Loş olsa da ışıltılı

"Ne demişti Carver, Wolff ve Ford’la arkadaşlıkları hakkında? 'Eserleri ve kişilikleri meltem ile tuzlu su kadar farklı. Benzerliklerin yanı sıra bu farklılıklar ve tanımlanması zor başka bir şey onları dost kılıyor.' Buradaki 'tanımlanması zor başka bir şeyi' tanımlamaya çalışmayacağım, ama bu 'şey'in ne olabileceğine dair –adını koymadan, bir sınıfa, ekole sokmadan– bir şeyler sezmek sanki mümkünmüş gibi geliyor bana."

16 Haziran 2022 14:30

Tobias Wolff’un öykü kitabı Hikâyemiz Burada Başlıyor [1] ile Raymond Carver’ın denemelerinin bir araya getirildiği Yazmak Üzerine [2] yakınlarda, birkaç ay arayla yayımlandı. Zamanlama manidardı doğrusu. Amerikan edebiyatının bu iki usta öykücüsü yakın arkadaş olmalarının yanında, bazılarınca aynı edebi ekolün içinde sayılırlar. Nitekim, Carver da “Dostluk” başlıklı denemesinde bundan söz ediyor.

“İngiliz gazete ve dergilerinde yazılar yazan eleştirmenler bir süredir onlara ‘Kirli Gerçekçiler’ diyor, ama [Richard] Ford, Wolff ve Carver bunu ciddiye almıyor. Başka bir sürü şeyle dalga geçtikleri gibi bununla da dalga geçiyorlar. Kendilerini bir grubun parçası gibi hissetmiyorlar. […] Kendilerini bir akıma ait ya da onun öncüsü olarak görmüyorlar. […] Eserleri ve kişilikleri meltem ile tuzlu su kadar farklı. Benzerliklerin yanı sıra bu farklılıklar ve tanımlanması zor başka bir şey onları dost kılıyor.” (s. 59)

Carver sadece “kirli gerçekçilik” tabirini değil, kendi öykülerine sıklıkla yakıştırılan “minimalizm” tabirini de pek hoş karşılamamıştır.[3] Gelgelelim Carver’la Wolff’un Türkiyeli okurların karşısına ilk kez beraber çıkmaları da yine “kirli gerçekçilik” dolayımıyla olmuştu. Notos Öykü’nün 6. sayısının dosya konusu “Kirli Gerçekçilik ve Raymond Carver”dı ve bu dosyada hem öykü hem söyleşisine yer verilen iki yazar yer almıştı: Carver ve Wolff. Her ikisiyle yapılmış söyleşilerde onlara “kirli gerçekçilik”le ilgili sorulmuş bir soru olmamakla beraber bir başka ortak noktaları olduğu ortaya çıkmıştı: Çehov. Carver, ilgisini çeken yazarların kimler olduğu sorusuna verdiği yanıtta anmıştı büyük öykücüyü; Wolff ise “canlı imgelemlerle okuyucunun heyecanını uyandırmayı nasıl başar[dığı]” sorusunu yanıtlamaya onunla başlamıştı:

“Çehov’un kardeşi Nikolay’a yazdığı mektuplardan birinde yazma eylemini betimlediği, bilindik bir paragraf vardır. ‘Yıldızlı bir geceyi betimlerken sadece semanın güzelliğinden ve mürekkep rengi göğe yayılmış noktalar halindeki hoş yıldızlardan bahsetmeyiniz’ der bu paragrafta. ‘Kırılmış bir cam parçasını ve üstüne yansıyan ay ışığını ve birdenbire karanlıkta siyah bir top gibi önünüzden geçen kurdu betimleyin’ diye devam eder. Bu, iyi bir öyküde karşınıza çıkacak beklenmedik olguların, mesela bu cam kırığının, gerçekten farkına varan böyle bambaşka bir bakış açısıdır. Bu Çehov’a özgü bir şeydir. Ben bunu karakterlerin betimlenmesinde de uyguluyorum.”[4]

Carver, Yazmak Üzerine’deki birkaç yazısında da Çehov’a değiniyor, bir yazısıysa bütünüyle onun öykücülüğüne bir övgü. “Bilinmeyen Çehov” başlıklı bu yazıda Carver, Çehov’un başka bir yazarın kulağını çekerken şunları söylediğini aktarıyor:

“Tembelliğin her öykünün satırlarının arasından fırlıyor. Cümlelerin üzerinde çalışmıyorsun. Buna mecbursun, biliyorsun. Sanatı yapan budur.” (s. 118)

Carver, 1983’te Paris Review’a verdiği mülakatta da Çehov’un bir mektubundaki şu cümlelerden çok etkilendiğini belirtir:

“Dostum, olağanüstü ve hatırlanan işler becermiş, olağanüstü insanlar hakkında yazman gerekmiyor.”[5]

Carver, bir öyküsünde Çehov’u öykü kahramanı da yapmıştır. Fil’de [6] yer alan “Ayak İşi” başlıklı bu öyküyü yazma fikrinin nasıl doğduğunu anlattığı kısa bir yazıysa Yazmak Üzerine’de yer alıyor. Burada da Çehov’a olan düşkünlüğünü, “uzun zamandır bana çok şey ifade eden yazar” sözleriyle ifade ediyor Carver. Wolff’la Carver’ın yazdıkları öyküleri şu ya da bu başlık/ekol altında bir arada anmak tartışmalı olsa da, Çehov’dan el aldıkları ve öykülerinde onun öykülerinden, öykücülüğünden öğrendikleri kimi kritik noktaları hep gözettikleri yaptığım alıntılarda ortaya çıkıyordur sanırım.

