Kar Panteri, bir tefekkür yürüyüşü

"Kar Panteri’nde doğanın katledilmesi, hayvan hakları, devletlerin çevre politikalarının ötesinde, evrensel bir insanlık anlayışı, modern insanın unuttuğu, ıskaladığı ya da vazgeçtiği bir anlayış 'yaratıcı, kişisel bir felsefi' yaklaşımla kaleme alınmış. Yazarın da ifade ettiği gibi, 'hayvanların seyrine dalmak onu kendisiyle buluşturmuş'”.

02 Haziran 2022 16:38

 
 

Kefeyi “Doğu’ya” ya da “Batı’ya” var gücümüzle eğerek iddialarda bulunduğumuz, “Hiçbir Batı ülkesinde böyle bir şey olmaz işte” diye öfkelendiğimiz çağlarımız olmuştur. Tek bir okumanın peşi sıra rekor aforizmalarda bulunduğumuz zamanlar. Kendimden hatırladığım, nereden duyduğumu hiç bilmediğim, “Batıda ‘gönül’ kelimesi yoktur, ‘aşk’ vardır” tümcesiydi mesela. Yani o zamanlar Avustralya’nın güneydoğusunda yaşayan vombatların küp şeklinde dışkıladıklarını; bu dışkıların kenarına belli semboller çizerek kendi aralarında anlaştıklarını; ahtapotların, bir “düşmanla” karşılaştıklarında, mürekkepleri sayesinde kendilerinin bir benzerini çizip bunun arkasına saklandıklarını; pek çok bitkinin, türdeşleri dışındaki değişik mantar türlerini destekleyip yaşamlarını sürdürmelerine yardımcı olabildiklerini bilmiyordum. Düşünceler gibi varlığı, şeyleri, nesneleri ve onların özlerini dille sınırlandırmak mümkün görünmüyor. Hele ki anlamak, ayrı bir kategori.

Sylvain Tesson, Kar Panteri’nde: “Olaylara karşı duyulan merak ve mesafe arasında bir bağlantı olduğuna ikna oldum” derken, bu mesafe, “bize yabancı olduğunu düşündüğümüz ne varsa” olarak da anlaşılıyor aslında. Tesson üsteliyor: “Çok uzaklaştığımız hayvani yanımız.” Kendini yaşam döngüsünün en üst kademesine yerleştiren ve bunun böyle olması gerektiğine inanan insan için bu mesafe aynı zamanda onun kendi hayatıdır; adına kültür, dil denir.

Anlatı çıkış noktasını, hayvan ve doğa fotoğrafçısı Vincent Munier’nin yazar Sylvain Tesson’u Tibet sınırlarına, kar panterlerinin kalan son örneklerini gözlemlemeye davet etmesinden alıyor. Bu çekingen ve ürkek hayvan, 5.000 metre yükseklikteki ve 1.600 km’lik bir alana yayılan devasa Çang Tang Ovası’nda yaşamaktadır; gözlemleme koşulları da buna uygun olarak, panterin bir iki dakikalığına görünmesi için kimi zaman saatlerce kıpırtısız beklemenin gerektiği -30 derece soğukta gerçekleşir. Bu zihinsel hedef –hayvanın ortaya çıktığını görmek– geri kalan her şeyi unutturur. Yazar Tesson’un, fotoğraf sanatçısı Vincent Munier’den etkilenip kar panterinin peşine düşmesinin nedenlerinden biri, bu gözlemleme eyleminin avcılıkla aynı şey demek olmadığıdır; avcı bir varlığı yok etmek, “kurt kadar erkeksi, antilop kadar gösterişli olmamasının öfkesini dindirmek” için öldürmek ister. Kendinden daha güçlü, doğaya daha iyi adapte olmuş bir canlıyı neden öldürmelidir? Tesson, doğanın sözle anlatılmaz büyüsü ve güzelliğine tanık olurken bir hayvanın izini sürmek, onu “beklemek” ne demekmiş, öğrenir.

