Öznur Yalgın’ın öyküleri: dilin tutulup kalışı

"Dilsizleşme Yalgın’ın öykülerinde anlatıcıların kendi hallerini ifade etmek konusunda duydukları zorluktan kaynaklanmıyor. Daha çok dilin karşılıklı olarak tutuklaştığı bir dilsizleşmeden söz edilebilir, karşılıklı değilse de hayli genelleştiği."

03 Haziran 2021 19:00

Birdenbire kendimizi orada, o anda bulmadığımız, bizi o âna getiren küçüklü büyüklü değişimleri yıllardır fark ettiğimiz halde şimdiki zaman şok etkisi yaratabiliyor üzerimizde – belki de bir tür aydınlanma ânıdır bu. Şoku paniğin izlemesiyse kaçınılmaz; geleceğin hiç de umduğumuz gibi olmayacağını hayli derinden hissederiz böylesi panik anlarında. Bilincimize çok çıkarmamış, dillendirmemiş de olsak, gelecekten beklentilerimiz, umutlarımız var ve sözünü ettiğim “şimdi şoku” içerisinde bunların topyekûn yerle yeksan olduklarının dehşetini duyarız. Bu dehşet karşısında alınabilecek farklı tutumlar var. Bu tutumların da edebiyatta yansımaları…

Yakın zamana kadar yazarlarının anlatma şehvetiyle dikkat çeken öyküler sıkça yazılıp yayımlanıyordu. Daha çok geçmiş güzel yılları anlatmanın öne çıktığı, sayıp dökme, ballandırarak anlatma tutkusu. Nostaljik bir tutumdu. Çocukluğu benim gibi ’70’li yıllarda geçen akranlarımın yanı sıra, ’80’lerde ya da ’90’larda geçenlerde de gördüğüm bir eğilimdi: Her şey o zamanlar daha güzeldi; gelin, ben size bunları anlatayım. Bu tarzın gerek anlatanın gerekse okuyanın şimdide duyduğu şoku, paniği dindiren bir yanı olduğunu zannediyorum. Yazarların özgül tutumları da etkilidir, özellikle yazmaya başlamanın ilk yıllarında öyküyü çocukluk yaşantılarında bulup bunları öyküleştirmenin yaygın bir tutum olduğunu hesaba katmak lazım. Yine de anlatma şehvetinin, özellikle geçmişi, çocukluğu anlatmaya dönük eğilimin şimdinin şoku karşısında geçmişe sığınmanın ve şimdiye karşı diklenmenin bir yolu olduğu kanısındayım. Artık tedavülde olmayan markaların adlı adınca anıldığı, o yıllara, özellikle o yılların orta sınıf gündelik hayatına özgü alışkanlıkların ayrıntılı biçimde anlatıldığı, elbette çocukluk yıllarına denk gelen televizyon dizisi, film, spor turnuvalarına da sıkça atıf yapılan metinlerdi bunlar. Tatlı bir nostaljiyle artık büyümüş olmanın o ekşi hissinin beraber dile geldiği, okuyanın kolayca özdeşlik kuracağı öyküler.

Şimdinin neden olduğu şok karşısında alınacak bir başka tutumsa şok ânındaki dilsizleşmeyi, dilin tutulup kalmasını anlatmak. Haliyle coşkulu bir ırmak gibi akıp giden bir üslupla olmaz bu; aksine sözünü ettiğim dilsizleşme, kekemeleşmiş, sorularla, sorgulamalarla ilerleyen, belki biraz tutuk bir anlatımla ifade edilebilir. Öznur Yalgın’ın Ağırküre’de[1] yer alan öyküleri bu dilsizleşmeler için çok uygun bir örnek. Dilsizleşme Yalgın’ın öykülerinde anlatıcıların kendi hallerini ifade etmek konusunda duydukları zorluktan kaynaklanmıyor. Daha çok dilin karşılıklı olarak tutuklaştığı bir dilsizleşmeden söz edilebilir, karşılıklı değilse de hayli genelleştiği. Sadece öykülerin başkahramanının ya da anlatıcılarının sorunu değildir dilin tutuk hale gelmesi; diyaloğun, konuşmanın hepten imkânsızlaştığı bir şimdi şoku söz konusu – öykü anlatıcılarının farkı, bunun ayırdına az ya da çok varmış olmaları. Her şeyi altüst eden bir şok değil, anlık bir tutulma daha ziyade; kişi konuşabilse bile (ki çok imkân dahilinde değildir) anlaşabileceklerine dair pek bir inancı yoktur o anda. Öbür kişiye kulak kesildiğinde kendisinin de onu anlamakta zorlanacağını tahmin eder. Şok etkisi yapan da budur aslında.

