Ferma Lekesizalın: “Siyah edebiyat modernizmin köşe taşlarından biridir.”

"Modernliği ele alırken popüler kültürü göz ardı etmek imkânsızdı, çünkü popüler kültür modern bir fenomen.  Sonuç olarak sadece modernist ve avant-garde edebiyata dair bir inceleme olmaktan öte, modernliği, modern zamanları yorumlayan bir kitap bu."

21 Ekim 2021 16:00

Ferma Lekesizalın’ın 20. yüzyıla tekabül eden iki büyük dünya savaşının yaşanmasıyla büyük kırılmalar yaşayan modern yaşamın edebiyat teorisi üzerinden nasıl yankı bulduğunu ve şekillendiğini anlattığı Modern, Narsist ve Yaralı kitabını görür görmez büyük bir merakla okumak isteyip nihayetinde kendisiyle bir söyleşi de yapmak istedim. Modern zamanda narsist olmadığını kim iddia edebilir? Fakat ya “yaralı”? Bu sözcüğü hiç eklemek aklımıza geldi mi modern narsistliğimize?

Ferma Lekesizalın ile Modern, Narsist ve Yaralı / Romanın Eleştirel Ufukları odağında yaptığımız söyleşi modern yaşamın günümüze ulaşan vaziyetlerini edebiyat üzerinden konuştuğumuz çok kapsamlı bir sohbete dönüştü…

Sizden başlamak istiyorum Ferma Hanım. Edebiyatla olan ilişkinizden, edebiyat üzerinden hayatla kurduğunuz bağdan konuşarak başlamak istiyorum, çünkü kitabınızın adı Modern, Narsist Edebiyat da olabilirdi ama hayır, adı Modern, Narsist ve Yaralı. Lisansınızı Batı Dilleri ve Edebiyatlarıalanında yapmışsınız, edebiyatta sömürgecilik sonrası dönemlerin modern edebiyatı nasıl etkilediği üzerinde çalışıyorsunuz. Tüm bunlara baktığımda eğitiminize çok kuvvetli bir şekilde yansıyan, edebiyatla olan bağınızın nasıl filizlendiğini konuşarak başlamamız gerekiyor diye düşünüyorum.

İlkokuldayken annem her ay Arkadaş yayınlarının çocuk kitaplarını alırdı bana, bir ayda 3-4 adet okurdum. Aralarında Yaşar Kemal, Tolstoy gibi büyük yazarların çocuklara hitap eden hikâyeleri vardı. Daha sonra babamın kitaplığından kitaplar okumaya başladım. Ergen yaşlarda Çehov, Dostoyevski, Tolstoy, Sartre, Camus okuyordum. Giderek edebiyat benim için bir keyif, hobi olmaktan çıkarak kendimi tanımlamama, kimliğimi oluşturmama, hayatta yolumu bulmama yardım eden bir gereklilik ve amaç haline geldi. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nin eşsiz imkânları, müthiş akademik kadrosu ve kütüphanesi hayatımı değiştirdi, önümde yeni ufuklar açtı. Yalnızca edebiyat değil, felsefe, tarih, sosyoloji, psikoloji gibi farklı alanlardan ders alabilme imkânı tanınıyordu okulda. Rahmetli Prof. Dr. Arda Denkel, Charles Bigger, Pınar Canevi gibi çok değerli öğretim üyelerinden felsefe, Prof. Dr. Nilüfer Göle’den sosyoloji, Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’ndan psikoloji, Prof. Dr. Ethem Eldem’den tarih dersleri aldım. Boğaziçi bana geniş kapsamlı ve disiplinler arası bir bakış kazandırdı. Araştırma ve yazma eğilimlerim aldığım eğitim sayesinde gelişti. Kalıpları, klişeleri sorgulamanın, ayrıca kuramsal düşünmenin büyüsü beni burada yakaladı. Ve nihayet yazmanın benim için hava, su gibi bir gereksinim olduğunu ve mutlaka akademik kariyer yapmam gerektiğini anladım. Yüksek lisansımı ODTÜ’de bitirdim, doktoramı ABD’de yaptım. Edebiyat dahil, genel olarak beşeri bilimlerin her alanından besleniyorum. Özel olarak da modern ve postmodern İngiliz ve Amerikan edebiyatının yanı sıra sömürgecilik sonrası dönem edebiyatı çalışıyorum.

