‘Avangard’ bir Nâzım Hikmet

"Nâzım Hikmet bu ilk fütürist şiirlerinden sonra daha radikal bir noktaya doğru ilerleyebilirdi belki ama devreye her zaman olduğu gibi, ‘devlet ve sansür’ girdi. Nâzım Hikmet devlet eliyle yasaklandı ve Türkiye’ye girmesi ve kitap yayınlaması imkânsızlaştı. Böylece olası bir ‘avangard’ damar da daha başından kesilmiş oldu."

03 Haziran 2022 10:08

Nâzım Hikmet denince akla genelde epik, majör şiirlerin, birçok şarkıya söz olmuş şiirlerin şairi, ‘mavi-gözlü dev’ gelir. Halbuki daha minör-avangard, modernist bir şiirin başlatıcısı olarak da okuyabiliriz Nâzım’ı. Bunun için ilk kitabı 835 Satır’a bakmak yeterli. Nâzım Hikmet’in Sovyetler’de, fütürizm etkisiyle yazdığı 1929 tarihli bu kitap ‘yerli’ şiir geleneğinden radikal bir kopuşu ilan eder: Modernitenin, yeni şehrin, yeni ‘Tanrısız’ insanın, makinelerin, komünizmin, enternasyonal bir ‘dünya vatandaşlığı’nın düzyazı-şiirleri vardır bu kitapta.[1] Adıyla bile bir ‘modern’ kırılmayı kayda geçirir: kitaptaki satırların toplam sayısı 835 olduğu için, dünyaya dair romantik ya da lirik algıları es geçip, düz-materyalist bir gerçeklikle kitabın adı 835 Satır olur. ‘Şimdi ve burada’nın öncü metinleri diyebiliriz bunlara. 1929’daki ilk basımının kapağında da fütüristlerin konstrüktivist-geometrik afişlerini andıran bir tasarım vardır: Zamanın modern afiş tasarımcısı Ali Suavi Sonar’a ait bir kapak. Modern dünyanın materyalist, rasyonel, biraz da makineleşmiş halinin yansımasıdır bu kapak bile.

Türkiye, genç Cumhuriyet, halen kültürel ve politik bir geçiş-sancısı sürecini yaşarken, Doğu-Batı ekseninde forma değil, içeriğe odaklı bir edebiyat canlanırken ve yeni Cumhuriyet, kendi ‘modern’ sesini ararken, bu iç tartışmaları es geçen, daha enternasyonal, daha ‘çağıyla-bir’ bir kitap yayınlamıştır Nâzım Hikmet. Yer yer fazlasıyla Sovyet-esintili bir kitap olsa da, çağın ritmini, hızını, hissini kenardan (ya da ‘periferi’den) bakan bir bakışla değil, tam ortasından yansıtan bir kitaptır bu. O yüzden de ‘avangard’dır. Türkiye’de modernizm tartışmaları hep bir ‘geç kalmışlık’ sendromu üzerine kuruluyken, 835 Satır, tabiri caizse, modernizm treninin ön koltuklarına kurulmuş, modernizmin yeni dünyasının meselelerini yazıya ön kompartımandan işlemiştir. 835 Satır’a bakarsanız, modernizm yakalanması gereken bir tren değildir. O tren hayatın orta yerinden hızla geçmektedir ve yerel anlatıları bir kenara bırakmaya niyetli herkese açıktır. Türkçede modernizmin şaşkınlığını ya da endişesini değil, öforisini taşıyan nadir kitaplardan biridir 835 Satır.

Nâzım’ın modernist ve materyalist ve bir anlamda da avangard şiir anlayışını açıkça ifade ettiği bir metin var 835 Satır’da: “San’at Telakkisi.” Burada açıkça makinelerden, modern dünyanın nesneleri ve yaratılarından yana olan materyalist poetikasını ilan eder; şöyle:

Fakat
benim
Şiirime ilham veren perimin
omuzlarında açılan kanat:
asma köprülerimin
              demir putrellerindendir!. 

Dinlenir,
              dinlenmez değil
bülbülün güle karşı feryatları..
Fakat asıl
               benim anladığım dil :– 
Bakır, demir, tahta, kemik ve kirişlerle çalınan
Bethoven’in sonatıdır

Burada açıkça görüldüğü gibi, sanayileşmenin, modernleşmenin, bir anlamda da Sovyet modeli bir ilerlemeciliğin simgesi olan makineler, trenler, demir köprüler eski şiirin gül, bülbül ve romantik rüzgârlarının yerini alır. Nâzım’ın burada etkilendiği damar açıkça doğadan çok makineleşmeye, topraktan çok uygarlığa, kırdan çok şehre ve şehrin yeni çocuklarına yakın duran, modernist ve dahi fütürist bir şiirdir. Aynı kitapta, “Nikbinlik” adlı şiirde Baudelaire’le başlayıp fütüristlerle zirveye çıkan metropol –yeni büyük şehir– hayranlığı da şöyle ifade edilir:

Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
                 ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır
 