“Siz nasılsınız diye sormak saçma geliyor, ben onlara sormayınca anlamsız, öyle çok anlamlı bir boşluk oluyor, susuyoruz, susuyorum, susuyorlar, kim bilir kaç dakika bu şekilde oturuyoruz…” (s. 20) [Vurgu eklenmiştir.]

Önce “anlamsız” dediğine hemen peşinden “öyle çok anlamlı” demesi, boşluğun nitelenmesi (ya da nitelenmeye çalışılması) kadar, anlatıcının nasıl bir ruh hali içinde olduğunun da bir ifadesi. Hayli uzun sayılabilecek, virgüllerle birbirine bağlanan ara cümlelerden oluşan bir cümleden çekip aldığım bu alıntının tamamında boşluğun nasıl bir “anlam”ı olduğu doğrudan dile gelmiyor zaten. Bununla beraber, bunun nasıl bir boşluk olduğunu anlamadığımız da söylenemez. “Nasılsınız”larla, “İyiyim”lerle ilerleyen (?) bir diyalog. Yalgın’ın öykü dilini görebilmek için devamını da aktarıyorum. Bu kez öykü kişisinin iç sesine kulak veriyoruz:

“Başka bir söz çıkaramıyorum ağzımdan, inanamıyorum, demek isterdim, ölmek, böyle küçük, aniden, nasıl olur, demek isterdim. Bunun yerine ben bozulmaması gereken bir kuralı bozmuşum, babası her şeye rağmen gülümseyerek beni yanıtlamak, bu bilindik konuşmayı gerçekleştirmek istiyormuş ve ben onları yarı yolda bırakmışım, ben oğullarının son dersteki hocası, onlara bir şeyler anlatmış, onlara kim bilir neler anlatmışım.” (s. 20)

Diyaloğun kendisi kadar tutuk bir iç ses. Hatta diyalogdaki tutukluğunun asıl nedeninin içerideki bu tutukluk olup olmadığını sorguladıkça daha da tutuklaşan bir ses. Yalgın’ın öykü kişilerindeki şok hali, dediğim gibi, çok zaman konuşamaz hale gelmenin (kim bilir, belki de hiçbir zaman konuşamadığımızın) farkına varmanın bir sonucu. “Şok hali”nin onları hepten katatoniye sokmadığını, kendilerinden beklenen hareketleri az çok yapabildiklerini, şokun özellikle konuşma bahsinde etkili olduğunu eklemeliyim.

Ağırküre’deki öykülerde güncel siyasal-toplumsal çalkantılarla doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili yaşantılar ağırlıklı. Yukarıdaki alıntıyı yaptığım “Yeni Bir Yıl” öyküsünün merkezindeki olaysa güncel ya da belirli bir zamana ait değil, zaman-ötesi; siyasi-toplumsal bir bağlamı da yok, ama bu öykünün açıldığı alanda da güncele temas eden noktalar mevcut. Öyküde acı bir olaydan söz edilir, bu tekil bir olaydır, ama o acıyı derinden hisseden kişinin gündelik hayatına devam etmesindeki zorluk, özellikle konuşma zorluğu, dilsizleşme, öbür öykü kişilerindeki dilsizleşmelerden çok da farklı değildir.

Kritik, sıkıntılı anlarda dilin tutulması, kekemeleşmek ya da kişinin kendi iç konuşmasının manasızlığını fark ettiğinde kapıldığı bocalama; bunlara edebiyat metinlerinde sıklıkla rastlarız. Öznur Yalgın’ın öykülerindeyse konuşamama meselesi güncel ve toplumsal yanlarıyla (belki de kökenleriyle) beraber beliriyor. Konuşamaz olduğumuz bir dünyada bir araya gelip karşılıklı kelimeler sarf ettiğimiz, ama bunun bir diyalog olmadığı berraklık kazanıyor. Çoktan başlamış bir hal bu; sürmekte, derinleşmekte; bunları bilmiyor da değiliz ama şimdi birdenbire başka bir şeylerin daha farkına varıyoruz. Belki karşımızdakiyle aramızdaki yarığın çok derinleşmiş olduğunu, daha önemlisi, önceleri dışarıdan gördüğümüz, hakkında ahkâmlar kestiğimiz o yarığın yanı başında, hatta içinde bulunduğumuzu idrak ediyoruz. Bu yanıyla çok önemli bir toplumsal yarılmaya işaret ettiğini söylemek mümkün Yalgın’ın öykülerinin.