Modernizmin önde gelen yazarları, modern sanat ve avant-garde kavramıyla ilk defa Boğaziçi’ndeki lisans eğitimim sırasında tanıştım. Geleneksel anlatım tarzlarından sonra James Joyce, Virginia Woolf, Ernest Hemingway, William Faulkner’ın eserleriyle karşılaşmak beni çok etkilemişti. T.S. Eliot, Ezra Pound, Wallace Stevens, e.e. cummings gibi modernist şairleri okumaktan büyük keyif aldım. Edebiyatın yanı sıra modernliğin özelliklerini Karl Marx’ın sunduğu tarihsel perspektiften okumak ve anlamak çok önemli bir deneyim oldu. Marx’ın yanı sıra modern çağı anlama ve yorumlama konusunda 20. yüzyıla damgasını vuran psikanaliz ve eleştiri kuramları, Antonio Gramsci, Frankfurt Okulu düşünürleri, Simone de Beauvoir gibi feminizmin öncüleri çok önemliydi. Tüm bu düşünürler edebiyat okumalarımda rehberim oldu. İlk defa Nilüfer Göle hocanın BÜ’dekidersleri kapsamında karşımıza çıkan ve daha sonra sık sık başvurduğum Foucault, Jameson, Kellner, Bauman, Godelier, Badiou keza… Ziyaretçi statüsüyle BÜ’de ders veren Amerikalı öğretim üyesi Carol McCracken ile William Faulkner’ın başyapıtı Ses ve Öfke’yi okuduğumuzda tam anlamıyla vurulmuştum. Daha sonra Mississippi’de, yani Faulkner’ın memleketinde doktora imkânı doğması kaderin bir cilvesi diye düşünürüm. Doktorada ABD’nin önde gelen Faulkner uzmanlarından Prof. Dr. Noel Polk’un severek takip ettiğim Edebiyatta Modernizm ve Faulkner dersleri modernist edebiyata ilgimi ateşledi. İşte Modern, Narsist ve Yaralı tüm bu süreçlere adanmış bir kitaptır. Sanatta avant-garde’ı içine alan, şiir ve anlatıda devrim niteliğinde değişimlerin yaşandığı, Batı toplumunun iki dünya savaşı, hak mücadeleleri, sınıflı toplum, ırkçılık, ataerkilliğe başkaldırı olmak üzere büyük bir dönüşümden geçtiği 20 yüzyılı sanatın ve kuramın penceresinden okumak istedim. Kitapta İngiliz ve Amerikan edebiyatının modernist şaheserlerinin yanı sıra modernizmle birlikte gelişen popüler kültürü, Marksist ve feminist eleştiri kuramlarının ışığında Charles Baudelaire’den Walter Benjamin’e, Frankfurt Okulu’ndan Georg Simmel, Max Weber ve Thorstein Veblen’e, düşüncelerini takip ettiğim ve rehber edindiğim isimlerin yorumlarını katarak okumaya çalıştım. Özellikle vurgulamak istediğim şey ise sık sık göz ardı edilen siyah edebiyatın modernizmin köşe taşlarından biri olmasıdır. Biçimsel yenilik, geleneksel anlatı ve kalıplara başkaldırı siyah yazar ve şairler tarafından benimsendiği halde bu gerçek yok sayılır. Jean Toomer’dan Nella Larsen, Langston Hughes ve Richard Wright’a, siyah yazarların modernizmin başyapıtlarının altında imzaları vardır. Siyah edebiyatın modernizme katkısına dair bilgi eksikliğini gidermeye ve yalnızca ırkçılığa değil, ırkçılığı körükleyen adaletsiz ve sömürgen ekonomik düzene olan eleştirisini de yansıtmaya çalıştım. Öte yandan, modernliği ele alırken popüler kültürü göz ardı etmek imkânsızdı, çünkü popüler kültür modern bir fenomen. Dolayısıyla popüler kültür ve edebiyatın kesiştiği ve etkileşime geçtiği noktaları da kitabıma taşıdım. Bunlardan biri de blues ve caz kültürüdür. Sonuç olarak sadece modernist ve avant-garde edebiyata dair bir inceleme olmaktan öte, modernliği, modern zamanları yorumlayan bir kitap bu.

