Doğan Kuban'ı yitirdik, mimarlık tarihçiliğimizde bir dönem kapandı

"Kendi üretim alanını Türkiye'deki sanat tarihçiliğinden bağımsız bir disiplin olarak tanımlayan Doğan Kuban, Türkiye'de mimarlık tarihyazımına yön verdi ve geride büyük bir üretim bıraktı. Mimarlık tarihyazıcılığı yeni bir sayfa açmak için bu üretimle hesaplaşmak zorunda."

24 Eylül 2021 14:02

Kuban'dan söz etmek, aynı zamanda mimarlık tarihyazımının Türkiye'deki serüveninden söz etmek demek. Bu yüzden mimarlık tarihçiliğinin/tarihyazımının Kuban öncesine kısaca göz atmak zorunlu. Geçen yüzyılın ilk yarısında, “mimarlık tarihi” özerk bir disiplin olmaktan alabildiğine uzaktı. Mimarlık tarihyazımı, sanat tarihçiliğinin betimleyici yöntemi içine hapsolmuş bir bilgi üretiminden ibaretti. Üstelik bu bilgi üretimi, 1930'ların ulusalcı ideolojisinin kesin egemenliği altındaydı ve en ufak aykırı sese tahammül edilemiyordu. Bu çizginin dışında yer alan ve son derece parlak bir sanat tarihçisi olan Ernst Diez, Ayasofya ile Osmanlı mimarlığı ilişkisini gösterdiği için linç edilecek, İstanbul Üniversitesi'ndeki görevinden ayrılıp ülkesine dönmek zorunda kalacaktı.

İşte Doğan Kuban bu iklimin sürdüğü yıllarda yola çıktı ve kendi üretim alanını Türkiye'deki sanat tarihçiliğinden bağımsız bir disiplin olarak tanımladı. İlk çalışması 1954 tarihini taşıyordu ve Osmanlı mimarlığının o tarihe dek pek üzerinde durulmamış modernleşme dönemini ele alıyordu: Türk Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme. Kuban'ın bakışı betimleyicilikten öteye geçen ve mekân okumaya odaklanan bir bakıştı. Nitekim, doçentlik çalışması olan, 1958 tarihli Osmanlı Dini Mimarisinde İç Mekân Teşekkülü - Rönesansla Bir Mukayese başlıklı tezinde Osmanlı mimarlığının mekân kurgusunu, başka bir kubbe mimarlığı olan Rönesans mimarlığı ile kıyaslayarak inceliyordu. Ayasofya'nın lineer şemasını yinelemesine karşın Süleymaniye Camisi'nde merkeziliğin nasıl ortaya çıktığını ele aldığı bölüm şaşırtıcı bir parlaklıktaydı. Bu erken çalışma, Kuban'ın bütün üretiminin temel sorunsalını da daha baştan belirlemişti; bu sorunsal –kendi deyişiyle söylersek–  “Osmanlı mimarlığının evrensel sanat platformundaki konumunun saptanması” olacaktı.

Doçentlik çalışması, Kuban tarihyazımının bir başka boyutunu daha haber veriyordu: Avrupa modernleşmesinin ilk evresi olan Rönesans mimarlığı ile geleneksel bir mimarlık olan Osmanlı mimarlığını karşı karşıya koyan anakronik bakış. Bu anakronizma Kuban'ın tarihyazımında hep belirleyici oldu. Osmanlı zihniyet dünyasının mimarlıktaki belirleyiciliğini kabul etmedi ve bu mimarlığın ürünlerini modernizmin kavramlarıyla açıklamaya girişti. Anakronik bakış, Sinan'ı da modern bir üretimin öznesi gibi görmesine yol açacak, Sinan ile Le Corbusier, Mies van der Rohe gibi çağdaş mimarlar arasında benzerlikler bulmaya kadar uzanacaktı.