Carver’ın Yazmak Üzerine’de yer alan yazılarından biri de, Shannon Ravenel’le birlikte editörlüğünü üstlendiği The Best American Short Stories 1986 başlıklı kitabın giriş yazısı. 1985 yılı içerisinde okuyup beğendiği öyküler ve Ravenel’in kendisine gönderdiği 120 öykü arasından seçtiği toplam yirmi öyküden oluşan bu kitapta Tobias Wolff’un “Zengin Kardeş” öyküsü de bulunuyor. Birbirinden farklı karakterlerde iki kardeşin anlatıldığı bu öykü Hikâyemiz Burada Başlıyor’da da mevcut. Tobias Wolff, kitabın başındaki “Yazarın Notu”nda, otuz yıl boyunca yazdığı, başka kitaplarında yer almış kitaplardan bir seçki olduğunu belirtiyor bu kitabın. Carver da Wolff’un bu öyküsünü “unutulmaz” sıfatıyla anıyor. Beri yandan “Zengin Kardeş” öyküsünü, aynı derlemeye seçtiği, “yıllardır dünyadaki en iyi kısa kurmaca eserlerin bazılarını sessiz sakin yaz[dığını]” vurguladığı Alice Munro’nun “Monsieur les Deux Chapeaux” [İki Şapkalı Adam] başlıklı ve yine iki kardeşin hikâyesinin anlatıldığı öyküsüyle [7] birlikte okumayı öneriyor.

Wolff’un öyküsündeki iki kardeşten biri, Pete, “çok çalışıp paralar kazan[mıştır,]” kardeşi Donald ise “saplantılı biçimde ruhunun akıbetiyle meşgul[dür]”, çok zaman işsizdir ve işi olmadığında kardeşi Pete’e borçlanıp durmaktadır. Pete, ruhsal bir topluluğa ait çiftlikten kovulan Donald’ı oradan almaya gider; öyküde anlatılan, iki kardeşin işte bu dönüş yolculuklarıdır. Gerek diyalogları gerekse yolda arabaya aldıkları (Pete isteksizdir aslında, Donald’ın ısrarıyla aldıkları) bir üçüncü kişiye karşı tutumlarından ne denli farklı karakterlerde oldukları açık seçik görülür. Üzerinde çok durulmamakla birlikte, çocukluklarından kalma bir şiddet hikâyesi olduğunu da öğreniriz. Donald’ın bir ameliyat geçirdikten sonraki iyileşme sürecinde, ne zaman yalnız kalsalar Pete kardeşinin ameliyat bölgesine yumruklar atmayı huy edinmiştir. Yol sohbetlerinde bu konu açıldığında bunu yaptığını ya da yapmadığını kabul etmeyen Pete konuyu sürekli olarak geçiştirmeye çalışır, hatırlamadığını ileri sürer. Beceriksiz manevralarından bunların hep değilse de arada sırada yaşandığı az çok anlaşılır. Arabaya aldıkları adamın büyük bir olasılıkla palavralar sıktığını, hatta sahtekârın biri olduğunu düşünen Pete onunla kafa bulur, Donald’sa dikkatle dinler. Pete’in uyuyup arabayı Donald’ın kullandığı sırada adam arabadan iner. Pete bunu uyandığında öğrenir, biraz sonra da yola çıkarlarken kardeşine verdiği yüz doları Donald’ın adama –dediğine göre yatırım amaçlı olarak– teslim ettiğini. Bunu duyunca Pete iyice çileden çıkar; kardeşine çalışmadığını, kendisine bakmadığını, kim ne söylerse hemen inandığını söyledikten sonra, “Temelli üstüme kaldın sen benim” der. Donald bozulur ve kendisini arabadan indirmesini ister.

Öykünün sonunda Pete, “keyifle müzik dinleyen hür bir adam gibi kendi kendine gülümse[yerek]” yola tek başına devam eder. (Vurgu eklenmiştir.) Ne ki bir sonraki paragrafta bu “gibi” büsbütün tersine dönecektir.

