Javier Marías: Hayatı bir anlatıya tercüme etmek

"Marías’ın romanlarında ısrarla üzerine gittiği mesele hayatı, yaşananları anlatmak gibi baştan yenilgiye mahkûm bir çabadan neden ve nasıl vazgeçemediğimiz olsa gerektir."

03 Nisan 2020 21:00

Javier Marías’ın Türkçede bu senenin başında yayımlanan Tüm Ruhlar romanı, okurların ve yayıncıların artan ilgisiyle son yıllarda bir hayli genişleyen Marías’ın Türkçedeki külliyatının erken dönem yapıtlarından biri, İspanyolcada 1988’de yayımlanmış. Beri yandan Marías’ın en önemli yapıtlarından sayılan Yarınki Yüzün üçlemesini okumuş olanlara tanıdık gelecek bir roman Tüm Ruhlar; üçlemenin anlatıcısı Jaime Deza, İngiltere’ye bir önceki gelişinde Oxford’da ders verdiği zamanlarda yaşadıklarını anlatıyor. Tüm Ruhlar’da anlatıcının ismi geçmiyor olsa da, Yarınki Yüzün’de pek çok yerde Tüm Ruhlar’da anlatılanlara ve kişilere göndermeler bulunuyor. Hatta ikinci cildin, Dans ve Rüya’nın sonlarında Deza, “o döneme ait diğer herkesi nasıl hatırlamam” diyerek Tüm Ruhlar’ın handiyse bütün kahramanlarını, Oxford’daki dekan ve hocalardan romanda kısa bir süre görünen sahaf çifte; en yakın ahbabı Cromer-Blake’den büyük otorite saydığı Toby Rylands’a; Discot istasyonunda karşılaştığı güzel ayaklı ve ayakkabılı genç kadından o dönemki sevgilisi Clare Bayes’e dek hepsini tek tek sayıp döker. Bu nedenle Tüm Ruhlar’ın anlatıcısından söz ederken de ismiyle Jaime Deza diyerek söz etmekte sakınca olmadığını düşünüyorum.

Marías’ın başka romanlarını okumuş olanlara ne kadar tanıdık gelmiştir bu “sayıp dökmek” fiili. Anlatıcılar, ayrıntılı, çok ayrıntılı anlatıp durdukları hikâyelerinin kesintiye uğramasını göze alarak sıklıkla hiçbir olasılığı dışarıda bırakmak istemezcesine bir şeyleri sayıp dökerler. Marías’ın karakteristik özelliğidir uzun uzadıya, araya iç-hikâyeler alıp onları da ayrıntılandırıp her bir hikâyenin nasıl sonuçlanacağı, nereye varacağı sorusunu aklımızdan çıkarmamıza müsaade etmeyen izler bırakarak, bir yerden sonra ipin ucunun artık kaçtığını, soruların yanıtsız kalacağını zannettiğimiz sırada yeniden baştaki ana hikâyeye bize ulaştırarak anlatmak.

Marías’ın anlatıcılarının sözü uzatıp durması, dolandırması, saçaklandırması bir yazma tekniği, aynı zamanda büyük bir maharet tabii, ama uzun cümleler yazma mahareti değil sadece, bu aynı zamanda kurguya ilişkin de bir tutum. Rastgele uzuyormuş zannettiğimiz cümlelerdeki ayrıntılar roman ilerledikçe başka ayrıntılarla buluşur, aralarındaki bağlantılar metin ilerledikçe ortaya çıkar. Roman kişilerinin çoğu birer anlatma, konuşma tutkunudur. Ne ki sadece diyaloglar sırasında sözü alan uzun uzun anlatmaz, romanların anlatıcıları da iç konuşmalarında benzer biçimde sözü dallandırıp budaklandırarak ilerlerler – bir ileri, iki sağa, üç sola, bir geriye, yeniden sağa…

Beri yandan anlatma meselesini bir sorunsal olarak da tartışır roman kişileri. (Yarınki Yüzün şöyle başlar mesela: “İnsan hiçbir şey anlatmamalı, bilgi de vermemeli, hikâye de aktarmamalı…”) Anlatma, hikâye etme vb konularda söylediklerine, anlattıklarına yakından baktığımızda Marías’ın kimilerine “geveze” gelen, kimindeyse hayranlık ve bağımlılık yaratan üslubunun, romanlarda bize anlatılan olayların, ileri sürülen görüşlerin, izlenim, tanıklık, iddia, tez vb’lerinin yanında neler söylediğine dair ipuçları bulabileceğimizi düşünüyorum.