 

Modernlik ve narsisizm ne kadar yaralı olabilir ki? Bunu hem güncel modern yaşamımız bağlamında hem de edebiyat bağlamında soruyorum. Bu bağlamda Batı modernliğini konuşmamız gerekiyor belki de ilkin. Batı modernliğinin edebiyata yansımalarını ve edebiyat vasıtasıyla nasıl biçimlenip dönüşerek bize ulaştığını; ne dersiniz?

Narsisizm ya da narsist kişilik bozukluğu modern çağın getirdiği aşırı bireycileşmenin ve tüketim kültürünün yol açtığı bir hastalık. Yabancılaşma ile yakından ilişkili. Modernist, yani 20. yüzyılın ilk yarısında üreten yazarlar da bunu böyle yorumlamış ve yansıtmıştır. Yaralı olma semptomu yine psikolojik/varoluşsal travmayı, yabancılaşmayı belirtir. Modern çağda bireyin varoluşsal krizinin yarattığı travmayı simgeleyen bu motif, Ernest Hemingway başta olmak üzere modernist yazarlar tarafından kullanılmıştır. Bu motifi Scott Fitzgerald da kullanır: Psikolojik ve varoluşsal travmaları, hastalık ve yaraları romanlarının merkezine koymuştur; örneğin Geceler Güzeldir romanının ana karakteri, ABD’li zengin sanayicinin alışveriş delisi kızı Nicole şizofreni hastasıdır, ama aynı zamanda narsisttir. Romanın diğer ana karakteri Dick Diver da öyle… Yine Virginia Woolf’un başyapıtı Mrs. Dalloway romanındaki Septimus modern kapitalizmin yarattığı barbar düzenin yol açtığı Birinci Dünya Savaşının yaralarını taşır. Yaşadığı travma onu intihara sürükler. Septimus’un şarapnel yaraları ile Mrs. Dalloway’in narsisizmi karşıtlık oluşturur ama modernliği anlama açısından önemli ipuçları verir. Kafka’nın Dönüşüm eserinin kahramanı Gregor Samsa’nın böceğe dönüşmesi ve zamanla böcek bedeninde açılan yaralar sonucunda yaşadığı trajik son, edebiyatta yara/travma/yabancılaşma motifinin zirvesidir. Samsa kapitalist düzenin kurbanı, yabancılaşmış bir satış ve pazarlama elemanıdır. Ailesinin gözündeki değeri eve getirdiği para kadardır. Marx’ın Komünist Manifesto’da işaret ettiği gibi, kapitalizmin ortaya çıkışıyla yaşanan dönüşüm, aile dahil geçmişin geleneksel yapılarını, masalsı inanç ve sadakat yüklü ilişkilerini bozarak paranın soğuk ve nesnel şekline büründürmüş, yani “katı olan her şeyi buharlaştırmıştır”. Aşırı ticarileşme, şeyleşme, metalaşma ise bireylerin bocalamasına, hayatın anlamını ve etik doğruları kaybetmesine, nihayet yabancılaşmasına ve yozlaşmasına yol açar. İşte, kabaca 19. yüzyıl sonundan 20. yüzyıl ortalarına kadar süren modernist dediğimiz edebiyat bireyin içine düştüğü bu derin krizi, yabancılaşmayı ve çürümeyi narsisizmin yanı sıra “yara” motifini kullanarak yansıtır.

İlk satırlardan başlayarak işaret ettiğiniz gibi, üretim toplumundan tüketim toplumuna geçiş, tüketimin büyük ölçüde egemen politik yönü belirlemesi, metalaşma ve medya, modern anlatının eleştirel ufuklarını steril olmayan narsisizm körleşmesine götürmüş olabilir mi? Bu anlamda aslında olumsuz gibi görünen ama edebiyat adına, edebiyattaki dönüşüm ve üretim adına son derece olumlu bir durumla da karşı karşıyayız aslında, öyle değil mi?