“Ve bu şekilde, gülümseyerek, başını sallayıp müziğe eşlik ederek iki-üç kilometre daha gitti ve sanki  daha şimdiden yavaşlamıyormuş, geri dönmeyecekmiş gibi yaptı, sanki  böyle yalnız başına araba kullanabilecekmiş gibi, sanki evinin kapısında karısı karşısına geçip sorduğunda verecek haklı bir cevabı varmış gibi: Hani nerede? Kardeşin nerede?” (s. 108) (“Sanki” ve “gibi”lerdeki vurguları ekledim, sondaki iki cümle metinde de italik –BÇ)

Carver’ın söz ettiği Munro’nun öyküsünde de iki erkek kardeş var: Colin bir okulda öğretmendir, bir yaş küçük kardeşi Ross ise aynı okulda geçici olarak hademelik benzeri bir iş görmektedir. Öykü, okul yöneticisinin Colin’e Ross’la ilgili şikâyetlerini dolaylı ifadelerle aktarmasıyla başlar, işe zamanında gelip gelmediğini sorar Ross’un. Bir de bahçedeki yaprakları temizlerken iki şapka takmasının ne anlama geldiğini. Gerçekten de Ross’un kafasında yeşil-beyaz bir keple pembemsi, hasır bir şapka vardır, bunları üst üste takmıştır. Yönetici, kendisinin de mizah duygusu olduğunu ama çocuklar etraftayken gülünç olmaya çalışmayı tasvip etmediğini söyler. “Onlar her durumda, daha fazlası onlara verilmeden gülecek çok şey buluyorlar. En ufak şeyi dikkatlerinin dağılmasına mazeret yapıyorlar.” Öykü ilerledikçe Ross’un başka tuhaf huyları olduğunu öğreniriz. Anneleri Sylvia onun kafasının teknik-mekanik meselelerde bir deha gibi çalıştığını ileri sürmektedir, Colin’in eşi Glenna’ya göreyse Ross’ta bir dahilik varsa bile, bu dehanın öbür tarafıdır – dalgınlık, derli toplu ve temiz olmama. Beri yandan Glenna’yla Ross iyi anlaşmaktadırlar. Ross, Colin’le Glenna’nın tadilatıyla uğraştıkları yıkık dökük evlerinin bahçesinde eski araba parçalarından kendisine yeni bir araba yapmaya uğraşmaktadır. Bir ahbapları bu araba için seçtiği motorla gövdenin uyumsuz olduğunu, motorun cesameti nedeniyle arabanın çalışsa bile bir gün kaza yapıp devrilmesinin kaçınılmaz olduğunu söyler. Bunu söyleyen okuldaki Fransızca öğretmeni Nancy’dir. Ross’u iki şapkasıyla çalışırken görmüş ve ona “Monsieur les Deux Chapeaux” lakabını yakıştırmıştır. Ona böyle seslenir. Ross ise Nancy’nin böyle bir şey görmüş olamayacağını söyler, –daha önce arada sırada uyuşturucu kullandığını öğrendiğimiz– Nancy çift görmektedir ona göre. Colin, kardeşine ne iki şapka taktığını söyleyebilir ne de yaptığı arabada vahim bir hata olduğunu.

Motorla gövdenin uyumsuzluğunun gerçekten de vahim sonuçlar doğuracak bir hata olup olmadığı öyküde netlik kazanmaz, Colin’in bu konuda fikrini sorduğu, anneleri Slyvia’nın sevgilisi Eddy o görüşte değildir pek, ama Colin huylanmıştır bir kere, ne var ki bunu kardeşine söyleyemez. Öykünün zirve noktası şaşırtıcı biçimde sonlara doğru ortaya çıkar – ne şapkalarla ne arabayla ilgilidir ya da her ikisiyle de ilgilidir, ama hayli dolaylı biçimde. Colin ve Ross’un çocukluğuna gideriz, Colin hatırlıyordur, öykünün dış-anlatıcısı o yıllarda başlarına gelen bir olayı onun zihninin yakınlarından anlatır. İki kardeş kapısı açık unutulmuş bir arabada bir tüfek bulmuşlardır ve Colin’in elindeyken tüfek ateş almıştır. Ross yere düşmüştür, alnında koyu renkli, süzülen bir lekeyle. Silahı doğrulttuğunu ve tetiğe dokunduğunu daha sonra hatırlamayacak olan Ross kardeşini yerde öyle yatar görünce kaçmıştır. Aslında vurulmamıştır Ross, neden kendisini yere attığı da meçhuldür, silahın sesinden ürkmüş olabilir. Beri yandan öyküde esas önem taşıyan, Colin’i buldukları sırada onun hissettikleridir. Hoşnutluk ya da üzüntü değildir, çok cılız ve kişisel hislerdir bunlar, onun durumuna hiçbiri uymuyordur. Onu arayan insanların ismini seslendiklerini duyuyordur, ama her şey çok aptalca görünüyordur o sırada Colin’e, adının Colin olması ve ona böyle seslenilmesi dahil her şey. “Aptalcaydı, bir bakıma, Ross’u vurduğunu düşünmek bile, onu vurduğunu bildiği halde.” Hayatı bölünmüştür ve hiçbir şey hallolmayacaktır. Neden sonra her şey önceden oldukları şeye dönüşür yeniden. Kaosun ve duyguların hayata geri dönmesiyle başı döner gibi olur Colin’in, sıcak kanın bedeninin donmuş kısımlarında ilerlemesi gibi sancılı bir şeydir bu. Dünya eski haline dönerken şunu anlar: Kendisine ve kardeşine göz kulak olmak bundan sonra onun görevi olacaktır.

