Dirmit ile Yusuf Umut’un hali

"Dirmit ile Yusuf Umut’un hikâyelerinde, Türkiye sosyolojisinde kendini bulmaya çalışan bir kadın ve bir erkeğin hikâyesiyle yüzleşiriz. Bugün de söz konusu sınıfsal yapılar açısından Türkiye’de çok benzer hayatların yaşandığını bilfiil biliyoruz."

27 Ekim 2022 21:30

 

Bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü’nün Annie Ernaux’ya verilmesi, oto-kurmaca metinlerin dünya edebiyatında edinmekte olduğu etkin yeri ve rolü hatırlatıcı bir işaret oldu. Neredeyse 20-30 yıldır yükselmekte olan oto-kurmaca metinler rüzgârı, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası anlatıların ardından giderek sönümlendiği dönemlerin yeniden kurmaca alanına dahil edilişini gösteriyor.

Özellikle ‘70-‘80’lerden itibaren doğanların kendi yaşamlarından hareketle kaleme aldıkları metinlerin sayısı artıyor, edebiyat içindeki alanı genişliyor. Marguerite Duras (1914) ve Ernaux (1940) gibi isimlerden sonraki kuşaklardan Douglas Stuart’ın (1976) Shuggie Bain kitabı son zamanlarda Türkiye’de en çok ses getiren metin örneklerinden biri olmuştu. Édouard Louis’nin (1992) Babamı Kim Öldürdü ve Eddy’nin Sonu kitapları da özellikle Babamı Kim Öldürdü’nün hem sahneye hem yayıma aynı hafta girmesi, Onur Ünsal’ın tekrar izlenesi oyunculuğuyla, tiyatro tabiriyle, “büyük sükse yapmıştı”.

Oto-kurmaca anlatılar, metinler, romanlarla birlikte tiyatro literatürünü de dahil ettiğimizde fotoğraf daha netleşmeye başlıyor. “Yaratıcı Yazarlık” endüstrisinin Batı edebiyatını bir krizin içerisine sürüklediği uzun yıllardır konuşuluyordu. (Yaklaşık on yıl önce Nobel Edebiyat Sözcüsü’nün verdiği “Creative Writing Kills Literature / Yaratıcı Yazarlık Edebiyatı Öldürüyor” başlıklı söyleşisi ne hikmetse artık Google’da bulunmuyor olsa da...) Bu noktada işte oto-kurmaca metinler, plastik anlatıların edebiyatı sıkıştırdığı dar alandan bir çıkış yolu haline geldi.

Böylece hem köklü dönüşümlerin yaşandığı ‘70-‘80’lerin kaydı literatüre dahil edilmiş oluyor hem de edebi metinler, birtakım “hakikat oyunları” yerine, daha dikkatli malzemelerin kurmacalaştırılmasıyla ortaya konmaya başlıyor. Bu elbette çok uzun sürmeyecektir, oto-kurmacanın açtığı yol başka bir yerlere bağlanacaktır. Dünya edebiyatı bu açıdan bir miktar daha su alır görünüyor. Türkçe edebiyatta ise seyrek birkaç örnekten öte henüz bu rüzgârın esmeye başladığını söyleyemeyiz. Yaratıcı yazarlık endüstrisi henüz özlediği verimliliğe ulaşmadı Türkiye’de.

Dirmit ile Yusuf Umut

Fakat bu, ‘70-‘80’lerin biyografik malzemeleri kendisine yer bulamıyor demek değil. Geçtiğimiz hafta üst üste izlediğim iki tiyatro oyunu, birer örnek olarak karşımızda duruyorlar. Oyunların ikisi de Tiyatro Hemhâl kapsamında sergileniyor, ben ikisini de Moda Sahnesi’nde izledim. (Çünkü, Tiyatro Hemhâl sahnesi olmayan, gezici tiyatro kumpanyalarımızdan.)

Oyunların biri, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm romanından sahneye uyarlanan, Nezaket Erden’in muhteşem sahne performansıyla unutulmaz tek kişilik oyunlardan biri haline gelen Sevgili Arsız Ölüm – Dirmit. Diğer oyun ise Hakan Emre Ünal ve Alis Çalışkan’ın birlikte yazdıkları, Hakan Emre Ünal’ın heyecanlı ve inadına yorucu performansıyla N’olcak Bu Yusuf Umut’un Hali?

Dirmit yıllardır oynanıyor, daha da sürecektir umarım. Yıllar içerisinde iyice olgunlaşmış, neredeyse ideal süre ve kurgusuna ulaşmış bir oyun artık. Yarın İngilizce olarak dünya sahnelerinde pekâlâ yer alabilecek bir oyun. Nezaket Erden ise “oynamıyor”, sahnede var ediyor Dirmit’i.

Yusuf Umut, iki saatlik ve tek perde bir oyun için beklenenden daha az yorucu, Hakan Emre Ünal’ın sahne performansına kendini kaptırmak yeterli oluyor. Oyuna, oyun başlamadan önce izleyicilerle etkileşim kurarak başlaması, bunu başarıyla sağlıyor. Hikâyenin bazı yerleri henüz sarkıyor olsa da, Dirmit gibi kendini sahnede olgunlaştıracak malzemeye sahip bir metin.

‘70’ler ve ‘80’ler Türkiyesi

Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’de anlattığı, ‘70’lerin başından fakir ama çılgın bir genç kızın bildungs’una dayanıyor. Çiçeklerle, rüzgârlarla, sokaklarla arkadaşlık eden Dirmit’in, geleneksel aile yapısı içerisinden, muhafazakâr kodlarla debelenip duran ama oradan çıkmaya da ufku olmayan, Dirmit’in deliliklerini kâh cezalandırarak kâh deliliğine vererek görmezden gelmeye, yok saymaya çalışan o aile içerisinden dünyaya ulaşma gayretine tanıklık ediyoruz.