“Kazlar”daki veteriner, “H.K.”deki gazeteciler, “Önemsiz”deki ya da “Daha Kalmayalım”daki öğretmenler, “Yan Yana”daki Aslı, “Kör Karanlıkta”nın anlatıcısı aşağı yukarı aynı olgunun farkına varırlar. Ayrı, apayrı dünyalar yan yanadır, ama birbirleriyle temas etmeleri zordur, neredeyse imkânsız; konuşmakla konuşmamak arasında bir fark kalmamıştır. Saydığım öykülerden farklı bir açıdan anlatılan “Meryem”i de dahil edebiliriz bu seriye. “Meryem”i mağdur durumda olanın gözünden, onun gözünün çok yakınından anlatan bir anlatıcıdan takip ederiz; öbür öykülerdeyse baktığımız açı mağduriyete tanıklık eden, onun için bir şey yapamayıp dili tutulanın açısıdır. Beri yandan Meryem televizyoncunun yüzünde, kendisinin ve çocuklarının içinde bulunduğu halden yansıyanları gördüğünde (“iğreti bir gülüş, acımayla karışık, şaşkınlığa benzer”) bu adamın kendi yaşadıklarının ne kadarını bilebileceğini sorar. Pek çok şeydeki imkânsızlığın Meryem de farkındadır.

Meryem gibi söz almasa da hareketleriyle konuşmanın imkânsızlığına ve yersizliğine işaret eden biri de “H.K.”daki Hakkı’nın “yaz sonu liseye başlayacak oğlu”dur.

“Yaz sonu liseye başlayacak oğlu, dirsekleri dizlerinde, elleriyle başını sarmış, sandalyesinde eğilmiş, bize bakıyordu. Rahatsız oldum. Halının üzerinde dimdik duran çizmelerin bir aydır giyilmeyişinin sebebini, babasının bunca istekle bize bir şeyler anlatmasının sebebini, hepsini biliyordu. Öğrenilecek yeni bir şey yokken, ziyaretimiz onun için yalnızca zaman kaybıyken odasına gidip biz gelmeden önce ne yapıyorsa ona devam etmek istiyordu.” (s. 26)

Bunları gazeteci kadının Hakkı’nın oğluna yakıştırdığını da vurgulamak lazım; gazeteci oğlanın yüzünde, hal ve tavrında birtakım hoşnutsuzluklar görmüştür, onları yorumluyordur. Beri yandan büsbütün dayanaksız yorumlar değildir bunlar. Oğlan evlerine gelen iki kadının ziyaretlerindeki beyhudeliğin farkındadır. Babasının anlatmayı daha sürdürmesini istemediğini belli eden, “Ben ablaları uğurlarım” deyişi anlatıcının onun hakkındaki yorumuna haklılık kazandırır. Hatta bu sıkıntılı hareketleri ve sürmekte olan anlamsız konuşmaların bir an önce bitmesini isteyişiyle anlatıcıya ayna tuttuğu da düşünülebilir. En azından gazetecinin içinde bulunduğu durumun manasızlığını daha net görmesini sağladığı…

Bu öyküde konuşmanın beyhude olduğuna iki yerde daha örtük olarak işaret edilir. İlki Hakkı’nın dışarıdan gelenlerin ilgisini anlatırken cümlelerini bağladığı sırada çıkar karşımıza. “Sordular, hep anlattık” dedikten sonra devamı şöyle gelir öykünün.

“Sustu en sonunda, durdu. Sözcükleri rasgele sıralayarak özür dilemeye başladı Gülay, ben de ona katıldım, çoktan pişman olmuştuk bu geziden çünkü, her şeyi unutmak istedik.” (s. 28)

Asıl vurucu olansa öykünün sonunda.

“O köye gelen, Hakkı’yla konuşan herkesin, onun varlığından haberi bile olmayacak herkesin ayaklarının altından geçecekti o kuru sıcak…” (s. 29)

“Hakkı’yla konuşan herkes” ile “onun varlığından haberi bile olmayacak herkes[in]” aynı şeye maruz kalması, daha doğrusu hepimizin eşitlenmesi, konuşmakla konuşmamak arasında bir farkın da kalmadığının, konuşmanın bir şeyi değiştirmeyeceğinin bir başka ifadesidir.