Nitekim Carver da, değindiğim yazıda Wolff’un ve Munro’nun öykülerinin “Kardeşlerimizin bekçisi miyiz?”[8] sorusuyla bağlantılı olduğunu vurgular. Bu soruyu yanıtlamadan önce bu iki öyküyü okumamızı salık verir.

Carver’ın hatırlatmasıyla Munro’nun öyküsünü okuduğumda aklıma olayların kardeşlik bahsi çevresinde geliştiği iki öykü daha geldi. Bunlardan biri Carver’ın; öbürü de onun hem öğretmeni hem arkadaşı olan John Cheever’a ait. Carver’ın öyküsü, Fil’de yer alan aynı isimli öykü. “Erkek kardeşimin parayı almasına izin vermenin hata olduğunu biliyordum” diye başlar bu öykü. Eski eşine nafaka ödeyen, annesine, kızına ve oğluna yardım etmek zorunda olan öykünün anlatıcısından erkek kardeşi de para istemiştir. Kardeşine istemeye istemeye beş yüz dolarlık bir çek gönderir ve onu borcunu ödemeye mecbur bırakmak için peyderpey annelerine ödeme yapmasını ister, ne var ki aylar geçtiği halde annesine elli ya da yetmiş beş dolar ancak öder kardeşi. Anlatıcı kardeşine borç verirken bir yandan da, “En azından, bundan böyle başına ne gelirse gelsin para almak için” kardeşinin ona başvurmayacağını ummaktadır. Yardım ettiği aile fertleriyle “karşılaştırıldığında bolluk içinde yaşıyordu[r]” ama deniz tükenmiştir, hayatını sürdürebilmek için çok şeyden, misal çok sevdiği halde dışarıda yemek yemekten vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bir zaman sonra kardeşi bin dolar daha borç ister. Hayatını sürdürebilmek için artık herkesten uzağa, ta Avustralya’ya kaçmayı düşünmeye başlayan anlatıcı ne yapacağını kestiremediği için bir süre bocaladıktan sonra bankadan kredi çekip bin dolarlık çeki de kardeşine gönderir. Bu arada oğlunun ve kızının hayatları da fena halde dibe vurmuştur. Yardım isteyen herkese, annesine, eski eşine ve çocuklarına yeni çekler gönderdiği gece iki rüya görür. İlkinde çocukluğundadır ve babası onu omzunda taşıyordur. Babasının bir fil olduğunu farz eder. İkinci rüyadaysa halen eski eşiyle evlidir, çocukları vardır. Rüyanın başlarında bir hoşnutluk ve mutluluk duygusu vardır, ama sonra işler değişir.

“Derken, birden, kendimi başka insanların –tanımadığım insanların– yanında buldum, bir sonraki ansa oğlumun arabasının camını tekmeliyor ve hayatını tehdit ediyordum; bir zamanlar, uzun zaman önce yaptığım gibi. Ayakkabım camı parçalayıp geçerken oğlum arabanın içindeydi.” (s. 91)

Daha beteri, ikinci rüyada biri anlatıcıya viski ikram etmiş, o da içmiştir. “Beni ürküten şey o viskiyi içmekti. Bu olabilecek en kötü şeydi. Dibe vurmaktı. Bununla karşılaştırıldığında diğer her şey hafif kalırdı.”

Sabah kahvesini içerken Avustralya’ya gitme fikrinin ne saçma olduğunu fark eder. İstemiyordur da, oraya gitmek istemediğini anlayınca kendisini daha iyi hisseder. Parası olmadığı için kahvesini sütsüz içmek zorundadır ama ne önemi vardır bunun… “Ölecek değildim ya” der. İşe yürüyerek gitmeye karar verir, tasarruf gereği. Yürürken annesini, oğlunu, kızını, eski eşini düşünür, iyi ve sağlıklı olmalarını diler. Sonra kardeşi gelir aklına. Ona da gıyabında, “Sana da iyi şanslar kardeşim. […] Umarım çok paran olur. Olunca bana borcunu öde” diye seslenir.

“Sonuç itibariyle işlerin çok daha kötü olabileceğine karar verdim. Sadece şimdi işler herkes için zordu tabii. İnsanların talihi tepetaklak olmuştu. Ama çok yakında işlerin değişeceği belliydi. Sonbaharda işler düzelirdi belki. Ümidimizi korumak için birçok sebep vardı.” (s. 93)

Yürürken bir yol kenarı kafesinin hizasında durur, elindeki sefertasını yere bırakıp kollarını kaldırır, “öyle aptal aptal dur[duğu]” sırada işyerinden bir arkadaşı onu fark edip arabasına alır. Anlatıcı sigarasını yakar, arkadaşı ağzına bir puro koyar ama yakmaz. Arkadaşı işe geç kalmışlar gibi hızlı sürüyordur arabayı, oysa geç kalmamışlardır. Anlatıcı bunu hatırlatır, ama öbürü hızı kesmez.