Geleneksel zihniyet dünyasını dikkate almama, Kuban'ın Osmanlı mimarlığı okumasında “ilerlemeci” bir bakışın egemen olmasına yol açtı. Kuban için Osmanlı mimarlığı “tasarımın amacı olan ideal biçime” doğru yol alan bir mimarlıktı; “söyleminin ideal ifadesi”ne Selimiye ile ulaşacaktı. Kuban ilerleme çizgisine oturmayan yapıları, yine anakronizmaya düşme pahasına modern bir kavramla “tarihselci” nitelemesiyle açıklıyordu. Bu bakışla ele aldığı Sinan'ın Sanatı ve Selimiye 1997'de yayımlandı. 2007'de yayımlanan Osmanlı Mimarisi ise yaşamının son evresinde kaleme aldığı büyük bir sentez çalışmasıydı.

Belirli bir iç tutarlılığı sürdürmesine karşın, Kuban'ın söylemi zaman içinde belirgin farklılıklar da gösteriyordu. Bu bağlamda, Ayasofya - Osmanlı mimarlığı ilişkisi üzerine söyledikleri ilginç bir örnek oluşturuyor: 1958'de, doçentlik çalışmasında “Fetihten Sonraki Cami Mimarisinde Ayasofya Tesiri” başlıklı bölümde, Osmanlı camilerindeki Ayasofya etkisini kabul ederken, 2007 tarihli Osmanlı Mimarisi'nde Ayasofya etkisinden söz etmenin bir “moda” olduğunu söylüyor ve Ayasofya - Osmanlı mimarlığı ilişkisinin kristalize bir sonucu olan Şehzade Camisi'nden, Ayasofya şemasının Sinan'ı etkilemediğinin kanıtı olarak söz ediyordu. Zaman içinde ortaya çıkan bu değerlendirme farkı, resmi tarihyazıcılığımızın ulusalcı bakışının Kuban'ı da etki alanına çektiğini gösteriyor.

Doğan Kuban, 1974-1977 arasında dekanlığını yaptığı İTÜ Mimarlık Fakültesi için gerçek bir efsaneydi. 1962'de Bir Batı Anadolu Gezisi başlığıyla yayımladığı geziyi, tüm katılımcıları bugün de heyecanla anıyorlar. 1952'de asistan olduğu “Mimarlık Tarihi ve Rölöve Kürsüsü”, 1982'ye yani YÖK'ün ortaya çıkışına dek, dönemin önde gelen mimarlık tarihçilerinin büyük bir bölümünün yolunun geçtiği durak oldu. Etkinlik alanını MTRE (Mimarlık Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü) ile daha da geliştiren kürsü, Kuban'ın kimliğiyle özdeşleşmiş bir kurumdu. Kürsü, YÖK'le birlikte ikiye bölündü: Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı ve Restorasyon Anabilim Dalı. Kuban, şaşırtıcı bir kararla Restorasyon Anabilim Dalı'nın başına geçmeyi seçti. Burada kişisel tarihimden bir anekdot aktarmak istiyorum: YÖK'ün çıktığı dönemde İstanbul Üniversitesi'nde, Bizans Sanatı Kürsüsü'nde Semavi Eyice'nin asistanıydım. YÖK bu kürsüyü ortadan kaldırınca kendime yeni bir yer aramaya başladım ve İTÜ Mimarlık Tarihi'nin açtığı sınava girerek kadromu İTÜ'ye naklettirdim. Kuban'la çalışmak istiyordum ama ne yazık ki geç kalmıştım, Kuban artık orada değildi. Yıllar sonra Arredamento Dekorasyon için Kuban'la yaptığım söyleşide, neden Mimarlık Tarihi yerine Restorasyon Anabilim Dalı'nı seçtiğini sordum; yanıtı çok ilginçti, mimarlığın pratik yönünün onu çok ilgilendirdiğini söyledi. Belli ki “mimarlık yapma özlemi” içinde kalmış bir tutkuydu, restorasyon çalışmaları buna olanak tanıyordu. 1966-1978 arasında Cecil Striker ile birlikte yürüttüğü Kalenderhane Camisi kazı ve restorasyonu son derece başarılı bir çalışma olmuştu. Restorasyon Anabilim Dalı'nı seçmesinde bu çalışmanın tatmin ediciliği de rol oynamış olabilir. Ne var ki 1987-1991 arasında yönettiği Tahatakale Hamamı restorasyonu eleştirilere konu oldu.