20. yüzyılın ilk yarısı Marx’ın Komünist Manifesto’da öngördüğü burjuva uygarlığında tarihsel, toplumsal, ekonomik krizlerin tüm şiddetiyle yaşandığı dönemdir. Bunun nedeni sınırsız üretim, her şeyin, tüm insani değerlerin ticari nesneye dönüştüğü, yani şeyleştiği piyasa ekonomisi ve sınırsız tüketimdir. Modernist edebiyat bu yeni gerçekliğe eleştirel olarak bakmayı başarmıştır. Anlatı kalıplarını keskin bir şekilde dönüştürerek, yani edebiyat tarihinde modernist anlatı ve şiir dediğimiz biçime evrilerek tepkisini ortaya koymuştur. Metalaşmayı, en önemlisi kadın bedeninin metalaşmasını eleştirisinin merkezine koymuştur. Kitabımın alt başlığı bu nedenle ‘modern anlatının eleştirel ufku’. Bunca başyapıtın bu dönemde ortaya çıkması tesadüf değil. Yenilik açısından sanat ve edebiyatın “Altın Çağ”ı, fakat tarihsel olarak baktığımızda derin bir toplumsal/bireysel/ekonomik kriz çağı. Buradan yola çıkarak sanat ve edebiyatta yeniliklerin kriz ve bunalımlara tepki olarak doğduğunu söyleyebiliriz. Modernist sanat ve edebiyata bakış konusunda Frankfurt Okulu düşünürlerinin fikirlerini benimsiyorum. Dolayısıyla modernist yazarların egemen ideolojiyi yansıttığı düşüncesine karşıyım. Frankfurt Okulu düşünürleri, özellikle Adorno çoklu anlatı katmanları, çoklu bakış açıları, bilinç akışı tekniği, belirsizlik gibi biçimsel yenilikleri edebiyatın toplumsal, ekonomik krize gösterdiği eleştirel tepkinin ifadesi olarak görür ki, buna katılıyorum. Dediğiniz gibi, modernliği oluşturan metalaşma, tüketim toplumu, narsisizm ve yabancılaşmaya karşı eleştirel tepki, yıkıcı ve bozguncu duruş, yeniliğe kucak açma şeklinde tezahür etti ve edebiyatın itici gücü oldu. Bu sayede modern şaheserler ortaya çıktı.

 “Cesur Yeni Dünya.” “Para, Alışveriş ve Beden Diyalektiği” konu başlığıyla karşımıza çıkardığınız bu tanım okuyucunun zihnini Aldous Huxley’in distopik romanı Cesur Yeni Dünya’ya götürüyor. Tabii durum böyle olunca ister istemez yazara ve romanına varılacağını düşünüyoruz fakat hayır, Aldous Huxley ve distopik romanı Cesur Yeni Dünya’ya hiç değinmeksizin “Para, Alışveriş ve Beden Diyalektiği”ni modern dünyada öznenin inşası üzerinden ele alıyorsunuz. “Yabancılaşan, fail olmayan ve başa çıkamayacağı iktidar ilişkileri ağında köleleşen bir özne.” Huxley’in romanının orijinal adı; Brave New World. Shakespeare’in zamanında “Brave” kelimesi “Güzel” manasında kullanılıyor. Bu durumda karşımızdaki yapıtın ve Modern Narsist ve Yaralı’da kullandığınız tanımı itibariyle adı “Güzel Yeni Dünya” aslında. Güzel dünyadan cesur dünya dayatmalarına ya da biraz yumuşatırsak rasyonalizmine modern edebiyatta yaratılan karakterlerin (öznelerin) bedenden ziyade bilinç diyalektiğinin bozulmalarına denk düştüğünü de söyleyebilir ve bunu yine anlatının en iyi türü edebiyat yansıması üzerinden görürüz diyebilir miyiz?