“Motora yüklendi. Sapağı geçip yola devam ettik. Doğruca dağlara gidiyorduk. Puroyu ağzından çıkarıp gömleğinin cebine soktu. ‘Biraz borç alıp bu bebeği elden geçirttim’ dedi. Sonra bana bir şey göstermek istediğini söyledi. Gazı kökleyip arabaya olabildiğince yüklendi.” (s. 94)

Şu cümlelerle biter öykü. “Gaz pedalının dibine kadar basmıştı, tam gaz gidiyorduk. Kocaman beleşe arabasında şimşek gibi yol aldık.”

Bu öyküdeki kimi ayrıntılara neden değindiğime daha sonra dönmek üzere, biraz da Cheever’ın öyküsüne bakalım. “Güle Güle Kardeşim” onun en meşhur öykülerinden biri. Türkçede Yüzücü [9] başlıklı öykü derlemesinde yer alan bu öyküdeki anlatıcı (ve ailesi) Munro ve Carver’ın öykülerindeki kişilerin, ailelerin yanında oldukça varlıklı sayılır. Dört kardeş ve anneleri yıllar sonra yazlıkta bir araya gelmişlerdir. Özellikle en küçük kardeş Lawrence çok uzun zamandır öbürleriyle görüşmemiştir. Huysuz biridir Lawrence, sürekli şikâyet etmektedir, bütün aile fertlerinden hoşnutsuzdur ve bunları saklama gereği duymadan söylemekte, söylenmektedir. Kardeşlerin tenis oynamaları da saçmadır, tavla partileri de; yazlık ev yıkıldı yıkılacaktır, aşınmıştır, tadilat için ödedikleri paralar boşa gitmektedir… Anlatıcı, “hoşgörüsüzlüğü sağlam kişilik sanma yanılgısı” olduğunu düşünür kardeşinin, onun için üzülür. “Hadi çık şu havadan” dedikten sonra, “Sen kötümserliğin bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorsun ama bence bu, gerçekleri kavramaktan kaçınmak düpedüz” diye ekler. Lawrence onunla hemfikir değildir. Evdeki herkes hakkında olumsuz bir şeyler söyler: ya salaktırlar ya erkek düşkünü yahut alkolik. Anlatıcının da ahmak olduğunu söyler. Aralarındaki ağız dalaşının ardından yürüyüp giden kardeşinin kafasına yerden aldığı kütüğü indirir anlatıcı.

“Keşke ölse, keşke birazdan gömülecek olsa dedim içimden ama gömülecek olsa dedim, gömülmüş olsa demedim çünkü cenaze törenini, onu bilincimden silmenin şatafatını kaçırmak işime gelmiyordu, geriye kalanlarımızı […] yirmi yıl önce yıkılan evimizde konuklarımızla akrabalarımızı yas giysileriyle kapıda karşılayışımız, onların başsağlığı dileklerini tıpatıp bir saygınlık havası içinde kabul edişimiz canlanıyordu gözlerimin önünde.” (s. 25)

Kardeşinin aldığı yara ölümcül değildir. Huysuz kardeş, döndüğünde başına geleni ev halkına, “Ağabeyimin marifeti” diye anlatacak, “önemli işler var beni bekleyen” diyerek evden ayrılacaktır.

“Bu yapıda biriyle nasıl başa çıkarsınız?” diye sorar öykünün sonunda anlatıcı, “Ne yapabilirsiniz?”

“Kalabalıkta gözünün ille de sivilceli bir yanakta, çolak bir elde karar kılmasını nasıl engelleyebilirsiniz, insan soyunun hesapsız yüce gönüllülüğünü, insan yaşamının kıyıcı ama yüzeysel çekiciliği karşısında duygulanmayı nasıl öğretebilirsiniz ona? Korkunun, ürkünün bile yıldıramadığı bazı gerçeklere parmak basmasını nasıl sağlayabilirsiniz?” (s. 27)

Ne demişti Carver, Wolff ve Ford’la arkadaşlıkları hakkında? “Eserleri ve kişilikleri meltem ile tuzlu su kadar farklı. Benzerliklerin yanı sıra bu farklılıklar ve tanımlanması zor başka bir şey onları dost kılıyor.” Buradaki “tanımlanması zor başka bir şeyi” tanımlamaya çalışmayacağım, ama bu “şey”in ne olabileceğine dair –adını koymadan, bir sınıfa, ekole sokmadan– bir şeyler sezmek sanki mümkünmüş gibi geliyor bana. Sadece edebiyatları, yapıtları değil sezgi kanallarımızı açmamız gereken – ya da belki de sadece onlar, ama yapıtlarına hayat hikâyelerinden ve dünya görüşlerinden sinmiş bir şeyleri de hesaba katarak. Edebiyata bakışları, edebiyattan beklentileri, onları bir şeyler yazmaya iten arayışları da… Keza anlatma biçimlerini, üsluplarını da… Çehov’a düşkünlükleri bir ipucu; söyleşilerde, yazılarda ondan yaptıkları alıntılar. “Olağanüstü işler becermiş, olağanüstü insanlar hakkında” yazmamış olmaları mesela. Bununla beraber, insan olmaya dair saklı bir şeylerin, kimi gizlerin, gizemlerin (gündelik hayat gizemlerinin), kişilerin kendilerinden sakladıkları ve saklayamadıkları hesapların açığa çıkar gibi olması… (Paris Review söyleşinde şöyle der Carver: “Gençlikte insanlar size hep bildiğiniz şeyler hakkında yazmanızı söylerler ve kendi gizlerinizden başka neyi daha iyi bilebilirsiniz?”)[10] Hayata ve yazıya birbirinden çok uzak olmayan pencerelerden baktıklarını düşünebiliriz, sadece onların değil, Munro ve Cheever’ı da ekleyebiliriz bu arkadaş topluluğuna – aralarında birbirini hiç görmemiş, tanışmamış olanlar varsa da! Gene Çehov’a başvuracağım. Malumdur sanırım, Cheever’a “Banliyölerin Çehov’u” dendiği, Munro’nun da “Kanada’nın Çehov’u” diye anıldığı.[11]