Tüm Ruhlar’da anlatıcının sevgilisi Clare Bayes de tipik bir Marías karakteri olarak konuşmayı çok sever; Deza onun anlatma düşkünlüğünün özel bir yanından daha söz eder. “Zaman nedir bilmeyen, zaman kavramını ve zamanın geçmesi kavramını haksızlıkmış gibi gören kimselerdendi,” der, “her şey için mini sonsuzluk parçaları gereksinenlerden, […] zamanı dolduracak ve taşıracak bitimsiz içeriklere ihtiyaç duyanlardan” olduğunu belirtir. Birkaç cümle sonra da, “Clare Bayes’in sonu gelmez gevezeliklerini” “herhangi bir zamanın sonsuzlaştırılabilir içeriği” şeklinde açımlar. Sanırım, bu sadece Bayes için geçerli değil. Zamanı çekip uzatmanın bir yoludur sözü uzatmak, ayrıntılandırmak, bitimsizce anlatıp durmak. Yarınki Yüzün’ün ikinci cildinde, Dans ve Rüya’da Deza, Clare Bayes’in zamanla olan meselesine yeniden döndüğünde, onun kendisinden “sonsuzluk parçaları” talep ettiğini, “genişleyen bir zamanı” dayattığını belirtir.

Kendisi de bir süre Oxford’da hocalık yapmış olan Marías’ın Oxford’daki hayat tarzıyla hocaların tutumlarını bir hayli sarakaya aldığı Tüm Ruhlar’da zamanın uzaması meselesine bir yerde daha tanık oluruz. Deza’nın katıldığı ikinci high table (Oxford’daki college’larda hocaların ve öğrencilerin katıldığı şatafatlı akşam yemekleri) uzun uzadıya anlatılır. Sarhoş olan dekan elindeki tokmağı rastgele vurmakta, bu vuruşları tabakları değiştirme emri zanneden garsonların kafası karışmaktadır, bir yandan da dekanın gözleri bir kadın akademisyenin (daha sonra Deza’nın sevgilisi olacak olan Clare Bayes’in) dekoltesindedir. Bu yemeklerin bir kuralı da hocaların belirli süre sağlarındaki, belirli süre de sollarındaki kişiyle sohbet etmeleridir. Tokmağın bir işlevi de bunların başlayıp bitişlerinin tayinidir, dolayısıyla dekanın tokmağı rastgele savurmasıyla konuşmalar da birbirine girer. Marías’ın anlatıcısı büyük bir ustalıkla bütün bu karmaşayı gözlerimizin önüne getirir. Sesler, hareketler, bakışlar, tedirginlikler… Gelgelelim daha sonra bütün bunların sadece bir dakika içerisinde yaşandığını söyler bize. Okurken bize çok daha uzun sürmüş gibi gelmiştir oysa. Bunu bir dakikada yaşananların daha uzun sürede okunacak şekilde yazılması (anlatılması) olarak görüp geçemeyiz, çünkü bu şatafatlı yemeklerin acemisi Deza için de bu bir dakika çok daha uzun sürmüştür – hissedilen zaman meselesi söz konusudur. Zamanı çekip uzatan üslup bize anlatıcının ruh halini de duyurmaktadır: Deza, âdet gereği sohbet etmek zorunda olduğu akademisyenin yazmakta olduğu tuhaf tez hakkındaki boş gevezeliğini dinlerken bir yandan da Clare Bayes’le bakışıyordur – kadının bakışlarında onun çocukluğundaki bir ânı hisseder, görür gibi olurken, kadının da Deza’nın çocukluğuna baktığını hissettiği derinlikte bir bakışmadır bu. Boğuntu, telaş sürerken, kadınla girdiği etkileşim, belki de aşkın ilk dakikaları, zamanı iyiden iyiye çekip uzatmıştır. Bu bir dakikada gördüklerini, dinlediklerini, en önemlisi hissettiklerini bize anlatırken bir kez daha zamanı uzatır, “sonsuzlaştırılabilir” hale getirir.