Huxley’e değinmeden ünlü eserinin başlığını kullanmak ciddi bir eksiklik oldu. Fakat konudan sapmaktan korktum, ama en azından bir dipnot koymam gerekirdi. “Cesur Yeni Dünya” ifadesini kapitalist sanayi ve teknoloji toplumunun beden ve bilinci nasıl dönüştürdüğünü belirtmek için kullandım. Elbette buradaki “Yeni” terimi modernliğin kutsadığı yeniye, yeniliğe, yeni icatlara alaycı bir gönderme. Huxley’in romanının orijinal başlığındaki “Brave” sözcüğünü, yani Türkçesini kullanırken, dediğiniz gibi modern ideolojik şartlanmanın bilinci ele geçirmeninbedenleri disipline ettiğini ve meta haline getirdiğini düşünüyordum. Huxley bu ifadeyle aşırı rasyonelleşmenin sonuncunda gelinen nokta olarak distopyayı gösterir ve totaliter toplumu anlatır. Bu toplumda bireyler sonuna kadar disipline edilmiş, ideolojik kuklalardır; kapitalist aşırı ilerleme Batıyı apokaliptik bir sona, oradan da yeni kurulan totaliter bir dünyaya götürmüştür. Benim ele aldığım yazarlarda, Huxley’de olduğu gibi totaliter toplum öngörüsü içeren gelecek kurguları değil de, yine metalaşmış ilişkileri, sınıfsal sömürüyü ve bireysel yabancılaşmayı içeren ve yine ideolojik kuklaları öne çıkaran, fakat anlatısal ve biçimsel olarak yenilikçi kurgular öne çıkıyor. Bu nedenle Hemingway, Fitzgerald, Larsen, Rhys’ın ve kitabıma alamadığım bu dönemin birçok yazar ve şairinin tüketimi ve para toplumundaki çürümenin belirtileri olan narsisizmi ve hedonizmi besleyen modernliği “Cesur Yeni Dünya” olarak yansıttığını düşünüyorum.

Bu modernite silsilesine ayak uyduramayıp dışarıda kalanlar ve modernitenin oluşum aşamasındaki her şeyi tüm kayıpları belki de niteler derecede cuk oturan bir modern anlatım tanımı “kayıp kuşak”. Kayıp kuşağı modernliğin kaybettirdiği tüm değerler adına doğru yerden nasıl okumalı, nasıl yorumlamalıyız?

“Kayıp kuşak” katı olan her şeyin buharlaştığı, yani değerlerin yok olduğu, tek değerin para haline geldiği, toplumun ve bireyin yabancılaşma ve çürümeyle yüzleştiği dönemin ürünü, yabancılaşmış, narsist ama ruhu yaralı bireyleri anlatır. Bunlar modernliğin yeni özneleridir. Bir yanlarıyla ideolojik perdeye sarmalanmış, ama bu perdeyi yırtmaya çalışan özneler. Bahsettiğiniz yazarların karakterleri bu ikilemi sonuna kadar yaşıyor. Elbette yazarların kendileri de öyle. Gertrude Stein’ın arabasını tamir ettirdiği Fransıza göre Stein ve dostları “kayıp kuşak”. Fark şurada; Stein ve dostlarının, yani ele aldığım yazarların ideolojik perdeyi yırtarak gerçekliğe çıplak gözle bakabildiğine, “kayıp kuşak” sendromunu dışarıdan görebildiğine ve değerlendirdiğine şahit oluyoruz. Yarattıkları kurgu ve karakterlerden anlaşılıyor bu. Bu yüzden eserleri eleştirel, kalıpları yıkıcı ve yenilikçi.

 “Modernliğin Yaraları” bölümü ile modern edebiyatı yaratan iki ikonlaşmış yazarın, D.H. Lawrence ile Ernest Hemingway’in eserlerini, eserlerindeki anlatım, atmosfer, karakter yapılarını ince ayrıntılarıyla incelemeye başlıyorsunuz. Modern romancılıklarını bedensel semptomlar üzerinden oluşturmuş bu iki ikonik yazarın eserlerini zaman zaman bilinç semptomları, bilinç yaraları ve hatta bilinç yarılmaları üzerine de kurduğunu söyleyebilir miyiz? Şunu da sormak isterim; bu yazarlar özelinde modern romanda çok iyi eserler yazmış tüm yazarlar modernliğin yaralarını sarmayı mı yoksa bu yaraları en gerçekçi haliyle yansıtmayı mı amaçlamışlardır?