Özetlediğim dört öyküye biraz daha yakından bakmak yardımcı olabilir. Ancak önce şu şerhi düşmek isterim. Bu öyküler, yaptığım özetlerin ve açıklamaların çok ötelerine açılan metinler ve her bir yazarın kendi üslubunca kaleme getirdiği yapıtlar. Munro’nun öyküsünde örneğin karakterler geçidi var, pek çok öyküsünde olduğu gibi. Nancy, Eddy, Glenna, Slyvia öyküdeki iki erkek kardeş kadar yoğun biçimde metnin odağında olmasalar da kendilerine özgü bakış ve tutumlarıyla sapasağlam çizilmiş birer kişilik. Cheever’ın öyküsündeki kıyafet balosu sahnesi, onun öykülerinden aşina olduğumuz kokteyl partilerinden daha kalabalık ve daha kamusal bir etkinlik, ama oradaki insanların ruh hallerinde yahut kıyafet seçimlerindeki benzerliklerde kokteyl partilerinde karşılaştığımız öykü kişilerinin ruh hallerinden esintiler mevcut. Wolff ve Carver’ın öyküleri peş peşe okunduğunda bu iki yazarın metinlerinde benzeşen ve ayrışan yanlar fark edilecektir.

Bu öykülerdeki kimi benzerlikler dikkat çekmiştir, kardeşlik meselesi değil sadece, özellikle Wolff’un öyküsüyle Carver’ın “Fil”i arasında bir diyalog var gibi, daha doğrusu, Carver arkadaşına selam göndermiş sanki. Puro mesela: Wolff’un öyküsünde iki kardeşin arabalarına aldıkları adamın puro içmesi sorun olur, Carver’ın anlatıcısının arkadaşının ağzında da puro vardır, ama bir türlü yakmaz. “Fil”in sonunda borçlanarak elden geçirilen arabadan “beleş” diye söz edilmesi bariz biçimde bu borcun ödenmeyeceğinin iması – Carver bununla da Wolff’un öyküsündeki zengin-olmayan kardeşe bir selam göndermiyor mu?

Bir de rüya meselesi var. Donald, Pete’e kendisini hiç rüyada görüp görmediğini sorar, önce görmediği yanıtını alır, ama sonra bir-iki cümleyle gördüğü rüyadan söz eder Pete. Rüyasında Donald, Pete’e göz kulak oluyordur. “Fil”de de anlatıcının rüyası olduğuna değindim, babasını görmüştür, bir fil olduğunu farz etmiştir – aslında kendisi değil midir fil, bütün aileyi omuzlarında, sırtında taşıyordur. Göz kulak olmak bahsinde Munro’nun öyküsünün sonunu hatırlayabiliriz. Colin, kendisine ve kardeşine göz kulak olmayı görev edinmiştir, ta çocukluklarındaki o tuhaf olaydan sonra, öyküdeki şapka ve araba meselelerinde de sezeriz zaten göz kulak olduğunu, ne yapacağını bilemezken bile, duyduğu kaygıları.

Cheever’ın öyküsünde göz kulak olmaktan çok söz edilemez, tam tersine ağabey kardeşine şiddet uygular, hatta ölmesini ister. Beri yandan öykünün sonunda kardeşine “insan yaşamının kıyıcı ama yüzeysel çekiciliği karşısında duygulanmayı” öğretemeyeceğine hayıflanması göz kulak olma görevini becerememekten ötürü duyulan bir tür teessüf değil midir? Beri yandan, ağabeyin gözlerinin önünde kardeşinin cenaze töreninin belirmesi (üstelik yirmi yıl önce yıkılan eski evlerinde) ve bundan tuhaf manevi hazlar alacağını düşünmesinin göz kulak olmakla bir ilgisi olmayacağı ortada, ancak öyküyü kısaca özetlerken değinmediğim bir nokta var burada da. Kardeşi aldığı darbeyle yere düştüğünde anlatıcı onun işini hepten bitirmek fikrinden büsbütün caymamışsa da, “o anda iki apayrı kişi –katili ve kurtarıcısı– kimliğiyle davranı[r]”, denize sürüklenmemesi için bir yükseltiye taşır, gömleğinden bir parça koparıp yarasına sarar. Kardeşinin halen bekçisidir!