Zamanı sonsuzlaştırmanın yanında anlatmak Marías’ın roman kişileri için özel bir ilişkidir– bir sırrın emanet edilmesidir. Tüm Ruhlar’da Deza bunun da önemine dikkat çeker.

“Başımıza gelen her şey, konuştuğumuz ya da bize anlatılan her şey, gözümüzle gördüklerimiz ya da kulağımızla dinlediklerimiz, tanık olduğumuz (dolayısıyla, biraz da sorumlusu olduğumuz) her şeyin bizim dışımızda alıcısı olmalıdır […] Her şey en az bir kez anlatılmalıdır, […] zamanına göre anlatılmalıdır. Ya da aynı kapıya çıkar ki, tam zamanında anlatılmalıdır.” (s. 122)

Bir şey anlatmayan, sırlarının emanetçisi olmayan kişi, “geride hiçbir iz bırakmayacak, asla kendisine bağlı bir şey ya da bir kimse olmayacak […] uzantısız, gölgesiz” biridir ona göre.

Baştan yenilgiye mahkûm bir girişim

Marías’ın anlatıcıları ve roman kişileri bir mevzuda söz aldıklarında önlerindeki meseleyi didik didik ederler, mevzuyu büsbütün kuşatmanın imkânsızlığını bildikleri, sezdikleri halde bu mümkünmüşçesine çaba harcayarak önünü arkasını, sağını solunu deşer, içinde taşıdığı potansiyelleri tartışmaya varana dek üzerinde tefekkür ederler. Marías’ın yapıtlarına topluca baktığımızda anlatmak üzerine çok farklı saptamalara rastlarız; halihazırda ikisini aktardım: “İnsan hiçbir şey anlatmamalı,” ve “Her şey en az bir kez anlatılmalıdır.” Denebilir ki Marías’ın roman kişileri topluca anlatma meselesi üzerine tefekkür halinde ya da münazaradadırlar, başka bir deyişle sözün öyle ya da böyle, bir yerde anlatma meselesine gelmesi kaçınılmazdır. Mesela Yarınki Yüzün’ün ikinci cildi Dans ve Rüya’da Peter Wheeler’in şunları söylediği aktarılır:

“‘Hayat anlatılamaz,’ demişti; ‘insanoğlunun bildiğimiz tarihi boyunca bunu anlatmaya kendini adamış olması olağanüstü bir şeydir. Baştan yenilgiye mahkûm bir girişim. Bazen bu âdetten vazgeçmenin, olayların geçip gitmesine izin vermenin daha iyi olacağını düşünürüm. Rahat bırakmalı onları.’” (s. 94)

Anlatma eylemini olayların geçip gitmesinin önünde bir engel olarak gören Wheeler, anlatmanın zamanı yavaşlatmanın ötesine geçerek onu büsbütün durdurma potansiyeli olduğunun mu farkındadır? Ya da olayların geçip gitmesine izin vermemek sözüyle ima ettiği anlatan kişinin anlatı zamanında sıkışıp kalması mıdır? Marías’ın anlatma eylemi üzerine hemen her romanında sürdürdüğü, bitimsiz münazaralarından biri var burada. Wheeler karşısında dile getirmese de Deza yaşlı dostuna içinden itiraz eder.

“Çünkü eşzamanlı, üst üste binmiş, çelişkili, sabit, tüketici ve tükenmeyen sonsuz söylemlerle dolu bir dünyada bir şey söylememek, bir şey söylemek demektir. […] Anlatmaktan vazgeçip asla bir şey anlatmadığımızda da bir şey anlatmaktan kurtulmuş olmayız.” (s. 94)

Marías’ın romanlarında ısrarla üzerine gittiği mesele –Wheeler’in ifadesiyle– hayatı, yaşananları anlatmak gibi baştan yenilgiye mahkûm bir çabadan neden ve nasıl vazgeçemediğimiz olsa gerektir. Bu, sadece sanat ve edebiyatla değil, onlardan önce insan ilişkileriyle, konuşmayla, diyalogla, belki ondan da önce insanın kendi başına düşünmesi ve tefekkürüyle, kendini bilme, tanıma, gördüklerini, öğrendiklerini kendisine anlatma, kabul ettirme çabasıyla ilgili bir konu. Aynı zamanda var olmakla, toplumsal bir varlık olmakla ilgili temel bir nokta. Hayatı anlamak, anlamlandırmak için yaşananları anlatılabilir hale getirebilmek, bunun için de hem yaşananlar üzerinde düşünmek, yorum yapmak hem de bunları hikâye etmek gerekiyor – şöyle de denebilir: hayatı bir anlatıya tercüme etmek.