Lawrence ile Hemingway çok farklı iki yazar gibi görünse de modern çağın yaralı, hasarlı, yabancılaşmış öznesine, yani “kayıp kuşağa” yaklaşımları benzer. Karakterleri narsist ve hedonist. Ama bir yandan da yabancılaşmadan ötürü yaralı ve acı çekiyor. Karakterlerini bu nedenle bilinçleri bölünmüş ya da yarılmış özneler olarak tanımlayabiliriz. Jake Barnes ile Gerald Crich’te bu özellikleri bulabilirsiniz. Hemingway’in Silahlara Veda romanındaki Henry’yi elbette bu gruba sokabiliriz. Savaşta aldığı yarayı modernliğin yıkıcı semptomlarına bir gönderme, ruhsal bir yara ve sıkıntı olarak okuyabiliriz. İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan bu eser her ne kadar bir aşk hikâyesi çevresinde dönse de, aslında dipsiz bir yabancılaşmayı ve varoluş krizini anlatır. Bu dönemin edebiyatı yani modern edebiyat konusundaki düşüncenize katılıyorum; modernliği dışarıdan, yani ideoloji perdesini yırtarak okuyan ve bunu yaparken biçimsel olarak yeniyi ortaya koyan modern başyapıtlardan oluşmaktadır. 

Amerikan rüyasının tüm Amerika kıtasının elinde patladığına en güzel örnekler hakikaten de edebiyat üzerinden verildi. Kitabın ikinci bölümü “Aylak Sınıf” ve “Amerikan Rüyası”nda yaptığınız tespitler bunun en güzel örneklerini içeriyor.

Önce biçimden başlayalım. Ezra Pound modern edebiyatı tanımlarken “Make it new!” demişti. Bunu “yeni olsun”, “yenilik içersin”, yeni ve deneysel, hiç kullanılmamış, gelenekselin dışında biçim ve kalıplardan oluşsun, öncülük etsin şeklinde yorumlamalıyız. Sanat ve edebiyat içerik olduğu kadar biçim meselesidir. Pound sanatın ve edebiyatın her anlamda öncü olması gerektiğine inanıyordu; çünkü sanat ancak bu şekilde kalıpları kırabilir, bilinci uyandırabilir ve tüketimin, metalaşmanın, bireyciliğin ve narsisizmin oluşturduğu kalın ideolojik perdeyi aralayabilirdi. Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby romanı Pound’un işaret ettiği standarda uyan ve Amerikan Rüyası denen ideolojik yapıyı müthiş bir şekilde eleştiren, yani foyasını ortaya koyan, büyük bir eserdir. Modern dönem edebiyatının başyapıtlarındandır. Çağının Amerikan toplumunun belli bir sınıfının, Veblen’in “aylak sınıf” ki bir anlamda bunlar da “kayıp kuşak”tır dediği, yüksek burjuvazinin ibretlik bir portresini çizer. 1920’lerde zirve yapan biçimsel yeniliğiyle edebiyata, anlatıya yeni bir soluk getirir. Bu bölümde amacım, Muhteşem Gatsby’nin yenilikçi anlatı tarzı yanı sıra barındırdığı etkileyici ideolojik eleştiriyi yansıtmaktı.

 “Modernliği Yeniden Tanımlayan Afro-Amerikalı Kadınlar” bölümü edebiyatın çok önemli bir diğer sanat disiplini olan müzikle, özellikle Afro-Amerikalı kadınların ürettiği, geliştirdiği blues müzikle olan dirsek temasını odağa alması açısından çok önemli. Bu bölümün odağına yerleştirdiğiniz, siyah kadının öznelliğini ortaya çıkaran Afro-Amerikalı yazar Zora Neale Hurston’dan yola çıkacak olursak müzik ve edebi anlatı bu derece iç içe geçip dirsek temasında olmasaydı bu denli etkili olabilir miydi, özellikle Afro-Amerikan kültürü düşünüldüğünde?

