Faşizmi görememek

"Faşizme karşı çıkmak her birimizin içinde taşıdığı faşizmini görmesiyle başlar. Sürekli 'öteki'nin faşizmine odaklanmak faşizmi besler."

23 Eylül 2021 18:54

Büyük bir romancının cümlesini faşizme uyarlayayım: Demokratik ülkeler birbirine benzer, demokratik olmayanların her biri farklıdır.

Yine de bu farklılıklara işaret etmek için kullanılan çeşitli nitelemelere karşın demokratik olmayan ülkelerin ortak yanları var. Bu ortak yanların görülmemesi anti-demokrasi olayının anlaşılmamasına neden olabilir.

İçinde yaşadığımız yüzyıllar milli devletler dönemidir. Bu durum kendimizin milli yanını anlamamızı zor, hatta belki olanaksız kılıyor. Çünkü çevremizdeki gerçekliğin tarihsel, yani başı ve sonu olan bir süreç olduğunu görmemiz kolay değil. Milli devletlerin ve bunların dünya görüşünün (ideolojilerinin) belli bir dönemde ortaya çıkan bir kurgu olduğunu göremeyiz ve çevremizin sözde gerçekliğinden söz ederiz. İdeoloji içşelleştirilmiştir.

Geçmişte de hep aynı durum yaşanmıştı. Örneğin Ortaçağda insanlar bir “dinsel paradigma” içinde hapsolmuş olduklarından habersizdi. Tarihsel gerçekliklerini “değişmez gerçeklik” olarak algılamışlardı, ve en kötüsü, kendilerini objektif gözlemciler olarak…

Her tarihsel kurgu doğal olarak kendi gerçekliğini oluşturur: İnanç(lar) dünyası olarak. Bu “algı dünyasını” konuşmadan, anlamadan ve hatta aşmadan faşizmden –yani bir alt kategorisinden– söz etmek pek doyurucu ve yararlı olmayabilir.

Milliliğin bir özelliği –aslında milli/milliyetçi ayrımı bu paradigmayı meşru kılma gayretidir– insan topluluklarını milletler temelinde görmektir. Bu “yeni” bir görüştür. Bundan birkaç yüzyıl önce böyle bir algı söz konusu değildi. İlk başlarda ağır ağır, sonra hızlanan bir tempo ile bu görüş dünyamızda egemen oldu. Şimdi hemen herkes kendini bir milletin üyesi sayıyor.

Milletlerin varlığının kanıtlanması ve meşruiyet kazanması için bazı varsayımların kabulü kaçınılmazdı ve bu yapıldı. Her bir milletin “farklı” olduğu ilk varsayımdı. Ancak bu farkın “nedenini” bulmak bocalamalara neden oldu. Önce “bizi birleştiren kandır, yani ırktır” dendi, sonra “dildir” veya “dindir” dendi. Bunların farklı kombinezonları denendi; kimi kriterler öne çıktı, kimileri pratikte işlevli oldu.

Son çare olarak “bizi birleştiren bir millet oluşturma kararlılığımızdır” dendi. Bunu ilk ve en açık biçimde ifade eden Ernest Renan olmuştur, 1882’de. Ama buna pek az insan inanmıştır. Millilik bu temelde uygulanmamıştır. T.C. Anayasası’nda “dil, ırk, renk, din ayırımı gözetilmeksizin” deme ihtiyacı da bundan doğmuştur; anayasayı yapanlar “birlik” (ve vatan) dendiğinde halkın aklına tam da bunların geleceğini çok iyi biliyorlardı: dil, ırk, din, renk. Anayasa’ya bir madde ekleyerek milliyetçiliğin bu zararlı etkisinden uzak kalacaklarını sandılar.

Ama milliliğin en zararlı yanı insan toplulukları arasında farkı ve farklılığı öne çıkarması değildir. Bu bir kimlik sorunudur ve bu haliyle kaldığında büyük acılara neden olmayabilirdi. “Farklıyız” algısına milletlerin yarış ve çatışma içinde oldukları inancı da eklenince milli savaşlar yaşandı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra faşizm, Nazizm ve milliyetçilik (nationalism) Batı dünyasında olumsuz bir anlam edindi. Türkiye’de milliyetçilik hâlâ olumlu bir terimdir.

Benito Mussolini 9 Mayıs 1936'da, Roma'daki Venedik Sarayında kitlelerin önünde.

Fıkra gibi okunabilecek bir anekdot ekleyeyim: 1960’lı yıllarda Mihri Belli yanlıları “Milli Demokratik Devrim” tezini savunuyorlardı. Bir İngiliz’e bu terimin anlamının “biz sosyalistiz ama milliyiz” diye anlatıldığını hatırlarım – we are socialists but also national. İngiliz, gözleri fal taşı gibi açılmış, kendilerine iftiharla National Sosyalist (Nazi) olduklarını söyleyenlere baktığına inanmıştı!