‘70’ler Türkiyesi, fakir ama gururlu bir aile; evin içerisinde her şeye Allah’la bir çözüm bulunabilirken, evin dışıyla, sokakla irtibat kurulduğunda başka ve karmaşık bir âlem karşılıyor herkesi. Bu savaştan kimse sağ kurtulamıyor, yahut aldığı yaraları, o yaraları almasına neden olan direnciyle sadece Dirmit sarabiliyor.

Burada Latife Tekin’in işaretine dikkat etmek gerekir:

“Gerçekleşmeyen düşler, aralarında doğup büyüdüğüm insanları paramparça etti… Kente ayak uydurabilmek için boğuşup durdum. Her yanım yara bere içinde kaldı. Boğuşurken birlikte doğup büyüdüğüm insanlardan ayrı düştüm. Ama kendi öz değerlerimi, dilimi ve o insanların durulmaz bir coşkuyla bana taşıdıkları sevgiyi koruyabilmek için direndim. Bu roman bu direnişim için aralarında büyüdüğüm insanların bana armağanıdır.” (vba)

Dirmit’te, henüz proleterleşememiş, lümpen bir ailenin “yırtma” hikâyesinin orta yerinde “yaşam” mücadelesi veren bir genç kadının acı-tatlı hikâyesi, sosyolojik çalışmalarla bugün artık edinmemiz çok güç hale gelmiş birtakım gündelik hayat ayrıntılarını cömertçe sunuyor. Yusuf Umut’ta ise bu kez ‘80’lerde büyüyen, “anarşist ruhlu” bir genç oğlanın ne aradığını bilmeden savrulmalarına tanık oluyoruz.

Dirmit’e nispeten daha “modern” bir aile yapısı söz konusu olsa da, bu kez Yusuf Umut’un tanıştığı çevreler, dahil olduğu ortamlar lümpenden hallice, yahut doğrudan kültürel-lümpen yapıdadır. Ona ufuk açtığını hissettiği bir kız arkadaşı olur ama onunla da ne yapacağını bilemez, bir tür “Ali Desidero” hikâyesine dönüşür işler. Yusuf Umut’un genel sorunu, Allahsız bir dünya içinde Allah’ına cılız bir tutunmayla yolunu bulmaya, doğrultmaya çabalayan bir erkek çocuğu olmasıdır. Dirmit’in sahip olduğu “direnç” Yusuf Umut’ta yoktur. O da dirençlidir, başına gelen onca şeyden sağ salim çıkmayı başarır ama buradaki direnç Dirmit’inki gibi dönüştürücü ve kasıtlı bir direnç değildir.

Roller: Namus ve para

Hayallerinden ve diyelim ki ruhundan aldığı direngen güçle daha “sağlam” bir duruş sergileyebilen Dirmit’in [kadın] yanında, sokaklarda beş parasız kalan ve annesine yeniden kavuşabilmekten daha köklü bir arzusu olmayan, yolunda ancak parasının miktarınca ilerleyebilen ve hayattan bundan başka da pek bir şey beklemeyen bir Yusuf Umut [erkek] vardır karşımızda. Dirmit ile anne-babası arasındaki mecburiyet ilişkisinin sarkastik ifadesinin yanında Yusuf Umut’un uzun uzun anne özlemi tiratları duruyordur. ‘70’lerin hâlâ sahip olduğu ideallerden/ülkülerden/hayallerden edindiği direnç ile “The” Darbe’den sonraki ‘80’lerin amaçsız dağınıklığı.

Dirmit’in parayla pek işi yoktur ama Yusuf Umut’un paradan başka çıkışı yoktur. Dirmit kendi kaderini tayin hakkını kullanmak için sonuna kadar direnir; Yusuf Umut’un bildiği bir kaderi yoktur, karşılaştığı nabza verdiği şerbetle (Yusuf Umut çayını 12 şekerle içer, Kola’ya tapar) günlerini geçirir.

Aynı zamanda, Dirmit ile Yusuf Umut’un hikâyelerinde, Türkiye sosyolojisinde kendini bulmaya çalışan bir kadın ve bir erkeğin hikâyesiyle yüzleşiriz. Bugün de söz konusu sınıfsal yapılar açısından Türkiye’de çok benzer hayatların yaşandığını bilfiil biliyoruz.

Kız çocuğu evlendirilene kadar, namus kavramı çevresinde elde/evde tutulmaya çalışılıyor; oysa erkek çocuğu evin erkeği rolünü bir an evvel kavramalı ve gereğini yapmalıdır. Trajik ama kız çocuğunun “durum itibariyle” sahip olduğu hayal kurma imkânı erkek çocuğuna sunulmamakta, hayal denen kazanç zincirlerini anlayıp gereğini yapması beklenmektedir.

Kız çocuğunun bunun için derdini/hayalini paylaşacağı birilerine veya bir şeylere ihtiyacı varken, erkek çocuğunun ona bir şeyler sağlayacak insanlarla karşılaşmaya ihtiyacı vardır. Günü geldiğinde aileye bakması gereken bir çocuk ile namusa halel getirmeden evlenip ailesini kurması gereken bir çocuk.

Türkiye’nin o hızlı dönüşü içerisinde dönüşmeyen yanlarını takip edebilmek için bir süredir edebiyat alanından pek verimli sonuçlar alındığını söylemek güç. Ancak endüstrileşmeye edebiyat gibi direnen bir diğer sanat alanı olan tiyatrodan bu literatürün besleniyor olması, garip bir takip heyecanı doğuruyor.