Kitap birinci bölümde dört kişilik ekibin Pekin’e ulaşması ve otomobille alınan üç günlük Doğu Tibet yolculuğuyla açılıyor. Yükseklere doğru çıkıldıkça soğuk ne hareket etmeye ne konuşmaya ne de melankoliye izin vermektedir; buna rağmen ortam ve manzara tasvirlerine, yavaş yavaş yazarın gözlemleriyle yoğrulan bir felsefe karışır, hatta Tesson “havayı koklayarak” politik manzarayı değerlendirir:

“Çin hükümeti şu eski Tibet’i kontrol etme projesini gerçekleştirmişti. Pekin artık keşişleri kovalamakla uğraşmıyordu. Bir alanı elde tutmak için baskıdan daha etkili bir yöntem vardır: İnsani gelişim ve arazi düzenlemesi. Devlet konforu sağlar, isyan söner. Kargaşa olursa yetkililer itiraz eder: ‘Nasıl? Biz okullar kurarken ayaklanma mı?’ Lenin bu yöntemi yüz yıl önce ‘ülkeye elektrik getirerek’ denemişti. Pekin ‘80’li yıllardan itibaren bu stratejiyi seçmişti. Devrimin tantanası yerini lojistiğe bırakmıştı. Hedef aynıydı: ortama egemen olmak.” (s. 24)

Neredeyse her bölümde olduğu gibi bu sayfa da çarpıcı bir göndermeyle son buluyor:

“Jack London bütün bunları 1902’de özetlemişti: ‘Bir insanın karnını kim doyuruyorsa onun efendisi odur’”.

Tek tek değerler olarak keşfetmek, sabretmek, beklemek. Mesela Tesson, vahşi hayatın totemleri sayılan yak sürülerini beklerken ilk dersini de almış olur: Yırtıcılar hiçbir işaret vermeden ortaya çıkar ve onları bulduğumuz yanılsaması yaratarak çekip giderler. Hayvan gelir ya da gelmez, bu önemli değildir; gelirse bu bir ödül olur, ama eğer gelmezse bekleyiş ve sabır arasında geçen zaman, kutsal olana yakın bir duygudur. Soğuğa katlanmak ve karşılığında hayvanın ortaya çıktığını görmek. “Beklemek mütevazı bir inançtır” diyor Tesson.

Her bölümdeki ara başlıklarda, gözlemleri, Herakleitos ya da ressam Séraphine de Senlis’den Jérôme Bosch’a, Novalis’den Baudrillard’a yapılan göndermeleri, kurt, Tibet eşeği, mavi keçi sürülerinin incelenmesini yoğun felsefi çıkarımlar takip ediyor. Örnekler o kadar çok, o kadar olağanüstü ki:

“Gerçeküstü dünyanın Flamanı Jérôme Bosch, bir gravürü Ahşabın Kulağı Var, Tarlanın Gözleri Var diye adlandırmıştı. Yere göz bebekleri çizmiş, bir ormanın kıyısına da insan kulakları kondurmuştu. Sanatçılar bilir: vahşi, siz onu fark etmeden bakar. İnsanın bakışı ona yöneldiğinde yok olur.” (s. 48)

Saatlerce beklerken Tesson’un aklından düşünceler, görüntüler geçer; ancak tarumar olmuş bir tabiata bakıp isyan etmek değil, esin veren bir meditasyondur bu. Metnin şiirini küçük ayrıntılar oluşturur. Göğe, tabiata, çocukluğa, kendi içine, hayvana bakıp da aynı anda Renan’ı, Lao Zi’yi, Chardonne’u, Pascal’ı, Drieu de la Rochelle’i, Pline’i, Proust’u, Nietzsche’yi, Blixen’i, Jules Renard’ı bir araya getirmek…

Fotoğrafçı Munier ise Tesson’un diğer yarısıdır sanki:

“Bilim insanları onu hor görüyordu. Munier doğayı bir sanatçı olarak algılıyordu. Bu hesap makinesi bağımlıları, bu ‘nicelik egemenliği’ hizmetkârları için bir değeri yoktu onun. Bu hesap makinelerinden bazılarına rastlamıştım. Sinekkuşlarına halka takıyor, safra örnekleri almak için martıların karnını yarıyorlardı.” (s. 38).

“Hep bir melankoli hazırlığında gibiydi. Kar serçelerini ürkütmemek için sesinin tonunu asla yükseltmiyordu.” (s. 39)

Onun hayvanlara ve doğaya olan sevgisi, asla şikâyet etmemesine neden olmuştur:

“Hayvan aşkı Munier’de her türlü kibri yok etmişti. Kendi kendisiyle çok fazla ilgilenmiyordu.” (s. 43).