Yarınki Yüzün’de Deza’nın işi tam da bunlarla ilgilidir. Tam olarak bilemediğimiz, kendisinin de bilemediği, İngiliz gizli istihbarat servisinin bir biriminde “insan yorumcusu”, “hayat çevirmeni”, “hikâye tahmincisi” olarak çalışıyordur. İnsanlara bakıp onları yorumluyor, onların geçmiş hikâyelerini görmeye çalışıyordur, ama sadece bundan ibaret değildir ondan istenen, bazen gelecekteki olası hikâyelerini tahmin etmesi de istenir, onlara bir hikâye yazması. Oradaki âmiri Tumpra, Deza’dan yorumlar yapıp –geçmiş ya da olası– hikâyeler anlatırken ısrarla daha ileri gitmesini ister. “Eşzamanlı, üst üste binmiş, çelişkili, sabit, tüketici ve tükenmeyen sonsuz söylemler”i baştan sona kuşatacak bir şeyler söylemesini ister, “yenilgiye mahkûm” çabaya çağırır. Deza’ya çok uzak bir talep değildir bu, yetişme yıllarında ve sonrasında babası da Deza ve kardeşlerinden benzer bir şey istemiştir, bir konu üzerinde akıl yürütürlerken “gerekenin ötesinde düşünmeye ve bakmaya devam etme[lerini]”. Âmiri Tumpra ve babasının yol göstericiliğinde Deza aşağı yukarı şöyle bir sonuca varır.

“Neredeyse bütün insanların sorunu, sınırlılıkları, sebat eksikliğinden, tembellikten, kolaylıkla tatmin olmaktan ve ayrıca korkudan kaynaklanır. Neredeyse herkes kısa bir miktar yol alır, sonra kendisini frenler […] Birinin aklına bir fikir gelir, genel olarak bununla, o fikirle yetinir, o ilk düşüncenin ya da buluşun ardından memnun mesut durur ve düşünmeye devam etmez, yazıyorsa daha derin yazmayı sürdürmez, daha ileriye gitmeye zorlamaz kendini […] çağımız kişisel tatminsizliğe ve elbette tutarlılığa düşmandır […] sürekli soruşturmaya ve sebata, bir şeyin üzerinde gerçekten durup öğrenmeye tahammülü yoktur. Uzun bakışa […] sonunda bakılanı değiştiren bakışa izin verilmez.” (Ateş ve Mızrak, s. 241)

Kendini bir hikâye olarak görmek

Marías’ın dönüp dolaşıp romanlarında anlatma bahsine varması, uzun uzun, döne dolaşa ya da şöyle bir ucundan köşesinden buna değinmesi, yaşananlar ile yaşananları anlatma arasındaki bağları, bağlantısızlıkları, imkân ve imkânsızlıkları, yaşananları anlatmanın olası sonuçlarını; farklı görünümler, kurgular, bağlamlar, hikâyeler içerisinde didiklemesi, sanırım, bu konuda kendisini frenlememesiyle, daha ileriye gitmeye zorlamasıyla ilgili. Bu konuda vardığı uç noktalardan biri önemli: Yaşantıların anlatılması üzerine ileri sürülen tezler kimi zaman yaşanmamış ama hayal edilmiş şeyler için de geçerli olabilmektedir. Acı Bir Başlangıç Bu’da mesela, birisine bütün hayatını yeni baştan başka bir gözle görmesine neden olabilecek şeyler anlatıldığında yaşananların değişmeyeceği ama geçmiş yıllara dair hatıraların artık birer fantazmagoriden ibaret olacağı vurgulanır – bu durumda yaşananlarla yaşanmayanlar handiyse denkleşecektir. “Hayat yorumcusu” Deza da şunun farkındadır ve bize uzayıp giden cümleleri vasıtasıyla hissettirir: Biri hakkında yaptığı yorum olasılıklardan biridir, belki en güçlü olanıdır, ama hep başka yorumun da doğru olabileceği aklının bir köşesindedir, sayıp dökerek olasılıkları tüketmeye çalışsa da gözden kaçırdığı başka olasılıklar olabileceğini aklından çıkarmaz, yaşananla yaşanmayanın, yaşanmış olanla yaşanması olası olanın tartıldığı muhayyel bir terazi hep kendini hissettirir. Dolayısıyla bunlar arasındaki sınırın tayini de kolay değildir, ihlaller kaçınılmazdır.