Carver’ın öyküsündeki anlatıcının kardeşine para gönderirken bir daha kendisinden para istemeyeceğini umarak bunu yaptığını hatırlayalım. (Cheever’ın öyküsündeki ağabey kadar sert ve “kirli” olmasa da, burada da bir ekstra beklenti hesabı var.) Göz kulak olmak da sadece göz kulak olmak anlamına gelmeyebilir demek ki…

Carver’ın Paris Review söyleşisindeki şu cümleler, onun edebiyatı (ve hayat hikâyesi) üzerine hayli önemli bir noktaya işaret etmenin yanı sıra bu yazıda değindiğim öbür öykücülerle yakınlaştıkları bakış açısının da bir ifadesi.

“Bazı yaşamlarda insanlar hep başarılıdır; ve sanırım böyle olduğunda bu büyük bir olaydır. Başka yaşamlarda ise insanlar yapmaya çalıştıkları şeyi başaramazlar, en çok yapmak istedikleri şeyleri, yaşamı destekleyen küçük ya da büyük şeyleri. Bu yaşamlar, başaramayan insanların yaşamları kuşkusuz yazmaya değer şeylerdir. Kendi deneyimlerimin çoğu, dolaylı ya da dolaysız olarak, bu ikinci durumla ilgilidir. Sanırım karakterlerimin çoğu yaptıkları şeyin bir işe yaramasını istiyorlar. Ama aynı zamanda öylesine bir noktaya ulaşmışlar ki –birçok insan gibi– işlerin öyle olmadığını görüyorlar. Artık hiçbir şey fark etmemektedir. Bir zamanlar önemli olduğunu, hatta canını vermeye değer olduğunu düşündükleri şeylerin artık beş paralık değeri kalmamıştır. Çöküşünü izledikleri, rahatsız oldukları şey kendi yaşamları olmuştur. İşleri yoluna koymaya çalışırlar ama, beceremezler.” (s. 200)

“Artık hiçbir şeyin fark etmediği nokta.” Bunun öncesi, az sonrası ya da tam fark edildiği an… Başarıyla başarısızlığın salındığı tahterevalli. Cheever’ın küçük kardeşi başarmış mıdır mesela, ya da Wolff’un öyküsündeki Pete? Her ikisi için de “işlerin öyle olmadığı” ortaya çıkmaz mı öykülerin finalinde. “Fil”in anlatıcısı maddi olarak en dipte midir, rüya vasıtasıyla farkına vardığı dibin de dibi olduğu, oradan da vaktiyle geçtiği değil mi? Munro’nun iki şapkalı adamının başarıp başaramayacağı sorusu değil mi ağabeyini telaşa düşüren, onu artık hiçbir şeyin fark etmediği o noktadan nasıl uzak tutabileceği?

Soldan sağa: Tobias Wolff, Raymond Carver, Richard Ford (Fotoğraf: Allan Titmuss)

Benzerlikler ve farklılıklar… Bu yazarların ve ustaları Çehov’un benzeştikleri çok önemli bir nokta daha var. Öykülerinde ahlaki bir kaygı sezmeyiz, yargı cümleleri yoktur. Cheever’ın öyküsünün anlatıcısının “nasıl öğretebilirsiniz?” diye sorması boşuna değil. Böyle şeyleri öğretmek pek mümkün değildir, hele ki bir hikâye anlatarak. Öykü kişilerinin ahlaki yargıları, bunu gözeterek aldıkları tutumlar olması öykülerden ahlaki hükümler devşirmemizi gerektirmez, sağlamaz da. Öykü kişilerinin zaaflarıyla, küçük hesaplarıyla beraber aktarılması çoğu zaman buna imkân da vermez. Ahlaken doğru olanları dikte ya da tebliğ edenlerden ziyade iki arada bir derede kalmış olanların hikâyeleri yeğlenir ve çekicidir.

Tobias Wolff’un “İki Oğlan, Bir Kız” öyküsü, adından da anlaşılacağı gibi üçlü bir yakınlığı anlatır – bir çift ve arkadaşları. Oğlanlardan biri, Gilbert, arkadaşı tatile gidince onun sevgilisine göz kulak olur, ama zamanla abayı yakar, kızın durumunun da farklı olmadığı sezilir. Ne var ki bu ikisi arasında bir ilişki başlamaz – adlı adınca bir ilişki, yoksa yakınlıkları hayli ilerlemiştir, “kızın büyük bir ciddiyetle dikkatini [Gilbert’a] vermesi, [onun] başka hiç kimselere söyleyemediği şeyleri söylemesine, kendinin bile farkında olmadığı imkânsız hayallerini itiraf etmesine yol aç[maya]” başlamıştır. Öyküde Gilbert’ın ahlaki sorgulamalara girdiğini anlarız. En yakın arkadaşına ihanet etmek üzeredir. Enine boyuna düşünür, kendine “gerekçeler” üretir ama bunlara sığınamaz.