Konuşma çabası bir şeyleri olumlu anlamda değiştirmeye yetmese de, bazen esas meselenin aldığı halin vahametinin farkına varılması sonucunu doğurabilir. “Yan Yana”nın anlatıcısı Aslı’nın, kendisini dinleyenlerin “yüzüne bakmakla yetin[meleri]” karşısında “başka bir dil konuşuyormuş gibi hisset[mesi]” böyledir mesela. Aslı’nın bocalaması doğrudan konuşmakla ilgili değil, daha çok yan yana durduğu insanlarla ne kadar uzak dünyalarda olduklarının farkına varmasıyla ilgili ve onlarla temas mecburiyetiyle, onlardan bir şeyler talep etmenin ne kadar zor olduğuyla. Başka bir deyişle, toplumsal yarılmayı derinden ve içeriden hissetme ânında yaşanan bir bocalama. Beri yandan o anda şunu da geçirir içinden Aslı: “Acıda hepimizi eşitleyen böyle garip bir ülke burası.”

Öykü bunun farkına varılmasıyla sonlanmaz, böylesi genel geçer bir iddiaya yaslanamaz – ne de bu ülkenin bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi olduğu gibi harcıâlemleşmiş bir iddiaya. Beri yandan Aslı’nın iddia ettiği şey büsbütün yersiz, manasız değildir; gelgelelim acıda hepimizin eşitlendiğinin farkında olmanın bir şeyleri çözmeye yetmediği, karmaşık bir haldir söz konusu olan. Bu düğümün çözümüne dair bir şeyler söylemek ya da tespitlerde bulunmak değil Öznur Yalgın’ın yapmak istediği; bu düğümün ya da benzeri düğümlerin iç dünyalarımızda da nerelerde, nasıl atıldığına ve bizi ne hale getirdiğine dair bir hikâye anlatıyor. Umutla umutsuzluğun hızla yer değiştirdiği, birine ya da öbürüne tutunmanın kâr etmediği bir girdabın içini kısa süreliğine görünür kılıyor. Dünyaların ve bu dünyalardaki konumların taşlaşmış olmasına rağmen, aynı mekânı paylaşmanın, benzer acılarla eşitlenmenin sağladığı bir temas yok değildir elbette ama zorluk tam da buradadır belki de; bu temasın ya da “yan yana”lığın pek çok ânında çatışmaya ramak vardır çünkü. Yanlış bir söz, bir kelime yeterlidir. Bu da bir başka konuşamama, içine atma, kendini ortaya koymama haline neden olmaktadır. “Bunu ona söylesem, ya da sussam, ne gerek var.” Kısa süreliğine gerilimin ortaya çıkmasına engel olacak bir tutum “ne gerek var” demek. Ama bu içerideki gerilimi, bocalamayı değil bertaraf etmeye, bastırmaya bile yetmiyor, belki de derinleştiriyor. Üstelik bu “içeri”ye hayallerin, düşlerin, sanrıların da dahil olduğunun altını çiziyor Yalgın.

Bir şeylerin farkına varmanın, küçük aydınlanmaların sorunları halletmeye yaramadığından, aksine düğümlerdeki karmaşıklığı daha görülür hale getirerek bocalamaları çoğalttığından söz ettim. Öznur Yalgın’ın anlatı üslubunda da bunu destekleyen bir tutum var. Virgüllerle araya giren cümleler meselelere açıklık getirir genelde; bir kelimenin, bir sözün açımlanması, ona dair bir detayın daha verilmesi, vurgulanması amacı güdülür. Kuşkusuz, bir yanıyla da zihnin dümdüz akmadığını, düşüncelerin, hayallerin, hatırlamaların neredeyse eşzamanlı ilerlediğini, saçaklandığını, birbirlerini kestiğini sözel düzlemde ifade etmesi umulur bu cümle yapısının. Yazının girişinde kısa bir alıntı yaptığım “Yeni Bir Yıl” öyküsünde Öznur Yalgın’ın virgüllerle, yan cümlelerle uzayan cümlelerindeyse şimdiki zamanla geçmiş zaman (çok eski bir zaman değil, birkaç saat öncesi) iç içe geçiyor. Bu sayede her iki zamanda olan bitenler hakkında da bir şeyler öğreniyoruz; belki öykünün düğümlerinin bazıları da çözülüyor, beri yandan bu yapı anlatıcının içindeki düğümün giderek daha sıklaştığını da duyuruyor bize, zihnin akış düzeninin altüst olduğunu. Benzer bir zaman sıçraması (iç içe geçmesi) “Yan Yana”nın sonunda da var. Bu kez art arda gelen cümleler farklı zamanlardan; üstelik anlatıcının hatırladıklarıyla yaşadıklarını bir arada anlatıp anlatmadığından da emin değiliz. Evet, cümlelerin gözümüzün önüne getirdiği kimi görüntüler var ama bunlar gerçek mi, hatıra mı, hayal mi, bunu da bilmek mümkün değil. Gelgelelim, bütün bu belirsizlikler anlatıcının iç dünyasındaki karmaşayı daha belirgin olarak sezmemizi sağlıyor.