Nitekim Javier Marías’ın Acı Bir Başlangıç Bu ve Yarın Savaşta Beni Düşün romanlarını Türkçeye kazandıran Seda Ersavcı, K24’te yayınlanan, Marías’ın yapıtlarını ayrıntılı bir biçimde değerlendirdiği yazısında ihlal edilen başka sınırlardan da söz etmişti.

Modern edebiyatçıların çoğu gibi, bir şeyler anlatır, bir hikâye kurar ve aktarırken bir yandan da yaptığı iş üzerine düşünüyor Marías; anlatmayı seven roman kişilerinin uç noktalara kadar uzayan akıl yürütmeleri ya da karşılarındakiyle girdikleri diyaloglar bunun bir aracı, vesilesi. Bu nedenle Tüm Ruhlar’ı bir Oxford parodisi ya da Yarınki Yüzün üçlemesini bir İspanyol akademisyenin İngiliz Gizli Servisinde yaşanan birtakım olaylara dair tanıklığı şeklinde özetlemekle yetinemeyiz; böyle yaparsak Deza’nın deyişiyle “ilk buluşun ardından memnun mesut durmuş” oluruz. Gelgelelim, tersi de geçerli, Marías’ın yapıtlarını sadece üsluba, anlatma şehvetine indirgemek de eksik bir tespit olacaktır.

Onun yapıtları aynı zamanda insanın bastırılmış yanlarının didiklendiği, neyi neden yaptığımız kadar yapmadığımız ve hatta neleri yapma potansiyeli taşıdığımız ve bunun farkına vardığımızda nasıl tutum aldığımız gibi konuların da ileri noktalara kadar araştırıldığı metinlerdir. Bu yanıyla hayat, başkaları ve en önce de kendimiz üzerine ilk fikirle yetinmeme çağrısıdır. Beri yandan Marías’ın döne dolaşa didikledikleri arasında toplumsal konular da yok değildir. Özellikle İspanya’daki faşist diktatörlüğün sona ermesinin ardından vaktiyle diktatör Franco’yu desteklemiş insanların kendilerini nasıl demokrat olarak sundukları meselesi, vazgeçemediği konulardandır. Bu mesele yazı boyunca değindiğim anlatma bahsiyle de ilişkili, çünkü böyle bir uğraş insanın kendisine dair yeni bir hikâye kurması ve anlatabilmesiyle yakından ilgili. Kuşkusuz bunun yanı sıra başkalarının bu biçimde çarpıtılarak anlatılmış hikâyeleri neden kabullendikleriyle veya kabullenmeseler de yaşananların yüz seksen derece tersi biçimde anlatılmasını neden ve nasıl göz ardı ettikleriyle de bağlantılı.

Yarınki Yüzün’de Deza meşhur bir pop şarkıcısını yorumlarken (ya da tercüme ederken) bu adamın “kendisini bir hikâye olarak gördüğünü” belirtir, kendi “hayatını tiyatroda izleyen epeyce insan[dan]” biridir. Yorumlamaya devam ettikçe tezini genelleştirir. “Herkes kendi hikâyesini anlatır,” der, “kendi hikâyesine eğilir, her gün bakar, durmadan bakar, bir ölçüde dışarıdan bakar; daha doğrusu sahte bir dışarıdan, narsizmin genelleşmesi, bazen de ‘bilinç’ denir adına.” Marías’ın anlatma meselesine nasıl merkezi bir önem verdiğinin bir örneği olmanın yanında bu alıntıda dikkat çekici bir başka şey var: Düşüncenin nasıl ilerlediğini (belki biraz yavaş çekimde) izleyebildiğimiz bir cümle bu; insanın kendisini bir hikâye olarak görmesinden girip “bilinç” kavramının şaşırtıcı bir tanımına ulaştığımız bir muhakeme.