***

835 Satır’ın oluşturduğu ters açıyı anlamak için biraz geri dönüp şiirle modernite arasındaki bağı hızla hatırlayalım. ‘Modern çağın’ şairi Baudelaire’e kadar ve ondan sonra da modern hayat edebiyatçılar ve bilhassa şairler için negatif bir şeydir. Modern hayat, modern şehir, makineler ya da modern endüstri, şairler için genelde ‘öcü’ ya da en azından can sıkıcı bir şeydir. Romantiklerden dark romantiklere, gotiklerden transandalistlere kadar hep bir şüphe vardır teknolojiye ve teknolojik ‘ilerlemeye’ karşı. Modernite krizi karşısında pre-moderne dönüş de denebilir buna. Batıda modern dünyayı ve ‘makineleri’ yücelten şaire pek rastlanmaz, ta ki fütüristler ortaya çıkışına kadar.

Yıl 1909 ve ilk fütürist manifesto yayınlanır. Makinelerin ve fabrikaların insanlığı kurtaracağını düşünen İtalyanlar Flippo Marinetti önderliğinde bir manifesto yayınlarlar. Fütüristler geçmişi yok edip ‘yeni insanı’ kurmak isterler: “Müze ve kütüphaneleri yakıp yıkmak istediklerini” söylerler. Eski sanat ve edebiyat 20. yüzyıl başındaki ‘hız çağı’ karşısında hantal ve anakronik kalmıştır, yeni çağın edebiyatını yapmaya bir çağrı yapılır. Ama Marinetti ve arkadaşları eski kültürü yok etme derdindeyken, her şeyi yok etmeye doğru kayıp İtalya’da faşizmin ve Mussolini’nin ateşli savunucularından olmuşlardır maalesef.

Hikâye burada bitmiyor: Sonra Sovyetler geliyor, ve Rus fütüristler. Ekim Devrimi’nin ve yeni dünya ütopyasının heyecanına kapılmış genç Sovyet şairler, 1917’de Rus fütüristler manifestosunu yayınlarlar. Sovyet şairler de, İtalyan öncülleri gibi, geçmişle radikal bir kopuş talep ederler. Bunu da ‘Genel Beğeniye bir Tokat’ adlı manifestolarıyla ifade ederler. Edebiyatta Puşkin, Dostoyevski ve Tolstoy gibi ‘büyük Rusları (Anglosaksonların “the great Russians” dedikleri) “modernizm gemisinden aşağı atmayı” önerirler mesela. Bu yeni şairler yeni çağın sesidir: Şiirleri de eski burjuva buhranlarını değil, trenleri, çekiçleri, fabrikaları ve makineleri hissettirmelidir. Edebiyat ‘çekiçle’ yapılacaktır artık. Genç Sovyetler bu ‘modern’ manzaradan memnundurlar. Bilhassa da Mayakovski devrimci, ajit-prop şiirler yazar. Yüksek sesle okunan, kitleleri harekete geçirecek şiirler. Eski burjuvaların buğulu şiirlerinin yerini alan, makine-şiirler.

***

Mayakovski, Nâzım Hikmet’i de derinden etkiler. Ekim Devrimi sonrası Moskova’ya giden Nâzım, ilk şiir kitabı 835 Satır’da hem biçimsel hem de tematik anlamda ‘yeni çağın’ şiirini yazmaya girişir: Evet, ajit-prop, angaje bir şiir. Yazıyı politik mücadelenin aracı haline getiren, ‘avangard’ şiirler. Bunlardan en meşhuru ‘Makinalaşmak İstiyorum’dur. Hatırlayalım o makine-insan seslerini:

trrrrum
        trrrrum,
              trrrrum!
trak tiki tak!
Makinalaşmak
              istiyorum!

Bu şiir yazıldığında yıl 1923’tür. Henüz yeni kurulan Cumhuriyet’te bir ‘modern edebiyat’tan söz etmek mümkün değilken, Nâzım bu ünlem-şiiriyle, bu çağın sesini yakalayan şiiriyle bir modern-avangard jest sergilemiştir. Makinelerin sesi, eski âdetlerin ve iktidar biçimlerinin baskıcı uğultusunu yok edecektir. Tarihte belki ilk kez, bu dönemde, makineler ‘övülür’ şairler tarafından, makineler ilk defa ‘biz’den (şairin ‘biz’i) ya da devrimden yanadır.

835 Satır’daki metinler sadece mevzu itibariyle değil, biçimiyle de modernisttir. Gündelik modern manzaraların yanı sıra haykırışlar, ünlemler, ritimler ve rakamlar da şiire girer. Bülbül sesi ve ezgisinin yerini makinenin sesi ve ritmi alır. Ve şair de artık kitleleri harekete geçirebilecek bir sese, bir megafona sahiptir. Nâzım bu megafonu “Açların Gözbebekleri”, “Nikbinlik” ve “Güneşi İçenlerin Türküsü” gibi metinlerde bir politik aygıt olarak kullanmıştı.