Bu soruyu yalnızca Zora Neale Hurston’a ve blues’a odaklanmadan, daha geniş bir biçimde ele alacağım. Öncelikle modern dönemin edebiyatı ve avant-garde edebiyat denince beyaz yazar ve şairlerin egemenliği akla geliyor, hatta avant-garde sadece beyazlar tarafından yaratılmış gibi bir izlenim var, ki bu çok yanlış. Afro-Amerikalı ya da siyah yazar ve şairlerin modern dönemin edebiyatını ve avant-garde’ı belirlediklerini, Nella Larsen, Zora Neale Hurston, Maya Angelou gibi kadın yazar ve şairlerin, hatta tüm Harlem Rönesansı sanatçılarının eserlerinin modernist edebiyatın başyapıtları arasında olduğunu, biçim açısından son derece yenilikçi olan siyah edebiyatın bir yandan da ırkçılık ideolojisine karşı en etkileyici ve derin eleştiriyi getirdiğini gözden kaçırmamak gerek. 1920’lerde New York kentinin Harlem bölgesinde yerleşmiş, güneyden göçen siyahların keşfettiği özgür ifade biçimleri sanatsal yaratımlara dönüşerek Harlem Rönesansı’na yol açmıştı. Buna rağmen, modernist edebiyat ve avant-garde ülkemizde sadece beyazlara ait bir kulvar olarak bilinir. Kitabın bu bölümünün temel tezlerinden birisi siyahların kültüre kazandırdığı blues ve caz ritimlerinin, modern şiir ve anlatı biçimlerine avant-garde bir esin oluşturması. Harlem Rönesansı akımına, özellikle toplumcu şair diyebileceğimiz Langston Hughes’ün şiirlerine, Jean Toomer’ın kadın portrelerine, Countee Cullen’ın Kara İsa kitabındaki şiirlere baktığımızda caz ve blues ritimlerinden esinlendiklerini görürüz. Amerika bağlamında modernizmi, modern sanatı tartışırken Harlem Rönesansı ile birlikte akla ilk gelen Caz Çağıdır. Caz Çağı terimi müzik ve diğer sanatların iç içe geçtiğini gösterir. Yani modernizm sadece edebiyat ve plastik sanatları değil, müzikte ortaya çıkan dönüşümü ve bunun sanatlar arası etkisini içermektedir. Tartışmamın devamında Caz Çağını ve Amerikan avant-garde’ını belirleyen Harlem Rönesansının biçimsel yeniliği kucaklaması sayesinde ırk, sınıf, cinsiyete dair ideolojik kalıpları yerle bir ettiğini savundum. Edebiyatı, anlatıyı tartışırken, 20. ve 21. yüzyılda belirleyici olan popüler kültürün, özellikle siyahların yarattığı blues ve caz müziğinin etkisini ve avant-garde ile nerede, nasıl, hangi açılardan kesiştiği sorularını ele aldım. Elbette blues ve caz deyince siyah kadınlar öne çıkıyor. Blues’un annesi lakaplı Ma Rainey, Bessie Smith, Mamie Smith yalnızca birer icracı değillerdi, aynı zamanda kadının toplumsal görünürlüğünün, sanatta ön saflarda yer almasının öncüleriydiler; ataerkillik, ırkçılık ve ayrımcılığın yarattığı pasif özneye karşı etkin birer birey olarak popülerlik kazanıp modernist sanatın eleştirel ufuklarını genişlettiler…

 “Metalaşan Kadın, Edebiyat ve Popüler Kültür” kitabın son bölümü. 20. yüzyıl Batı edebiyatı metinlerinde kadınlar özne inşasında erkek yazarlara nazaran daha fazla mı öne çıktılar, ne derksiniz? Özellikle Hemingway, Lawrence, Fitzgerald dönemi sonrasını düşünürsek eğer…

Bu soruyu klasik ve yeni feminizm arasındaki ayrımı belirterek yanıtlayacağım. Klasik feminizm kadını organik birey olarak kurgular. Yeni feminizmde ise kadın inşa edilmiş öznedir. Her iki feminist yaklaşım da ataerkil ideolojinin farklı biçimlerde sorgulanmasını ve altının oyulmasını sağlamıştır. Kadın edebiyatını bu iki farklı bakış açısından okuyabilirsiniz. Ben daha çok klasik Marksist-Feminist tezler doğrultusunda okumaya çalıştım. Yani edebiyatın, kadın bedeninin cinsel nesne ve meta olarak kurgulanmasına eleştirisini ortaya koymaya çalıştım. Sorunun diğer kısmına gelince, evet, modernist edebiyatta erkek egemenliği var ve feministler bunu hedef alarak kadın edebiyatçıların ataerkil ideoloji yüzünden gölgede kaldıklarını fazlasıyla tartışmıştır. Konunun diğer tarafı, kadın bedeninin modernist edebiyatta ataerkil ideoloji gereği cinsel nesne olarak sunulması ve erkek-kadın ayrımcılığıdır. Örneğin modernist anlatıda kadın tüketimci bir özne olarak inşa edilir. Lawrence, Hemingway, Fitzgerald bu konuda bir hayli eleştirilmiştir. Bu bölümde yine dönemin erkek yazarlarının gölgesinde kalan kadın yazar Jean Rhys’ın eserlerini ele aldım. Kadın bedenine dair ataerkil ideolojik bakışa sorgulayıcı ve yıkıcı bir eleştiri yönelterek karşı koyduğunu göstermek istedim. Dolayısıyla dediğiniz gibi, Jean Rhys’in kadın karakterleri, ataerkil kapitalizmin inşa ettiği cinselliği ve edilgenliğiyle öne çıkan kadın özneyi yerle bir eder. Rhys kadınlarını hangi kalıba sokacağınızı bilemezsiniz ve bence bu çok iyi bir şey.

