ve zevkli bir süreç. Bilhassa öğrencilerinizin sizin yeni bir konu ele alacağınızı bilerek bu kadar sene boyunca sizi takip etmeleri için iki tarafın da bu süreçten zevk alması gerekir.

Roland Barthes’ın bakışını bir kitap ismi olarak hatırlamak için bile adının “Metnin Zevki” olduğunun altını çizmek isterim. “Bacon’un simülatörü” olarak adlandırmaktaydı R. Barthes metni: “Ne bir özür ne de bir izah: Sadece bakışımı başka yere çevirmem; sadece bu bir reddetme olarak alınabilir.” Bir kimsenin kurgusu sınırları, sınıfları ve dışlamaları kaldırmaktan geçmekte. Disiplinleri aşma ve birbiri içine sokma işlemi olarak düşünülebilir bu hareket. Varolan akademik durumun eleştirisi bir hareketten geçmekte; uzmanlaşmalardan, uzmanlık makalelerinden sıyrılıp “minör bir ders yapma” biçimine yerleşmedir bu hareketin kendisi bana kalırsa. Burada dersi yapmak bu şekilde bir zevk haline girmeye başlar ve disiplini uzakta tutar. Üzerine çalışılan araştırma konusu metinlerin, kitapların veya makalelerin bir zevk haline girmesi öğrenci ve hoca ilişkisinin büyük ve önemli karşılaşmasını ortaya çıkarır. Beraber düşünmek ve düşünceyi ortak bir alanda, sınıfta paylaşmak… Dillerin ortak birliği veya beraberce oturması ortaya konur. Ders disiplinler-aşırı bir zevk olarak devam edecektir, senelere yayılan bir şekilde. Hem benim için hem de dinleyenler için… Yazının içinde ve hatta üzerindeki köpük konuşmalarda ve derslerin canlılığında silinir gider, geriye saf yüzeyi kalır anlatıların, önermelerin, cümlelerin ve kelimelerin.

Ayrıca bu süreç içinde sosyoloji, felsefe, siyasal, sanat ve tarihi ilk başlarda mevcutken, daha sonra bu sürece antropoloji, etnoloji, biyoloji, etoloji, doğa bilimleri, bilim tarihi ve bilimkurgu edebiyatı girmeye başlayınca tam olarak disiplinler-aşırı bir okumaya doğru gidilmekte. Hiçbir şeyin uzmanı olmamak burada bana önemli geliyor. Üniversiteler bilim alanı olarak uzmanlığı tercih etmekte ve rizikoyu tercih etmemektedir. Halbuki bizim insan olarak merak ettiğimiz o kadar konu vardır ki, bu uzmanlık alanının dışına çıkmaya başlar. Çok değer verdiğim insanlardan birisi olan Şerif Mardin bana, “çok merak ettiği konular olduğunu ve hep okuyarak bu merakını gidermeye çalıştığını” anlatmıştı. Bu aslında herhalde araştırmayı seven her üniversitelinin amacı olmalı. Kendi alanının sınırlarına hapsolmadan açılmak bana önemli geliyor.