“Gerekçeler hep bir amaca, ilkeler ve arzular arasında bir mücadele izlenimi vermeye yöneliktir. Ama aslında mücadele filan yoktur. İlkeler, sahip olmak zorunda olduğunuz şeyi bulduğunuzda tüm gücünü yitirir.” (s. 223)

Wolff’un bize çizdiği dünyada genç bir adamın ahlaki sorgulaması ve bunun sonucunda verdiği kararla yaptıkları anlatılır, ne ki bize bir öğüt çıkmaz buradan – ilkeler mi, arzular mı sorusuna kesinlikli yanıt bulabileceğimiz. Ne vardır peki onun yerine? Carver’ın Paris Review söyleşisinde vurguladığı üzere, bize Gilbert’ın dünyasından haber gelmiştir, budur hepsi.

“İyi yazın kısmen bir dünyadan ötekine haberler getirmektir. Sanırım kendi başına ve kendi içinde iyi bir amaçtır.” (s. 213)

Carver bu amaç dışında bir amaç beklenemeyeceğini vurgular. Belki bir zamanlar edebi yapıtın “insanların içinde yaşadığı dünyayı ve hatta kendileri hakkındaki düşüncelerini değiştirebileceği günler” olmuşsa da, geçmiştir artık. Peki, nedir bizi bunları yazmaya ve okumaya iten, çeken?

“Sadece, onu yapmaktan aldığımız derin haz için; dayanıklı ve sonsuza dek kalacak bir şeyi olduğu kadar kendi içinde ve kendi başına güzel olan bir şeyi okumaktan alınan değişik tür bir haz olduğu için var olmalı. Sanat bu kıvılcımları yayar – her ne kadar loş olsa da ışıltısı süreklidir, ne artar ne azalır.” (s. 213)

Yazıda değindiğim kardeşlik temalı öykülerin hiçbiri bize bir insanın kardeşine göz kulak olması gerektiğinde ne yapması, nasıl tutum alması konusunda mutlak bir doğruyu, ahlaki bir düsturu aktarmaz, ama dört ayrı dünyadan bizim dünyamıza haberler getirirler. Bunları ya da başka öyküleri okurken, okuduktan sonra, bu haberlerle hiç mi bir şey değişmez peki bizim dünyamızda? Carver, Yazmak Üzerine’de yer alan, kendi öykülerinden biri hakkında yazdığı yazıda, bu soruya verilecek yanıtın asla “hiç” olmadığını, ama ancak kıvılcımlı yahut loş ışıltılı olacağını belirtiyor.

“İster yazar ister okur olalım, eğer şanslıysak bir kısa öykünün son bir-iki satırını bitirir, sonra da bir dakika sessizce otururuz. İdeal olarak, az önce yazdığımız ya da okuduğumuz şeye kafa yorarız; belki kalbimiz ya da aklımız daha önceki yerinden biraz kaymış olacaktır. Vücut ısımız bir derece yükselmiş ya da düşmüş olacaktır. Sonra, bir kez daha düzgün ve sabit nefes alarak kendimizi toplarız, ister yazar ister okur olalım, –bir Çehov karakterinin söylediği gibi ‘sıcak kan ve sinirden yaratılmış’ olarak– ayağa kalkarız ve bir sonraki şeye geçeriz: Hayat. Her zaman hayat.” (s. 97)

 

NOTLAR: 


[1] Tobias Wolff, Hikâyemiz Burada Başlıyor, çev. Seda Ateş, Yüz Yayınları, 2021, 419 s.

[2] Raymond Carver, Yazmak Üzerine, çev: Ayça Sabuncuoğlu, Can Yayınları, 2022, 192 s.

[3] Bu konuya IAN Edebiyat’ın Mayıs 2015 tarihli 8. sayısında Carver’ın öyküleri üzerine yazdığım yazıda da değinmiştim. Yazı şuradan okunabilir. 

[4] Tobias Wolff, “Bize kim olduğumuzu söyleyen başlıca kaynak anıdır.” Notos Öykü, sayı: 6, Ekim-Kasım 2007.

[5] Raymond Carver, Ateşler, çev. Zafer Aracagök, Adam Yayınları, 1990, s. 206.

[6] Raymond Carver, Fil, çev. Ayça Sabuncuoğlu, Can Yayınları, 2015, 128 s.

[7] Alice Munro, The Progress of Love, Vintage, 1996, s: 56-83

[8]RAB Kayin’e, ‘Kardeşin Habil nerede?’ diye sordu. Kayin, ‘Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?’ diye karşılık verdi.” (Kitabı Mukaddes, Yaratılış 4:9).

[9] John Cheever, Yüzücü, çev. Tomris Uyar, Everest, 2011, 149 s.

[10] Ateşler, s. 199

[11] Çapraz göndermeler, benzetmeler de var. Yıllar önce Alice Munro’nun adından haberdar olmam böyle bir yazı sayesinde olmuştu. İnternette Carver üzerine yazılmış yazılar aranırken bir yerde Alice Munro için “Kanada’nın Carver’ı” dendiğini görmüş ve hemen gidip bir kitabını almıştım.

 

GİRİŞ RESMİ:

Raymond Carver, Alice Munro, Tobias Wolff, John Cheever