Aslında faşizmin ve Nazizmin berisinde milliyetçiliğin temel ilkeleri var: Farklıyız, üstünüz, öteki milletler tehlikedir, vb. Mücadele ve kavga anlayışını içeren bu anlayış konjonktürel olarak bazen ortaya çıkar, bazen yedekte bekler. Yani hep oradadır. Ortaya çıkmayınca, yani devletlerin ve milletlerin savaşmaya, saldırmaya, dış veya iç düşmanı yok etmeye girişmediği durumlarda milliyetçilik yok sanıyoruz. Kimileri de böyle barışçıl dönemlerde “vatanseverlikten” veya “olumlu anlamda milliyetçilikten” söz eder.

Milliliğin henüz ortaya çıkmadığı dönemlerde faşizm de yoktu. (Belki daha kötü şeyler vardı, ama bu ayrı bir konu!) Faşizm ve Nazizm milliyetçiliğin belli bir versiyonudur. Bu yüzden bir dönem faşist olan insanlar savaş sonrasında ve hele savaşta yenik çıktıklarında artık faşist olmazlar; milli ve milliyetçi olurlar, bir sonraki krize kadar.

Faşist veya faşizan rejimlere başka isimler de verilmiştir: Otoriter, ırkçı, dikta veya diktatörlük, totaliter, (askerî veya sivil) cunta gibi. Bunların ortak yanları meşruiyetlerini milli bir söyleme dayatmalarıdır. Her yapılan millet adına, genel milli çıkar adına yapılır. Karşımızda mutlaka düşmanlar vardır; dış ve iç düşmanlar. Örneğin Yahudiler, öteki milletler, kapitalistler, emperyalistler ve ülke içinde bunların işbirlikçileri. Komplo teorileri, güç söylemi ve milletin tekliğini simgeleyen tek lider genellikle bu rejimlerde görülür. Sol da, sağ da olabilir bu milliyetçilik; lider Mussolini veya Stalin olabilir.

Faşizm, 20. yüzyılda ortaya çıktığında düşmanlar solcular (Marksistler, komünistler), liberaller, demokratlar ve “bizden farklı olan” etnik azınlıklardı. Ve bu kavga bir yanıyla sol-sağ kavgası olarak da yaşanmıştı. Günümüzde kimi durumlarda sol ile sağ birlik olup gerçek veya hayalî “milli düşmanlara” karşı çıkmaktalar. Yani faşizmi yalnız sağa yakıştırmak, solda var olan milliliği ve faşizmi görmezlikten gelmektir.

Umberto Eco’nun ünlü yazısında (“Ur-fascism”, 1995) bu görüşlere rastlanabilir. İki noktasını vurgulayayım. Birincisi, faşizmin var olabilmesi için bütün özelliklerinin bir arada olması gerekmiyor; gerekli görülen birkaç öğesiyle de uygulanabilir. Yani faşizm yeniden yaşanırken eskisinin kopyası halinde olmuyor, başka bir kisve altında geliyor. İkincisi, bu rejime alternatif (panzehir) olarak önerilen, demokrasi ve özgürlüktür. Faşizmin özünde özgürlüklerin yok edilmesi vardır.

Demokratik toplumlar için de bir şeyler söylemek gerek. İki dünya savaşı sırasında milli mezbahalara dönüşen Avrupa ülkeleri içinde, böyle bir şeylerin bir daha yaşanmaması için projeler ve ilkeler geliştirildi. Birleşmiş Milletler teşkilatı bunlardan biri. Avrupa Birliği projesi milli sınırları yok sayma noktasına kadar geliştirildi. Onlarca milli devlet ortak bir merkezden, zar zor ve sıkıntılarla da olsa yönetiliyor. İnsan Hakları ilkesiyle milli ülkeler içine müdahaleler oluyor.

Bunların ne derecede sürdürülebilir ve başarılı olacaklarını zaman gösterecek. Ama çabalar bu yönde. Dikkat edilirse, amaç milli/milliyetçi ilkelerden ve varsayımlardan mümkün olduğu kadar uzak kalmaktır. Bu ise hiç de kolay değil. Çünkü dönemimiz milli devlet dönemidir ve millet ötesi projeleri uygulayanların milli ideolojiden arınmış oldukları da şüphelidir. Yine de çağdaş, demokratik ilkelere karşı çıkmak faşizan bir yaklaşımdır: Ötekinin değerlerine mesafeli kalmak bahanesiyle ortaya çıkar; aslında yabancı düşmanlığının bir ifadesidir.