Okurken yüksek sesle ‘bağırıldığını’ duyabileceğiniz, 1922 tarihli “Açların Gözbebekleri”nde sanırım ilk defa bir Türkçe şiirde ‘rakam’ kullanıldı, şöyle: “Demirleşti bağrımız, çünki ağrımız 30.000.000 deli gözbebekleri! Değil birkaç / değil beş on / 30.000.000 / 30.000.000!” Bir rakam da “Nikbinlik”te karşımıza çıktı: “160 kilometre.” (Evet, bu rakam yıllar yılar sonra kurulan bir şiir-yayınevinin adı olarak karşımıza çıktı: 160. Kilometre.) Sonraları Sosyalist literatürde ve türkülerde çok kullanılan “Güneşin İçenlerin Türküsü”nde sanırım ilk defa bir kelime ‘haykırıldığı gibi’ uzatılarak yazıldı, haykırış biçimsel olarak kayda geçirildi, şöyle:

Akın var
             güneşe akın!
Güneşi zaaaptedeceğiz
             güneşin zaptı yakın!

Zapt edeceğiz, değil: ‘zaaaaptedeceğiz.’ O uzayan ‘a’larda gizli olan poetika. Bu ifade şiirde dört kez tekrar edilir ve her tekrara bir ‘a’ daha eklenerek kelime büyüyen bir haykırışa dönüştürülür. Müthiş bir şiirsel/görsel hamle. Yazıyı ajit-prop bir görsele dönüştürmek.[2]

Nâzım Hikmet bu ilk fütürist şiirlerinden sonra daha radikal bir noktaya doğru ilerleyebilirdi belki ama devreye her zaman olduğu gibi, ‘devlet ve sansür’ girdi. Nâzım Hikmet devlet eliyle yasaklandı ve Türkiye’ye girmesi ve kitap yayınlaması imkânsızlaştı. Böylece olası bir ‘avangard’ damar da daha başından kesilmiş oldu. Süreyyya Evren bir yazısında şöyle diyor: Nâzım Hikmet “Avangardizmini en doğru merkezlerden birinden almış ve aynı anda Türkiye’yi de şebekeye bağlamak üzere davranmıştı. Ancak Nâzım şiiri 1930’larda devlet eliyle kesilince Türkiye solunun avangard sanatla bağı da orada kopmuş oldu. Devlet eliyle koparıldı. Bir daha da geri tesis edilemedi.”[3]

Doğru, Nâzım’ın ilk şiirlerinde görülen avangard form ve angaje politika birleşimi bir daha pek görülmedi. Aynı dönemde fütürist ve yer yer ‘dada’ denemeleri yapan Ercüment Behzat Lav gibi şairler oldu. Ama bu deneylerde politik bir damar eksikti. Sonra gelen iki kırılma noktası, Garip ve İkinci Yeni’de de edebi avangard tamamdı ama dünyayı değiştirme itkisine dayalı bir siyasi angajmanın sesi kısıktı.[4] Halbuki Nâzım’ın gösterdiği şuydu: Asıl olan edebi avangardla siyasi avangardı birleştirmektir. Böyle bir karışım halen ‘yeniden keşfedilmeyi’ bekliyor desem, umarım büyük bir laf etmiş olmam.

 

NOTLAR: 


[1] Orhan Koçak “Nâzım Hikmet: Şiirden Siyasete, Siyasetten Şiire...” adlı yazısında durumu şöyle özetliyor: “Nâzım, tarihsel maddeciliği ve sosyalizmi şiirine özümlemiştir. Ama bu hemen olmamıştır. Sovyet Rusya’da yazdığı ilk şiirleri, biçimsel olarak Mayakovski’nin, içerik yönünden de Sovyet Proletkült şairlerinin etkisi altındadır. O da Proletkült gibi, eski kültür ve hayat değerlerini toptan yadsır bu ilk döneminde, makineleşmeyi savunur, doğaya karşı makinenin övgüsünü yapar.” 

[2] Güneşin Zaptı demişken, Nâzım’ın kayıp filmini de hatırlayalım: Güneşe Doğru. Dekorlarını Abidin Dino’nun yaptığı, oyuncuları arasında Neyzen Tevfik’in de bulunduğu 1937 tarihli bu film, hafiften bilimkurgusal bir yapıya sahipti ve 17 yıl boyunca uyuyup uyanınca kendini ‘yeni’ Cumhuriyet’te bulan birinin gözünden o tarihsel dönemi anlatıyordu. Kayıp olması büyük kayıp.

[3] Avangardın devlet eliyle nasıl kesilip Türkiye’de avangardla radikal solun nasıl birleşemediğini anlatan çok önemli bir yazı bu, ismi de öyle: “Avangard Nâzım Ceketini Alıp Nereye Gitti?” Bkz. surmetinler.blogspot

[4] Bu konuya Orhan Veli’nin ‘apolitik’ avangardizmi üzerinden bakan bir yazı için bkz. Cüneyt Bender, "Eksik Avangard", vesaire.org