Doğan Kuban'ın Cecil Striker ile birlikte yönettiği Kalenderhane Camisi restorasyonu. (Fotoğraflar: Aykut Köksal)

Kuban'ın bir başka çalışma konusu ise İstanbul'un tarihsel topografyasıydı. Bu çalışmanın başlangıcını İstanbul Nazım Plan Bürosu için hazırladığı rapor oluşturdu. 1970'te Mimarlık dergisinde bu raporun özetini yayımlayan Kuban, çalışmayı genişleterek, 1996'da İstanbul Bir Kent Tarihi başlığıyla kitaplaştırdı.

Kuban'ın yazdığı tüm kitapların değerlendirilmesi bu kısa yazıya sığmaz. Bu kitapların geniş bir okur kitlesine seslendiğini ve çok sayıda baskı yaptığını belirtmek gerek. Burada ikonik olmuş birkaç kitabını anımsatmak istiyorum. Hiç kuşkusuz en başta, Fethi Naci'nin yönettiği Gerçek Yayınları'nın ünlü 100 Soruda dizisi içinde yer alan 1970 tarihli Türkiye Sanatı geliyor. Sanırım, 1970'lerde bu kitabı okumamış mimarlık öğrencisi yoktu. Yine eğitime yönelik bir başka kitabı, 1973'te İTÜ'nün yayımladığı Mimarlık Kavramları oldu. 1980'de, öğrencisi Selçuk Batur, bu kitabın yeni basımına Çevre Yayınları içinde yer verdi. Bu kez kitabın bir de alt başlığı vardı: Mimarlığın Kuramsal Sözlüğüne Giriş. Gerçek Yayınları örneğinde olduğu gibi, Kuban'ın kitapları için seçtiği yayınevleri siyasal duruşunu da gösteriyordu. 1975'te Çağdaş Yayınları Sanat Tarihimizin Sorunları başlığı altında yazılarını yayımladı. Bir başka yazılar toplamı ise 1982 tarihli Türk ve İslam Sanatı Üzerine Denemeler oldu.

Yalnızca birim yapıya yönelik restorasyon konuları değil, kent ölçeğine uzanan koruma sorunları da Kuban'ın ilgi alanına giriyordu. 2001'de Tarih Vakfı Yurt Yayınları Türkiye'de Kentsel Koruma'yı yayımladı. 1968-1981 arasında Anıtlar Yüksek Kurulu üyesi olan Kuban, Kurul'un olumlu ya da olumsuz pek çok kararında belirleyici oldu. Yukarıda sözünü ettiğim söyleşide, İstanbul'un ahşap sivil mimarlık mirasının “2. grup” uygulamalarıyla yok olmasında Kurul'un sorumluluğunu sorduğumda, yapıları koruyamıyorduk, en azından arayüzlerini yani cephe düzenlerini koruyalım diye düşünmüştük demişti.

Doğan Kuban'ın son yıllarda üzerinde durduğu konulardan biri de Divriği Ulucamisi'nin korunmasıydı. Ulucaminin, döneminin olağanüstü örnekleri olan taç kapılarının eriyip yok olması Kuban'ın ana meselesi olmuştu. Dikkatleri bu konuya çekmek için çok uğraştı. Bu arada 2010 yılında Cennetin Kapıları - Divriği Ulucamisi'ni yayımladı. Bu kitap Cemal Emden'in olağanüstü fotoğraflarıyla, Türkiye'de eşine zor rastlanan bir yapı monografisiydi.

Kuban son yıllarda, Cumhuriyet Bilim ve Teknik dergisinde, düzenli bir biçimde, toplumsal sorunlara ağırlık veren yazılar yayımladı. Cumhuriyet'in kurucu temel değerlerinin savunusu bu yazıların ana temasıydı.

Evet, Doğan Kuban'ı yitirdik. Kuban, Türkiye'de mimarlık tarihyazımına yön verdi ve geride büyük bir üretim bıraktı. Mimarlık tarihyazıcılığı yeni bir sayfa açmak için bu üretimle hesaplaşmak zorunda.