Otuz yılın ardından Patrik’in anlattıkları

"Sanmıyorum ki daha önce Patrik’le bu kapsamda bir söyleşi yapılmış olsun. Ne Türkçede ne de hatta Yunancada… Elçin Macar’ın Patrik’in tam güvenini kazanmış olduğu açık. Bu nehir söyleşi, Patrik’in açıksözlülüğüyle Macar’ın bilinçli sorgulayıcılığının buluştuğu çok yararlı bir kaynak olmuş."

02 Haziran 2022 21:00

 

Uzunca bir aradan sonra, geçenlerde Rum Patriği Bartholomeos’la görüşme fırsatım oldu. Anlattıklarından, makamında bulunuşunun 30. yılında her şeyin eski tas eski hamam olduğunu, sorunların hemen hiç azalmadan ortada durduğunu anladım. Tanıdık birkaç örnek: Büyükada’daki yetimhane binasının mülkiyet sorunu artık çözülmüş durumda ama binanın restorasyonuyla ilgili finansman hâlâ tam bulunmuş değil. “Avrupa’nın en büyük tarihî ahşap yapısı” olarak anılagelen bu bina yalnız Patrikhane’nin değil, İstanbul’un da kanayan yarası. Ama Patrikhane’nin asıl yarası, yarım asırdır T.C. tarafından inatla kapalı tutulan Heybeliada’daki Ruhban Okulu elbet. Patrik, “hükümet onlarca yeni ilahiyat fakültesini art arda açarken, bize tek bir okulu fazla görüyor; üstelik bu okulumuz gerek Osmanlı gerek T.C. hukukunda köklü yeri olan, tarihî bir kurum” diye yakınmaktan kendini alamıyor. Ne dese haklı.

Oysa AKP iktidarının ilk yıllarında, Patrik’in (ve diğer gayri müslim ileri gelenlerinin) beklentileri hayli yükselmişti. Nitekim bazı mülklerin iadesi ve ekümeniklik konularına ilişkin devlet katından birtakım jestler ve yumuşama işaretleri gelir olmuştu. Ama bugünden son yirmi yıllık AKP dönemine bakınca, olumlu yönde fazla bir yol katedilmediği anlaşılıyor. Tersine, Ayasofya’nın müze statüsünden çıkarılarak ibadete açılması herhalde özellikle Rum tarafında yürekleri burkan bir gelişme oldu. Üstelik, bu işin sadece İstanbul’daki Ayasofya ile kalmayıp, İznik, Trabzon, Enez ve Vize Ayasofyaları’nda da yaygınlaşarak tekrarlanması, bu gelişmenin nasıl bir geriye gidiş olduğunun açık bir işareti.

“Gelen gideni aratıyor” deyişini doğrularcasına, Erdoğan döneminin kendinden bir öncekini, hiç değilse Özal dönemini arattığını ileri sürmek zor değil. Nitekim Patrik’in her ölüm yıldönümünde Özal’ın mezarını ziyaret edip bir gül bıraktığı biliniyor. Özal, patrik seçimlerine her seferinde çomak sokma âdetine uymayıp seçimleri serbest bıraktığı için. Ayrıca, yangın sonrası onyıllar boyu perişan vaziyette kalan Patrikhane binasına onarım izni verdiği için. Demokratik bir toplumun zaten asgari gereklerinden olan bu tür adımları attığı için, Özal belli ki Patrik’in gönlünü fethetmiş. Ama aynı şeyi Erdoğan için söylemek pek mümkün değil.

Patrik’in T.C. idareleri ve hükümetleriyle ezeli sorun ve sıkıntıları bulunmakla birlikte, mesai ve enerjisinin büyük bölümünü kendi kilisesi ve Hıristiyanlık içindeki problemlere harcadığı muhakkak. Evvelden öncelikli sorunu, en genel planda Katolik dünyasıyla kendi kilisesi arasındaki denge ve iletişimi muhafaza etmekti. Bu doğrultuda hayli ilerlediği, iki kilise arasındaki teması güçlendirmekte önemli bir rol oynadığı tartışma götürmez. Özellikle şimdiki Papa (Franciscus) ile çok muhabbetli olduğu biliniyor. Şaşırtıcı değil, çünkü her ikisi de, başlarında bulundukları katı ve hiyerarşik yapılara rağmen, bu yapıların elverdiği ölçüde açık görüşlü ve liberal eğilimleri temsil ediyor. Tarihte az görülür cinsten bir eşleşme.

Ancak, Katolik kilisesiyle ilişkisi bir yana, Patrik’in artan ölçüde kendi kilisesi yani Ortodoks âlemi içindeki çekişme ve çatlaklarla uğraştığı görülüyor. Bu çatlakların en sonuncusu da, Ukrayna kilisesinin ülkesiyle birlikte Moskova kilisesinden kopmasıydı. Patrik’in koca bir Rus hinterlandı üzerindeki simgesel otoritesini kaybetmek pahasına bu kopuşu sonunda onaylaması herhalde hiç kolay değildi, ama Ukrayna’daki vahşi savaşla birlikte bu kararının ne kadar kaçınılmaz ve isabetli olduğu anlaşıldı. Patrik bu kararı almasaydı, sorgusuz sualsiz Rus milliyetçiliğinin emrine giren, Rus saldırısını şevkle kutsayan, elinden gelse bizim Diyanet İşleri Başkanımız gibi kılıç kuşanmaktan dahi kaçınmayacak olan Moskova kilisesinin patronu Kiril ile kendini aynı safta bulacak, aynı günahı paylaşmış olacaktı.

Patrik yalnız kritik kararlar almakta değil, bu kararları niçin ve nasıl aldığını açıklamakta da olağandışı bir cesarete sahip. Bunu en iyi kendisiyle yapılan uzun bir “nehir söyleşi”de görüyoruz. Prof. Elçin Macar’ın hazırladığı ve geçen yıl yayınladığı bu kitapta, Patrik’in kendi Ortodoks dünyasının iç çelişme ve çelişkileri de dahil, girmediği hemen hiçbir alan, sözünü sakındığı hiçbir konu yok. Unutmamalı ki Patrik kamusal bir şahsiyet ve bu niteliğiyle siyasal bir yönü var. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir din adamı olduğu kadar bir siyaset adamı da aynı zamanda. Zira konumunun, makamının onu siyasetin dışında tutması imkânsız. Ne var ki Türkiye’de ve dünyada pek az siyasi figür bu kadar otosansürden azade şekilde oturup konuşmuştur. Kitap yayına verilmeden önce, Patrik’in söyleşi metnini gözden geçiren danışmanları bayağı terlemiş olmalı!

Sanmıyorum ki daha önce Patrik’le bu kapsamda bir söyleşi yapılmış olsun. Ne Türkçede ne de hatta Yunancada… İlkin Türkçede ve bir Türk akademisyenle yapılmış olması ilginç. Elçin Macar’ın Patrik’in tam güvenini kazanmış olduğu açık. Bunu hak ettiği de kesin, zira bugüne kadar Patrikhane üzerine en tarafsız ve nesnel çalışmayı gerçekleştirmiş Türk araştırmacısıdır kendisi. Bu nehir söyleşi, Patrik’in açıksözlülüğüyle Macar’ın bilinçli sorgulayıcılığının buluştuğu çok yararlı bir kaynak olmuş. Rum Patrikhanesi’nin güncel durumu hakkında fikir edinmek ve Patrik’e kulak vermek isteyenler için de herhalde halihazırdaki tek güvenilir kaynak.