Bu belirsizliğin bir benzeri “Son Mavilik”te de çıkıyor karşımıza. Bu öyküdeki iki kişi için ilk anda konuşamıyorlar demek çok mümkün değil. İki eski arkadaşın bir dağ kulübesindeki buluşmaları anlatılıyor öyküde. Anlatıcı siyasi nedenlerle işinden atılacağı öngörüsüyle erken davranıp işinden ayrılarak bir dağ kulübesine çekilen arkadaşını inzivasında ziyarete gelmiştir. Konuşmak isteği bellidir ama bu çok mümkün olmaz. Bu kez karşı karşıya gelenler öbür öykülerdeki kadar birbirine uzak, birbirine sağır dünyalardan olmadıkları halde aralarında sağlıklı bir diyalog kurulamaz. Kendileri ayrı birer dünyadır belki de, ayrı ve çatışan.

“Onun algısı benimkinden elbette farklı olacak. Kendini herkesten ayrı gördüğünü bilmeme rağmen nedir beni şaşırtan?” (s. 68)

Anlatıcının şu cümlesi de aralarındaki konuşmanın akışı ve niteliği hakkında bir ipucu veriyor. “Ters, kurşun gibi cevaplara böyle çabuk geliyorduk demek.” (s. 69) Konuşmanın imkânsızlaşmasının farklı nedenleri de olabiliyor; bu iki arkadaşın pek bilmediğimiz geçmişleri ya da yıllar boyunca oluşmuş kişilikleri mesela. Fakat Yalgın öyküyü şimdiye çekmeye, daha doğrusu şimdide tutmaya kararlıdır. Aralarındaki gerilim önce gevşer, ama bu gevşemeyi izleyen anlarda atılan düğüm öncekinden daha girift olur – gevşeme ânı ve bu ânın her iki tarafça nasıl algılandığı da işin içine girmiştir çünkü. Salt bu değildir ama; şimdideki gerilimin ifade edilmemiş, başka bir nedeni var gibidir. Anlatıcının şu cümlesi bir şeylere işaret eder:

“Ağzından çıkanlar ona ait değil, beni bilen birine ait değil, öylesine seçilmiş sözlerle dolu, düşüncesiz, bomboş bir lakırdı.” (s. 72)

Arkadaşındaki bir “başkalığın” farkındadır. Beri yandan anlatıcının “bomboş” diye nitelendirdiği lakırdılar gene de bir şeyler söyler bize – anlatıcı için bomboşsa bile bizim için değildir. Ev sahibinin kendi acısına gömüldüğünü ve öbür kadının acısını hor gördüğünü anlarız mesela. Gene de sözlerindeki saldırgan ton, anlatıcının bunun öncesinde dikkat çektiği “öylesine seçilmiş sözler” tespitiyle bir araya geldiğinde bizi başka bir şeye hazırlar. Henüz bilmediğimiz, gizemli bir şeye; hakkında bir şey söylenmese, adı konmasa da hissedilen bir şeye. Nitekim öykünün devamında bu gizemli şeyle biz de karşılaşırız – ne olduğundan (hatta olup olmadığından) emin olamasak da; tıpkı “Yan Yana”nın sonunda olduğu gibi. Bu öyküde de baştan itibaren doğru dürüst konuşamayıp çatışan iki eski arkadaşın birbirinden farklı gibi görünen (birçok noktada öyle de olan) acılarını eşitleyen başka bir şeyin varlığı sezilir. Öznur Yalgın’ın bu öyküsünün güçlü yanı bizi bu sezgiye vardırmasında değil yine de. Bizi buraya getirirken iki kişinin iç dünyalarından geçirmesinde ve bu iç dünyaları uzun uzadıya, derinlikli iç konuşmalara gereksinim duymadan, kesik kesik süren, çatışmalı bir diyalogla aktarmasında.