Bir yanılgı da faşizm ve ekonomi alanındadır. Kimi çevreler devletçi sosyalist yaklaşımın karşısında bir faşizan kapitalist piyasa ekonomisi algılarlar. Oysa en baskıcı, anti-demokratik rejimlerin ekonomileri –Mussolini, Hitler, Stalin– devletçiydi. Halkları tek merkezden yönetme isteğinin sonucuydu bu.

Kısacası, günümüzde bir yanda çok köklü bir milli/milliyetçi anlayış, öte yanda yeni ve zayıf bir anti-milli çaba var. Edebiyat dünyasına da bakınca bunu görüyoruz. Egemen anlayış millidir. Başka türlü olması da şaşırtıcı olurdu. Edebiyatın millilik temelinde ele alınması ve yazarların böyle sınıflandırılması da bundan dolayıdır. Bu öylesine aşırı uçlara vardı ki, milli kimliğin henüz dünyamızda var olmadığı zamanlarda yaşamış yazarlar bile bugün milli anlayışla ele alınıyor. Örneğin kendine (milli anlamda) Türk dememiş ve Türkçe de yazmamış Mevlânâ Türk olabiliyor.

Edebiyat toplumun aynasıdır. Belki en gerçek ve ayrıntıları da gösteren bir fotoğrafıdır. Yanlış anlama olmasın: Edebiyat metni dünyayı doğrudan yansıtmaz, yazarın dünyasını yansıtır. Okumasını bilen biri bu metinlerinin içinde o metnin yazıldığı dönemin anlayışlarını görebilir. Edebiyat metni aslında Rorschach testi gibidir. Yazar eserine iç dünyasını yansıtır. Okur da ya doğrudan ya da satır aralarında yazarın dünyasını ziyaret eder.

Yazar neyse metni de bir şekilde odur. Onun için 1910’lardan önce milli edebiyat yoktu, “Edebiyatı Cedide” vardı. Sonra Jön Türkleri, milli hareketi, Genç Kalemleri ve Milli Edebiyat’ı görüyoruz. Bunlar –hiç tesadüf değil– Yusuf Akçura ve Üç Tarz-ı Siyaset’le eşzamanlıdır.

Günümüzde Türkiye’de burada özetlenemeyecek kadar zengin ve karmaşık bir edebiyat dünyası vardır. Öteki ve Kimlik (İletişim Yay.) kitabımda bu gelişmeleri toparlamaya çalışmıştım. Ama burada faşizm ve edebiyat konusunda son olarak söylenmesi gereken bir noktaya değinmek isterim.

Faşist anlayıştan rahatsız olanlar ama faşizmin bazı yanlarından da uzak kalamayanlar kendilerini bu ideolojiden uzak göstermek için faşizmi “uygun” bir biçimde tanımlarlar. Irkçılık da öyle… Kendi ırkçılığımızı kabul etmemek için bu görüşe “Amerikalıların zencilere yaptıklarıdır, siyahilere karşı yapılanlardır” der, milli olarak “temize çıkarız”. Çünkü “biz” milli olarak siyahilere ilişmemişizdir. Ama “iliştiklerimizi” de unutuveririz. Edebiyatta “unutulmuş” olan olaylar pek çoktur. İslamofobiyi biliriz ama “gâvura karşı güvensizliğimizi” görmeyiz örneğin.

Edebiyatta faşizm Hitler döneminde olduğu biçimde ortaya çıkmaz; bu ideoloji günümüzde ayıplandığı için dolaylı olarak ortaya çıkar. Okumasını bilen ayrımcılığı, yabancı düşmanlığını, “öteki”nin aşağılanmasını, “bizim tarafın” yüceltilmesini, başarılarımızın abartılmasını, milli paranoyayı görebilir. Bütün bunlara karşı çıkan çağdaş yazarların metinleri de bulunur. Bu yazarların “milliliğe” katılmadıkları için nasıl kuşkuyla karşılandıklarını sık görüyoruz.

Edebiyatta faşizm yoktur; edebiyat güzelin, iyinin, yararlı olanın alanıdır diye romantik ve kendi kendini öven bir söylem de vardır. Bu anlayış da oldukça millidir! Edebiyat dünyamızın ve günümüzün aynasıdır. Toplum içinde ne kadar faşizm varsa, edebiyatta da aşağı yukarı bu kadar olacaktır. Günümüzde bu faşizm tebdili kıyafet dolaşmaktadır. Hatta ilerici, aydın, çağdaş maskesi bile giyebilir.

Faşizme karşı çıkmak her birimizin içinde taşıdığı faşizmini görmesiyle başlar. Sürekli “öteki”nin faşizmine odaklanmak faşizmi besler.

 

GİRİŞ RESMİ:

20 Haziran 1938'de Berlin Olimpiyat stadında bir tören provası: "Fırtına Birliği"ne mensup yüzlerce SA (kahverengi gömlekli), ellerinde meşalelerle Gamalı haç şeklinde bir güneş çarkı oluşturuyorlar.