Halbuki aydınlanma felsefesi evrenselin peşindeyken çok disiplinliydi. Merakları vardı her şeye. Bugünün üniversite sistemi ise nitelikten çok niceliğe ağırlık vermek isteyerek bilgiyi istatiksel hale sokuyor. Bu hem bilgi açısından hem de araştırmacı açısından faydasız bir durumu ortaya koyuyor. Üniversiteler arası rekabet ve kıyaslama aslında sosyal bilimler açısından baktığımızda kadük bir durumu ortaya çıkarmakta. Bir sürü makale yazılıyor ama hep benzer bir disiplin içinde kalınıyor ve onlara göre dergilerde yayımlanmaktan daha iyi bir yola sokulamıyor. Hele özel üniversitelerde hocalar birer arena gladyatörü gibi savaşmaktalarmakalelerini çıkarmak ve yayımlatmak için. Araştırma ise geride kalıyor. Merak değil, iş haline geliyor. Şirkette çalışmaktan bir farkı olmuyor bu durumda bana kalırsa. Halbuki araştırma bilginin üretiminde esas olmalı. Üniversite bilginin arandığı ve paylaşıldığı bir yer olmaktan çok, derslerle belirli bir standart bilginin verildiği yer olmaya başladığında zaten evrensele dokunan bir yer olmaktan uzaklaşıyor. İstediği kadar araştırma mikro alanı oluştursun, açılma ve başka disiplinlerle temas etme, zaten eskiden bütün bunları içine alan felsefenin işiydi. Deleuze ve Guattari’nin Felsefe Nedir? kitaplarında yazdıkları gibi bilim, sanat ve felsefe benzer yollarla işlemektedirler; birisi kavramlarla, diğerleri ise algı ve etki-duygu ile çalışmakta. Ama ortak yanları araştırma... Resim düşüncesi ışık, renk, çizgi ve nokta ile işliyor, değil mi? Sosyal bilimler kavramlar ile işliyor, değil mi? Hepsinin ortaklıkları var ve içinde yaşadıkları olayların etkilerini farklı bir şekilde alıyorlar, algılıyorlar ve kendi malzemeleriyle düşünüyorlar. Uzun bir giriş oldu; Foucault’nun Deliliğin Tarihi’nin ilk bölümü üzerine çalışmak, bu bölümü bir mikro alan araştırması olarak düşünmekten geçiyor kısacası.

Soykütüğü ve arkeoloji yapmakta olan Foucault’nun aslında bir vaka analizcisi olduğundan bahsediyorsunuz. Bir anlamda Benjaminci bir “büyünün bozulması” analizi de denebilir. Tarihsel ilişkiler ve etkileşimler ağı içerisinde günü anlamlandırabilmek ve yeni bir bağlam kurabilmek imkânı açısından bugün düpedüz bir “deliler teknesi”ne dönüşen Türkiye tarihini nasıl okuyorsunuz?

Ben Türkiye veya Avrupa olarak bakmıyorum. Bir yerde bir düşünür veya yazar bir düşünce veya bir araştırma sunmaktaysa, onun düşüncesi, refleksiyonu bana önemli gelmekte. Zaten Foucault söz konusu olduğunda, onun çalışma alanı Batı Avrupa’dır. Ama Batılısı veya Doğulusu fark etmeksizin okuyorlar Foucault’yu ve belki de onu bir yerel duruma uyarlamak isteyenler de çıkar. Türkiye “deliler teknesi”ne dönüştü, evet, uzun zamandan beri. “Delilik Gemisi” içindeki çılgınlıklar veya dinî akımlar vb. Ortaçağ Avrupası’nı ve Haçlı seferlerinin içindeki minör grupları görmek, Türkiye tarihini de bir anlamda ilgilendirmektedir bana kalırsa. Bu elbette Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi değildir ama bu tarih her zaman Batı Avrupa ile ilişki içinde kalmış bir uluslararası kültürden ve siyasi ilişkilerden geçmektedir. Braudel, Akdeniz tarihini ele aldığında Batı Avrupa’nın kraliyetini incelemekteydi ama bu tarihte ittifaklar veya savaşlar içinde Osmanlı coğrafyası mevcuttu. Batı-Doğu karşıtlığı modern bir sorun olarak ortaya atıldı. Modernlikle birlikte hem Batılılaşma hem de Batı karşıtı bir zihniyet oluştu. Bugün de bu sıkıntı sürmeye devam ediyor; üstelik de kültürelden siyasala doğru kaydığında ideoloji olarak işlemeye başlayan bir Batı karşıtlığı ortaya çıkıyor. Bu ideoloji olarak düşünülmeli. 1980’lerin Hintli post-kolonyal düşünürleri bu şekilde baktılar ve Batı’yı kendi tarihini yazmakla suçlayarak kendi karşı-tarihlerini yazmak istediler. Ancak bu diyalektik bir bakışın ürünüydü. Tez, anti-tez ve sentez. Halbuki bugün bu felsefi görüş bence geride kaldı. İlk baskısı 1991’de yapılan, 1988-1989’da yazdığım Tekil Düşünce adlı kitabım bu yeni felsefi bakışı açıyordu. Bu dersler de bu bakışın bir devamı olarak işlemektedir. Karşıtlık değil, çelişki de değil, iç içe geçen karşılıklı ilişkiler ve “aynı-andalıklar” (simültane) bence ilginç olanlar. Bunların üzerine düşünmek, karşı çıkmaktan daha olumlu bir düşünceyi beslemektedir. Avrupa’ya, Avrupa’nın Ortaçağ’ına bakarken her şeyi düşünmekteyiz. İçinde yaşadığımız coğrafyadan bakmaktayız.