“Öyle” başlıklı öyküyse ağırlıklı olarak öykünün anlatıcısı olan genç kadınla babasının konuşmalarıyla ilerliyor. Öyküde birkaç zaman var. Belki bunu birkaç “kare”si var diye ifade etmek daha doğru. Öykünün girişinde anlatıcı öğretmenlik yaptığı okulun koridorundan hızla geçerken yan yana sıralanmış sınıfların anlık görüntülerinin birer fotoğraf karesi gibi göründüğünü (görüntüleri birer fotoğraf karesinde dondurduğunu) düşünür. Ne kadar hızlı yürürse o görüntülerdeki devinimler yavaşlıyordur ve bu karelerden oluşan, “Güneşin gözleri kamaştırdığı sahnelerle dolu bir gençlik filmine benz[ettiği]” filmi izlemeyi seviyordur. Öyküde de benzer biçimde birkaç kare aktarılır bize. Bu kareler fotoğraf gibi büsbütün donuk değil; içlerinde konuşmalar, hareketler var ama yine de bunların kronolojik olmayan bir şekilde, muhtemelen anlatıcının hatırladığı gibi aktarılması, “kareler” arasındaki geçişlerin hızı ve aniliği, bir bütünün kareleri gibi algılanmalarına yol açıyor. Ne var ki bu bütün, güneşin gözleri kamaştırdığı bir film değil, aksine hayli karanlık.

İlk “kare” kısa süre sonra Kanada’ya yerleşmeye gidecek olan genç kadının ziyaretine geldiği babasıyla sohbeti. Öbürü öğretmenlik yaptığı okuldaki son dersi ve “Sınıfımın en özel öğrencisi” dediği, annesi Çinli, babası (muhtemelen) Türk olan Ceyhun’la konuşmaları. Bir başka karedeyse babasının arzusuyla baba kız babanın arkadaşı Ayhan Bey’e uğrarlar. Genç kadının Ayhan Bey’in oğlunu görüp onunla konuşması isteniyordur. Bu delikanlı hakkında çok şey öğrenmeyiz, sadece depresyonda olduğu açıktır. Bir de şunu anlarız. Gençliğinde, bilmediğimiz bir nedenle, genç kadın da benzer bir süreçten geçtiği için onun delikanlıyı görmesi istenmiştir. Bir şeyler söylerse belki iyi gelebilir – bu durumda bir şeyler söylenebilirmiş gibi.

Genç kadın ne babasıyla ne öğrencisiyle ne de depresif delikanlıyla konuşurken rahattır. Aralarında kelimeler gidip gelse de bir iletişimden söz etmek pek mümkün olmaz. Öbür “kare”de öğrencisine söylediği bir şeyden sonra, “kendi profesyonel sesimi yabancılıyorum” dediğine dikkat çekilebilir. İçinden geçenleri söyleyememesinin, asıl söylemek istediklerinden vazgeçişinin birçok nedeni vardır – kolayca tahmin edilecek şeylerdir bunlar. Okuldaki son gün de “tek tek hazırladığı veda notlarını” öğrencilerine okumamıştır. Hevesi yoktur ya da kaçmıştır. Tutukluk, donukluk süreklidir, sürekli gibidir genç kadında. Öğrencisi ona yazdıklarını okuttuktan sonra, “Sizce ben… ben nasıl böyle yazmayabilirim?” diye sorup ailesinin duygusal şeyler yazmasını istemediğini söylediğinde, çocuğun babasını da anlar, en azından gözünün önüne getirebilir. (“Babası Ceyhun için en iyisini istiyor. Oğluna herhangi bir kırılganlık, nahiflik atfedilmesi adam için dayanılmaz.”) Bu kez de bu nedenle tutulur dili. “Anneler babalar hep öyle değişiktir” gibi bir şeyler geveleyerek geçiştirir. Depresif delikanlıya söylediklerinde içtendir, ama o da farkındadır bu söylediklerinin bir anlamı olmadığının; ona bu sözlerin değil, başka bir şeylerin iyi geleceğini çok iyi biliyordur.