Hatırlama mesafesi

Marías’ın anlatıcı ve kahramanlarının tumturaklı cümlelerle konuşmaları ilk anda bir sahicilik kaybı olarak görülebilir. “Aman canım,” denebilir, “kim böyle düpdüzgün, upuzun cümlelerle konuşabilir, hiç inandırıcı değil.” Marías’ın inandırıcılığı öncelikle seçtiği roman kişilerinin kişiliklerinin, meziyet ve mesleklerinin buna yatkınlığında. Tüm Ruhlar ve Yarınki Yüzün’de yer alan, yolu Oxford’dan geçmişlerin dışında bir örnek: Karasevdalılar’da Díaz-Varela’yı anlatıcı Luisa şöyle tanıtır: “Konuyu saptırmak, durmadan nutuk çekmek, hababam konuşmak güçlü bir alışkanlıktı onda: Sayısı hiç de az olmayan yazarlarda görüldüğü gibi, istisnalar haricinde, şayet kibirli, korkunç, acınası değillerse bile, yaşadıklarıyla ve ipe sapa gelmez hikâyeleriyle sayfalar dolusu yazmak onlara yetmiyor gibidir.” (Nasıl da konuyu saptırıyor burada anlatıcı, edebiyatçılara laf dokunduruveriyor!!)

Kişilerin meslek ya da kişiliklerinden daha önemlisi şu; Marías’ın anlatıcıları bütün olaylar bittikten sonra yaşananları anlatmaktadırlar. Dolayısıyla olaylarla aralarında bir mesafe vardır, bu mesafe hatırlamaya ya da hatırlama ayarı yapmaya imkân sağlamaktadır; belki de uydurmaya, çünkü çok zaman kendinden hayli emin bir biçimde anlatsalar da, anlattıklarının “sonsuz söylemlerden” biri olduğunu hatırlamadan, hatırlatmadan duramazlar. Yarınki Yüzün’de Deza bir başka halden daha söz eder. Hatırlama-uydurma ikircimi yaratan bir haldir bu. Bir olayın ertesinde gece yattığında uykuya dalmaya çalışırken “bir yandan düşünmeyi sürdürdüğü bir uyuklama hali”nde olduğunu belirtir; olaylar yaşanırken kafasında çakan ama o an ertelediği fikirleri düşünüyordur yatakta. Dolayısıyla bize anlattığının yaşadıkları mı, yoksa ertesinde hatırladıkları ya da kurdukları mı olduğundan emin olamayız. Ama şunu biliriz, bize yaşananların yanı sıra hatırladıklarının (hiç değilse çekidüzen verdiklerinin) kaydını aktarmaktadır.

Hatırlama ve unutma da Marías’ın romanlarında didiklediği konulardandır. Kahramanların, anlatıcıların bellekleri de belagatleri gibi çok güçlüdür. Nasıl ki anlatmak onun romanlarında sadece yaşananların düpedüz nakledilmesinden ibaret değilse, hatırlamak da hatırlananların aktarılmasından ibaret değildir. Farklı varyasyonları vardır hatırlamanın (ve unutmanın); mesela Tüm Ruhlar’da Clare Bayes çok küçükken gördüğü bir olay daha sonra kendisine anlatıldığında ona bir anı şekli vermiş olabileceğinden söz eder. “Olayı gördüğümü bilmek, ve o zaman anlayamamış olsam da, şimdi belleğimde yer almasa da, şimdi bilerek anımsadığımı sanıyorum.” Mesele burada da birine bir şeylerin anlatılması üzerinden çetrefilleşmiştir.