Bir düşünürün gençlik verimlerinden biri üzerine entelektüel bir okumayla yaklaşım açısından bakıldığında sizce Türkçe literatürde böylesi metinler var mı? Sanki bu konuda pek şanslı bir literatüre sahip değilmişiz gibime geliyor. Ne dersiniz?

Elbette var. Tam olarak haksızlık etmemek lazım. Tarihçilerden Mustafa Akdağ’ın, Halil İnalcık’ın çalışmaları “Celali İsyanları” ve “Patron ve Şair” çok önemli metinler. Bize çok büyük yollar açacak metinler bunlar. Ahmet Yaşar Ocak’ın “Heretikler ve Alevi Bektaşi inançları” üzerine çalışmaları da… İdris Küçükömer’in “sivil toplum” yazıları, Şerif Mardin’in “Osmanlı ve Cumhuriyet, modernlik” araştırmaları, Sencer Divitçioğlu’nun “ATÜT ve Kök Türkler” araştırmalarının yöntemi ya Batı tarihinden veya farkından veya Batı ve Doğu toprak rejimleri farkı üzerine kurulu bir Marksizm’den, veya Dumézil’in “üçlü ideoloji” yönteminden ve hatta Lévi-Strauss’un yapısalcı modelinden yola çıkarak yapılan araştırmalar. Felsefe alanına geldiğimizde daha az örnek var ama yine de Macit Gökberk, Nusret Hızır, Nermi Uygur, İoanni Kuçuradi, Önay Sözer gibi evvelki nesillerin birçoğunun etkisinin de savaş sırasında Türkiye’ye kaçan Almanlardan geldiğini unutmamak lazım bana kalırsa. Bugün de Foucault, Deleuze, Derrida ve Lyotard’ın etkilenen yeni bir felsefeci nesli çıkmakta. Benim neslim ve bir sonraki nesil çok güzel çalışmalar ortaya koyuyor.

Eleştirel/felsefi düşünce biçimiyle Türkiye’deki düşünce iklimini nasıl değerlendirirsiniz?

Bilhassa 1990’lardan itibaren felsefe alanında çok kitap çevirisi yapıldı. Bunları okuyanlar ve yeni nesiller eskisine nazaran yabancı dillerle ve bilhassa İngilizceyle çok haşır neşirler. Okuyorlar ve yurtdışında okumaya gidenlerin sayısında, 1970’lerin ikinci yarısında olduğu gibi yine artış izlenmekte bugün. Türkiye ne zaman zor durumlara girerse, bir o kadar gençler de ülkeden uzaklaşmayı tercih etmekteler haklı olarak. Ama 2000-2014 arasındaki gençler Türkiye’yi tercih etmeye başlamışlardı. Ne yazık ki bu güzel dönem arkada kaldı. Belki yine güzel günleri görebiliriz bir gün!

Toplum içerisinde ötekileştirme pratikleri ve bunların giderek neredeyse kurumsallaşması bağlamında Avrupa deneyimi ile Türkiye deneyimini karşılaştıracak olursanız... Her köşeden başka bir “delilik gemisi”nin uç verdiği bir coğrafyadan bahsedebilir miyiz sizce?