Öykü bu tutuklukla bitmez ama. Babasıyla içinden geçtikleri parktaki heykellerden birini beğenir, daha önce gördüklerini sevmemiştir oysa. Babasının bu heykelin kim olduğunu sorması üzerine, uzaktan bakarsa yanıtını bulabilirmiş gibi geri geri gitmeye, uzaklaşmaya başlar. Babasını işitemez olduğu mesafeye kadar. Babasının dudak hareketlerinden sorunun yanıtını söylediğini anlar, ama “uzaklaştıkça [babasının] ağzından dökülenler başka insanların seslerine karışıp kayboluyor[dur]”.

Bu sahnede öykünün başından beri tutulmuş olan dili hayalinde açılır. “Bu ânı karelere sığdırıp sakladığımı hayal ettim” der. Hayalini de dahil eder bütüne! Babasına öğrencisini de anlatır o karede, okulun son günü veda notlarını okuyamadığını da. Depresif delikanlıyla ilgili babasına şunları fısıldadığını da:

Ekrem o evde boğuluyor baba, en güzel yıllarını kendinden şüphe ederek geçiriyor, biriniz artık uyanıp o çocuğa bir şeyler söyleyin.” [İtalik metinde var] (s. 89)

Kuşkusuz ailesi Ekrem’le konuşmuyor değildir, ama bu konuşmalarda ona bir şey söylemedikleri açıktır. Konuşmak her zaman “bir şeyler söylemek” anlamına gelmiyor. Öykü boyunca genç kadınla babası da konuştular konuşmasına, ama genç kadın ancak aralarına “başka insanların sesleri” girdiğinde babasına içinden geçenleri söyleyebildi, anlatabildi – hayalinde de olsa!

Konuşma-konuşmama bahsinde değinilebilecek bir öykü de “Kazlar”. Bir hastalık nedeniyle civar köy ve kasabalarda itlaf edilecek kazları tespit ve sayımla görevli iki veterinerin Davud ismindeki köylüyü ziyaretleri anlatılıyor bu öyküde. Kadın veteriner daha ataktır; her şey kitaba, kanuna uygun olsun, bir an önce tamamlansın istiyordur; öykünün anlatıcısı olan erkek veterinerse tutuktur. Nedeni açıkça belirtilmez öyküde ama uzun zamandır yapageldiklerinin sonucunda içini kaplayan bir yılgınlıktan söz etmek mümkün. Çok hoş da karşılanmazlar zaten. Bu da tutukluğunun bir başka nedeni olmalı. Üstelik bilmediği bir şey olmasa gerektir. Başına ilk kez gelmediği aşikârdır.

“Soğuk ve donuk bir karşılama. Hoş gelmemişiz. Ardahan’ın bir köyüne, bütün kazlarını öldürmek için gelip de bir adamın sizi iyi karşılamasını beklemek safça, hatta aptalca olacaktı.” (s. 12)

Garip bir adamdır Davud. Kazlarından “kızlarım” diye söz etmekte, onlardan bulaşacak hastalığın gerçek kızlarını hasta edip öldürme ihtimalini boş vermektedir. Anlatıcı, kadın veterinerin olduğu kadar Davud’un bakış açısının da farkındadır. Hastalık ihtimalinin ve sonuçlarının da elbette… Herkesi tatmin edecek bir çözümün imkânsızlığının da… Öyle ya da böyle, bütün bu işlerin kitaba uygun tamamlanacağını da biliyordur. Bunları biliyor olmak da çoğaltıyor olabilir yılgınlığını. Bize olan biteni naklederken birkaç kez aklından geçtiği halde Davud’a söylemediklerinden de söz eder – söyleyebileceği cümleyi içinden geçirip sonuna “demedim” ekleyerek. Bunları demeyerek gerilimi yükseltmemek mi istiyordur? Belki, ama sanki daha çok bunları demekle dememek arasında bir fark olmadığının farkındadır. Öyküyü naklediş tonunda da sezdiğimiz tutukluğu bu beyhudelik hissindendir.