Sizi bulmuşken biraz yeni dönem edebiyatı ile ilgili ne düşünüyorsunuz, konuşmak isterim, çünkü her anlamda kültürel, toplumsal, sosyal, ekonomik, siyasi oluşumların pandemi süreciyle de birlikte tepetaklak olduğu yeni bir dönem söz konusu artık. Yeni ve çağdaş edebiyatın önümüzde bizi bekleyen dönemleri şekillendireceği, yapısal anlamda gerçeği (kurgu ve kurgu dışı) yaşam pratiklerimiz açısından önümüze en doğru şekilde aktararak göstereceği fikrine ne dersiniz?

Pandeminin sanatı ve edebiyatı nasıl etkileyeceğini öngörmek zor. Fakat sanat ve edebiyat krizlerden beslenerek güçlenir, yani güçlü yaratımlar ortaya koyar. Yine öyle olacaktır. Öte yandan, tarihsel olarak bakarsak çağdaş edebiyatı postmodernizm ile birlikte ele alırsak yanılmayız. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde belli bir ölçüye kadar postmodern düşüncenin etkisini yansıtmış ve bu sayede biçimsel yeniliklere devam etmiştir. Burada tabii daha çok ideolojik kalıplara hitap eden popüler kültürle bu kalıpları hedef alan ve yıkmaya çalışan yüksek kültür arasındaki ayrımın eridiğini, popüler kültürün artık edebiyat tarafından dışlanmadığını da belirtsek iyi olur. Örnek vermek gerekirse John Barth, Kurt Vonnegut gibi Amerikalı yazarların, muhteşem Gabriel Garcia Marquez’in, Umberto Eco’nun romanları metinlerarası, kurgu-üstü ve ötesi yaklaşımlarıyla postmodern edebiyatın özelliklerini yansıtır. Günümüze doğru ilerlersek, yazarlar postmodernizmi sorgulamaya başladı. Bunlardan en önemlisi David Foster Wallace’tır ve o da biçimsel yeniliklere dudak bükmüştür. Çağdaşlığı postmodernizmle ölçmek bugün artık zor. Şunu diyebiliriz; çağdaş terimi artık göreli hale geldi, çünkü günümüz edebiyat üretiminde, ki artık çok büyük bir sektörden söz ediyoruz, geçmişten günümüze tüm akım, biçim ve formlar aynı anda var olabiliyor. Sosyal gerçekçilik, doğalcılık, büyülü gerçekçilik, modernist belirsizlik, feminist anlatı, eşcinsel edebiyatı, post-kolonyal edebiyat, çok katmanlı anlatı, postmodern kurgu-üstü ya da kurgu-ötesi, metinlerarası anlatı, parodi, pastiş ve niceleri. Yani günümüzün edebiyatı, avant-garde’ı nedir deseniz, bilemiyorum derim. Bu arada çağdaşlığı biçimsel, formel yenilikle ölçüyorum, çünkü avant-garde bu. Öte yandan bugün artık bilimkurgu, fantezi gibi popüler türler de söz konusu biçimsel yenilik, yöntem ve formları yetkinlikle kullanıyor. O halde biçimsel değil de içerik açısından bakarsak, bence çağdaş edebiyat distopyalara daha çok ağırlık verecektir. İklim krizi, pandemi, değişen dünya düzeni hayal gücünü bu yönde etkileyecektir. Özellikle sömürge sonrası edebiyatları dediğimiz, geçmişte sömürge olup, 20. yüzyıl itibariyle özgürleşen ve dünya sahnesine çıkan coğrafyaların edebiyatları bu konuda öncü olacaktır.