Gözlerini, kalbini ve zekâsını sonuna kadar açarak dünyaya dair anlayışını genişletmek isteyen bir adam, bir bakıma “görünmez olana” bakmak için zaman ayırmak isteyen bir adam Tesson. Metnin verdiği lirik-şiirsel cüretle, insanın doğadaki yeri, çürümüş bir modernite yılgınlığı üzerine tefekküre dayalı bir yürüyüş diyebiliriz Kar Panteri için. “Düzen” başlıklı bölümde Tanrı inancı konu ediliyor mesela, böyle bir yerde hâlâ Tanrı’ya dua etmeli mi diye soruyor Tesson:

“Güneş her sabah doğuyor, hayvanlar da birbirlerini sevmek ya da boğazlamak için birbirlerinin peşine takılıyordu (…) Ne olmuştu? Nedendi bu acımasız avlar ve hep yeniden başlayan acılar?”

Ve bu varoluşsal, metafizik sorulara kişisel ve sofistike cevaplar vermeye çalışıyor… Örneğin, elinde arkaik dönemlerden kalma küçük bir fosil tutan Ernst Jünger’e nefis bir gönderme: “Bir gün birbirimizi tanıdığımızı öğreneceğiz.” (s. 58).

İkinci kısmı açan “Alanların Evrimi”, bir zamanlar coğrafyacıların belli belirsiz haritalandırdığı bu ıssız yükseklikte şimdilerde ovayı bütün zenginliğinden koparan kaçak avlanmalardan, kürkleri için yok edilen nadir türlerden bahsediyor. “Tek ve Çok”ta Tao felsefesi, başlangıç ve varlık, mutlak olan... “İçgüdü ve Akıl” başlıklı bölümde, beklentilerinin hemen şimdi gerçekleşmesi arzusundaki modern insanın antiteziymişçesine, milyonlarca yıldır aynı içgüdülerin rehberlik ettiği yak sürülerini, “ağır, güçlü, sessiz ve hareketsizler” diye tasvir ediyor yazar. Tesson’un dili ve anlatımı, mesela yine bir yak sürüsünden: “Dünyadaki dehşet ve terörün sembolü, iki ayaklı siluetimizi fark etmişler midir acaba?” derken ortaya koyduğu gibi, ironilerle, anıştırmalarla, esprilerle ilerliyor.

“Doğanın bir parçasıyız biz, değişmiyoruz ve hep buradayız” diyen hayvanla, “kültürün ürettiği, plastik ve istikrarsız, nereye gitse yenilik yapmak ihtiyacı duyan insan” karşıtlığı, -30 derecede doğayı gözlemleyen bir yazarın aklından geçenler. “Sadece Hayvanlar”da yine derin tahliller: “Köpekler insanlar gibidir: dudaklarında öfke, karınlarında dehşet.” (s. 84) Ya da: “Hayvanlar birbirlerine komşu olur, destekler ama asla dost olmazlar”.

Tesson, “Ormanda Aşk” adlı bölümde kendi sevda hikâyesinden, bir zamanlar bir kadını sevdiğinden bahsediyor; belki de aslında “kadını” anlatıyor ama öyle anlatıyor ki, gerçekten böyle bir kadın var mıydı, yoksa o, ormanlarda kendisiyle birlikte yaşamasını istediği kadın mıydı, pek anlaşılmıyor. İçinde hep taşıdığı sezilen ölen annesine dair hatırladıkları da aynı şekilde samimi, insanı altüst ediyor. Bu metin, basit bir vahşi hayvan anlatısından çok Küçük Prens’e daha yakın aslında.

Sylvain Tesson, 2014'te çok ciddi bir kaza geçirmiş ve uzun süre komada kalmıştı. Komadan çıkıp iyileştikten sonra da yüzünün bir kısmı felçli kaldı (sağda).