Bir başka karşılaşma hikâyesi de “Önemsiz”de anlatılır. Gazetecilik yaptığı uzak bir yerlerden eskiden yaşadığı şehre dönmüş, yeni evinin eksiğini gediğini gidermekle meşguldür öykünün kadın anlatıcısı. Hikâyesinin tamamını bilemeyiz; evine tamirata gelen akrabası, “Ben aslında hikâyeni biliyorum” der, ama hikâyenin bütünü bize açılmaz. “Hikâyemi biliyormuş” diye geçirir içinden kadın, “Neden yeni bir eve taşınışımı, niye yalnız kalışımı, demek her şeyi biliyormuş.” Bunlardan ve öyküdeki başka ayrıntılardan hikâyenin bütününü tamamlamak bize düşer. Beri yandan “Bundan böyle orada [gazetecilik yapmaya gittiği yerde] çalışm[amasının]” nedeni hakkında da bir şeyler öğreniriz.

“Yüzlerini örtüleriyle gizleyen, dillerini bilmediğim kadınlarla konuşmaya artık gidemiyorum. […] Çektiğim fotoğrafları beğenmiyordum. Kendimi beğenmiyordum zaten […], kentli bakışımı sevemiyordum.” (s. 36)

Bu öyküdeki “kentli bakış” tabirini Yalgın’ın öykü kişilerinin geneli için kerteriz alabiliriz. Aynı anda hem bir başkasına hem de dönüp kendine bakan, kendine baktığında “kentliliği” gören (ya da başka bir öyküdeki gibi “profesyonel sesi” duyup yabancılayan) öykü kişileri söz konusu. “Kentli” diye adlandırdığı bakışın üstenci bir bakış olduğu da çok açık. Gördüklerinden, tanık olduklarından suçluluk ya da utanç duydukları da inkâr edilemez. (“Daha Kalmayalım”ın anlatıcısı doğrudan söyler bunu: “Orası çok farklı, burada kendimi suçlu hissediyorum.”) Dillerindeki tutukluğun, içlerindeki karmaşanın nedeni, içe ve dışarıya aynı anda bakıp her iki tarafta gördüklerinden ötürü de suçluluk duymaları olsa gerektir.

“Önemsiz”in anlatıcısını dönmüşken tanırız, başka bir dünyadan, ama geldiği yerde de (muhtemelen doğup büyüdüğü büyük bir şehirdir burası) kendi dünyasından insanlar mı yaşamaktadır? Evine mi dönmüştür?[2] Kendisine –teknik anlamdaki– evinin tamiratı için yardıma gelen İsmail’in küçüklüğünü hayal meyal hatırladığını düşünürken “Bambaşka dünyalarda, ama aynı kentte yaşamak” dediğine göre öyle değildir. Bir yandan akrabası İsmail’in yardımseverliğinden hoşnuttur, ama onun da olur olmaz bir laf edip işine karışmasını, duvara astığı resme ya da evdeki tasarım iskemleye laf etmesine karşı hazırlıklıdır. Bunları yapsa hiç şaşırmayacaktır – akraba oldukları halde aynı dünyadan değillerdir. Bunları yapmamasına, laf etmemesine şaşıracaktır öykünün devamında. Şöyle geçirir içinden:

“İsmail’in resmini yapamıyorum ben, karar veremiyorum, bu adam kim?” (s. 40)

Öykü içerdiği boşluklara rağmen, daha doğrusu içerdiği boşluklar vasıtasıyla anlatıcı kadının iç dünyasındaki karmaşayı bize hissettirir. Farklı kırılmaların üst üste geldiğini anlarız, bireysel ve toplumsal; biri öbürünün önünde değildir, birbirlerine ayrılmamacasına iç içe geçmişlerdir muhtemelen. Yine de yeni bir adım için güç bulmuştur, yine de umutludur, beklentileri vardır, zihnindeki bütün sorulara ve bunların en olumsuz yanıtlarına rağmen. Hem kırılmaların iç içeliğini hem de bunca kırılmanın ardından içerideki kıpırtıyı, dirimi Öznur Yalgın yine farklı zamanlara ait görüntülerin peş peşe anlatıcının zihninde belirmesiyle anlatır; zamanlar, olaylar birbirine girer; hayalle gerçek de… Karmaşa.

 

NOTLAR: 


[1] Öznur Yalgın, Ağırküre, Everest Yayınları, 2020, 104 s.

[2] Geçtiğimiz aylarda K24’te Öznur Yalgın’ın Ağırküre’deki öykülerindeki evsizlik hissi üzerine Yasemin Yılmaz’ın kısa ama önemli bir değerlendirmesi yayınladı. Bu yazıyı da hatırlatmak isterim: "Dönmek zorunda olan bir ağırküre" - K24 (t24.com.tr)