Tüm Ruhlar’da az değinilmekle birlikte kilit bir rolü olan yaşlı Will’den de söz etmek lazım bu bağlamda. Deza’nın çalıştığı binanın kapıcısıdır yaşlı adam, hangi yılı yaşadığını bilmemektedir. Her sabah başka bir yılda uyanıp “upuzun yaşamının herhangi bir yılında yaşadığını sanmaktan öte, o yılda yaşıyordu[r]”, ruh hali de uyandığı yıla göre değişiyordur. Belli ki Will hepimiz gibi kendi hikâyesine uyanıyordur sabahları ama bizden farklı olarak hikâyenin geçmiş paragraflarından biridir o gün boyu kendine anlattığı. Clare Bayes’in “bilerek anımsamasından” çok farklı görünmüyor Will’in durumu bana. Anlatılan, yaşanan ve hatırlanan arasında karmaşık bağlantılar, bağlantısızlıklar var, bizim çok zaman ilk fikirle yetinip üzerinde düşünmeyi devam ettirmediğimiz. Will’in başka bir yıldaki Will’in duygu ve düşünceleriyle o günü geçirirken kendi hayatını yaşamadığını söyleyemeyeceğimiz gibi, bizim dünkü biz olduğumuzdan tam anlamıyla emin olamayız. Kendimize ya da başkalarına anlatageldiğimiz hikâye biz farkında olmadan değişmiş olabilir.

Aksiyon ve kışkırtılan merak duygusu

Buraya kadar yazdıklarımda Marías’ın romanlarının belirli bir iki yönüne değindiğim için bu yapıtların felsefi tartışmalarla dolu olduğu izlenimi doğmuş olabilir, kuşkusuz öyleler, ama mutlaka vurgulamak gerekir ki onun romanlarında aksiyon da hiç az değil. Üstelik okuru merakta bırakmayı çok iyi başardığını eklemeliyim Marías’ın. Söz uzadığında, araya başka anlatılar girdiğinde olayların nasıl sonuçlandığı, nereye vardığı sorusunun yanıtı da gecikir haliyle, ama yinelen motifler, cümleler, dönüşler, göndermeler vasıtasıyla merak duygusu diri kalır. Üstelik bu yöntem sadece aksiyon konusunda geçerli değil, muhakemelerin, yorum ve tercümelerin de nereye varacağını merak ettirmeyi çok iyi başarır Marías. Giderek biz de Tumpra’nın Deza’dan yorumlamasını istediği insanlar hakkında “Başka ne olabilir?” diye sorması gibi, benliğimiz, başkaları, hayat, zaman, unutmak, hatırlamak, anlatmak vb konular üzerine benzer soruları sorarken bulabiliriz kendimizi.

Tüm Ruhlar’da merak duygusunu kışkırtansa aksiyon değil. Eski kitaplara meraklı olan Deza, tanıştığı tuhaf bir adam vesilesiyle John Gawsworth’un kitaplarının peşine düşer. Hayatını da merak eder bu yazarın. Gawsworth kurmaca bir karakter değil, Seda Ersavcı’nın da vurguladığı üzere, Marías onun hakkındaki gerçek bilgileri sayıp döktüğü bölümlerde “W. G. Sebald’ı hatırlatır” ve “kurmacayla gerçeği bulandırır.” Ne ki Gawsworth’den söz edilen bölümlerin romanın ortasında olay örgüsüne neden katıldığı tam olarak anlaşılmaz. Tamamen yapıştırma değildir, Gawsworth’ün hayat hikâyesinde Deza’nın hayatıyla çakışan bir şeyler vardır mesela. Yine de sayfalar ilerledikçe Deza’nın Oxford’daki görevinin ve bu nedenle umutsuz bir aşk hikâyesine dönüşen Clare Bayes’le ilişkisinin sonuna yaklaşmanın gerilimi öne çıkar. İlişkilerinin nereye varacağını da merak ederiz, ama Gawsworth meselesinin romandaki yerinin ne olduğu da bir başka soru işareti olarak kalır bir süre, romanın sonuna doğru çözülür.

 

JAVİER MARÍAS’IN YAZIDA DEĞİNİLEN KİTAPLARI

 

Tüm Ruhlar, çev: Neyyire Gül Işık, YKY, 2020, 184 s.

Yarınki Yüzün/ Ateş ve Mızrak, çev: Roza Hakmen, Metis, 2011, 336 s.

Yarınki Yüzün/ Dans ve Rüya, çev: Roza Hakmen, Metis, 2011, 296 s.

Yarınki Yüzün/ Zehir, Gölge, Veda, çev: Roza Hakmen, Metis, 2011, 512 s.

Acı Bir Başlangıç Bu, çev: Seda Ersavcı, YKY, 2018, 448 s.