Evet, her yerde “büyük dışlama” hareketleri baş göstermekte bugün. Sadece akıl hastaları değil, başkaları, etnik gruplar, bazı eski hâkim gruplar da dışlanma pratiklerini yaşamaktalar. Bugün Türkiye’de anketlere bakıldığında psikolojik olarak “düşük seviyeli” insanların sayısı toplumun yüzde 67’si olarak ileri sürülmekte Bekir Ağırdır’ın analizlerinde. Umutsuzluk ve dışlanma pratikleri birlikte işlemekteler. Güvensizlik duygusu ve güvenlik üzerine kurulu sağcı bir söylem dışlamayı yükselten bir siyasetin içinden geçmektedir. Dışlanma pratikleri sadece Türkiye’de değil ama; Avrupa’da da bu tip bir eğilim var. Mülteciler sorunu çok zorluyor bu vaziyeti. Çok-kültürlülük içinde gelişen bir beraber yaşama söylemini geride bırakan bir pratik yükseltilmekte. Aşırı sağcı ve milliyetçi (hatta bazen Nazi yanlısı bile olabilen) partilere ve onların savunduğu kültüre ve milli değerlere yaslanarak güvenlik üzerine bir politika yürütüyorlar; bu dışlamanın parçası bugün.

Foucault’nun bu çalışmadaki temel katkısı bir vaka analizi üzerinden sistematik bir çözümlemeyi ortaya koyması. Sizin çalışmanız da bunun bugünden bir okunmasını sunuyor.

Daha evvel sanırım pek kimsenin bu şekilde bakmadığı bir Foucault okuması yaptım. Foucault için tarih, arkeoloji ve jeneoloji yaptığını yazan çok insan çıktı. Bunu Foucault da zaman zaman dile getirdi çünkü. Ama hemen hemen her araştırmasında mikro vaka analizi üzerinden gelişen bir yöntemi var. O nedenle “vaka analizcisi” olarak baktım Foucault’nun çalışmalarına. Bir anlamda benim baktığım yerden bir vaka analizi, mikro tarihi içermekte. Küçük yerde geniş sorular sormaktır. Benim bu ders ve kitapta yaptığım da biraz buna benzemekte o nedenle. Bir “bölüm”ü ele alarak genişletmek, yaymak bu mikro alanı… Tarihçi bir köyün veya bir kişinin üzerine odaklanmaktadır; ben ise bir bölümü bir mikro alan olarak seçtim. Dar ve küçük alan genişledikçe büyük alanlara doğru bir açılım sağlamaktadır. Kitapta da Brant’ın “Deliler Gemisi”nden başlayarak kozmik deliliğe, çocuk Haçlı seferlerine, Binyılcı isyan hareketlerine, Aziz Fransesco ve Hıristiyan tövbekârlığına ve de Aziz Yuhanna’nın Kıyamet kitabına kadar giden bir tarihi süreci ele almaktayım. Karanlıkta aranacak bir hakikatin peşinden giden Foucault’yu yeni alanlara taşımakta olduğum bir çalışma bu.

Türkiye’de Foucaultcu anlamda vaka analizi uygulanması gerektiğini düşündüğünüz, yahut sizin üzerinde çalıştığınız başlıklar var mıdır?

İlk olarak sanırım bu dersleri takip eden bir öğrencimin (uzun yıllardan beri takip etmekte derslerimi) ilgisini çekti bu vaka analizcisi olarak Foucault. Daha dersler sırasında başladığı doktora tezi çalışmasının yöntemine bu şekilde bakarak ve konusunu ele alarak “hayvanlar ve hayvanat bahçelerinde canlıların analizi” üzerine olan tezini yazdı. Bu seneki derslerim Fransız sinemasında “Yeni Dalga” üzerine oldu iki sömestr boyunca. Kurgu ve Belge olarak adlandıracağım bir kitap o bakımdan bekliyor yine yayımlanmayı. Küçük ama etkili bir sanat akımı üzerinden gelişen, idam cezası tarihi ve Fransız ihtilaliyle, Cezayir savaşı ve Fransız egzistansiyalizmiyle genişleyen bir çalışma oldu bu ders. Kitap olmaya yine namzet diyebilirim.