“Sanat ve Hayvanlar” başlıklı bölüm kar panterini uzun uzadıya ve şiirsel bir dille ele alırken, onunla ilk kez karşılaşmalarını “İlk Görünme”de, Heidegger’den alıntıyla, “kendinden zuhur eden ve bu şekilde görünen” tanımıyla ifade ediyor yazar. Kendini unutmak, zihinsel direnç, boşluk, sessizlik, bu bölümün devam edip giden temaları. “Hayvanların Payı” ahlak, daha doğrusu “iyinin ve kötünün ötesinde yaşayan hayvanlarla icat edilmiş bir ahlaka göre yaşayan insanlar” ayrımı üzerinde duruyor.

Son bölümlere doğru, vahşi doğanın bağrında, modernitenin “yarın her şey daha güzel olacak” sloganını ve ilerleme formülünü yeniden düşünüyor ve bütün türlerin azalıp yok olduğu bir dünyanın morfolojisini sorguluyor:

“Herkes ölüyordu ve leşçil hayvanlar tarafından parçalanmış bedenleri yaylada benekler oluşturuyordu. Çok geçmeden ultraviyole ışınlarıyla yanmış iskeletler biyolojik döngüye yeniden dahil oluyordu. Bu, eski Yunan’ın güzel öngörüsünü oluşturmuştu: Dünyanın enerjisi kapalı devre içinde, gökyüzünden taşlara, ottan ete, etten yeryüzüne, fotonlarını nitrojen değişimi için sunan güneşin hükümdarlığında dolaşıp duruyordu. Bardo Thödol [Tibet’in Ölüler Kitabı], değişim filozofları ve Herakleitos ile aynı şeyi söylüyordu. Her şey geçer, her şey akıp gider, eşekler koşar, kurtlar onları kovalar, akbabalar süzülür: Düzen, denge, kızgın güneş. Ezici bir sessizlik. Filtresiz bir ışık, az insan. Bir rüya.” (s. 44).

Tesson’un beş bin metre yükseklikte, Tibet yaylalarında görüp kendi çocukluğuyla, yazarlarla, ressamlarla bağlantılandırdığı gözlemler hep derin felsefelere açılıyor. Göndermeleri şaşırtıcı ve ustalıklı. “Sonsuz Dönüşün Sonsuz Dönüşü” adlı bölümde şu kadar da hümanist:

“Her şeyden kolay etkilenir bir yapım vardır. Bir Yezidi köyüne atsınlar beni, Güneş’e taparım. Ganj Nehri’nin geçtiği ovalara sürsünler, Krişna’ya yakarırım. Armée Dağları’nda Ankou’nun rüyasını görürüm, bir tek İslam sarmaz beni, ceza hukukundan hoşlanmadığım için belki.”

Sayısız eserin, 2009’da Goncourt öykü, 2011’de Médicis deneme ödüllerinin sahibi Tesson’un hiçbir kitabında “aynı hikâyeyi tekrar etmediğinden” bahsediliyor. İnsanı çabucak saran, etkisinden bir süre çıkamayacağınız bir üslubu var. Kar Panteri’nde doğanın katledilmesi, hayvan hakları, devletlerin çevre politikalarının ötesinde, evrensel bir insanlık anlayışı, modern insanın unuttuğu, ıskaladığı ya da vazgeçtiği bir anlayış “yaratıcı, kişisel bir felsefi” yaklaşımla kaleme alınmış. Yazarın da ifade ettiği gibi, “hayvanların seyrine dalmak onu kendisiyle buluşturmuş”.

Dünyada sadece 4.000-5.000 kar panteri kaldı. İnsanların ilerleme dedikleri şey karşısında istikrarlı bir şekilde silinip gidiyorlar. Belgesel filmi de çekildi 2021’de Kar Panteri’nin, müziklerini Nick Cave ve Warren Ellis’in yaptığı. Ve onların We are not alone’da söyledikleri gibi:

Dünyanın kulakları, kayaların gözleri varmış

Bense hiç kuşkulanmadım gözlendiğimden

Ateşten bakışlarla dolu bir çalılıkmış dünya

Bense hiç kuşkulanmadım gözlendiğimden

Bir kaya kartalının uçuşu kadar güzel Sylvain Tesson’un üslubu, ne olursa olsun kulağımıza şunları fısıldıyor: Alanımızı genişletelim. Olanaklarımızın ötesine geçelim. Yaşamın özgünlüğüne katılalım.

•