Bülent Aksoy: "Anlam değiştirmiş kelimeler köklerimizi hatırlatır bize."

"Bugün kullandığımız bir terimin yüzyıllar, binyıllar önce ne anlama geldiğini bilmek görüşlerimize bir derinlik kazandırır. Kelimelerin üst üste binen türlü anlamlarını bir arada görmek insan zihninin derin tabakalarına inmek gibi heyecan verici bir yaşantıdır."

27 Ekim 2022 20:30

 

Bülent Aksoy, Kelimelerin Dünyasında Gezintiler’de etimolojinin ışığını da yanına alarak Türkçenin Arapça, Farsça ve Batı dilleriyle etkileşiminden tüm tarihsel süreçleri kapsayacak şekilde bahsediyor. Zamanla anlam değişikliğine uğrayanlardan, yanlış yerde kullanıla kullanıla “galat-ı meşhur”a dönen kelimelere uzanan geniş bir alanda dil üzerine düşünüyor. Sadece etimoloji ve dilbilimle ilgilenenlerin değil, herkesin okuması gereken Kelimelerin Dünyasında Gezintiler üzerine Bülent Aksoy ile konuştuk.

***

İ.Ü. Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi mezunusunuz. Doktoranızı aynı fakültenin Sanat Tarihi Bölümü’nde tamamlıyorsunuz. 1992’den 2019’a Boğaziçi Üniversitesi’nde İngilizce etimoloji, çeviri, Türkçe dersleri veriyorsunuz ve Kalan Müzik için 20’den fazla musiki albümü yayına hazırlıyorsunuz. 1970’ten beri yazdığınızı da düşünürsek, hayatınızdaki tüm bu disiplinler birbirlerinden nasıl etkilendiler?

Her aydının sanatın bütün dallarına ilgi duyması gerekir. Bilim dalları nasıl birbirini beslerse sanatlar da birbirini besler; edebiyatla musiki de öyledir. Ben her sanat dalından öğrenebileceğim kadarını öğrenmeye çalışmışımdır. Sanatlar arasında kurmaya çalıştığım bağlantıların bütün bir sanat olgusuna bakışıma bir zenginlik kattığını, bana yeni pencereler açtığını görmüşümdür. Bir sanat dalında uygulanan bir kuramın başka bir sanat dalına da ışık tuttuğunu görebilirseniz, bu sizin gerçekliğe, hayata bakışınızı da etkiler.

İlk olarak etimoloji nedir diye sormak istiyorum. Yanı sıra etimolojinin diğer tüm sanat dallarına, günlük dile etkisinden de bahsedebilir misiniz? Etimoloji neleri kapsar?

Etimoloji dünyanın çok eski bilimlerinden biri. Bu alana duyulan ilk merak kabaca İÖ 1.700-1.100 arasında eski Hindistan’da uyanıyor. Eski Hintliler dinî törenlerini kitaplarına uygun bir şekilde uygulayabilmek için kutsal Rig-Veda metinlerinde geçen kelimelerin kökenini, yani asıl anlamlarını öğrenmek için bir çalışma başlatmışlar. Onlardan bin yıl kadar sonra Eski Yunanlar da bu konuya ilgi duyuyorlar. Platon’un Kratylos diyalogunun konusu insan dilinde kullanılan kelimelerin kaynağıdır. Sonra Eski Roma’da, Ortaçağda da birtakım çalışmalar yürütülmüş. Ama modern anlamıyla etimoloji bilimi 17. yüzyılın ilk yarısında başlar.

Etimoloji bilgileri sadece filoloji çerçevesinde tutulamaz. Dilin bütün kelimelerini, terimler söz konusu ise, bilimin, sanatın bütün dallarını inceler. Bu alanlarda kullanılan özel terimlerin anlamlarını özümsemeden bilimde üretim olmaz. Terimlerin, kavramların göstergesi durumundaki kelimeler olmadan düşünemeyiz. Bugün kullandığımız bir terimin yüzyıllar, binyıllar önce ne anlama geldiğini bilmek görüşlerimize bir derinlik kazandırır. Kelimelerin üst üste binen türlü anlamlarını bir arada görmek insan zihninin derin tabakalarına inmek gibi heyecan verici bir yaşantıdır.

Etimoloji kelimelerin tarih boyunca uğradığı anlam değişikliklerini de inceler. Bugün okuduğunuz bir 18. yüzyıl metninde geçen bir kelime o yüzyılda bambaşka bir anlamda kullanılmış olabilir. Bu anlamı bilmiyorsanız metni yanlış anlamış olursunuz. “Ben hep son yirmi yılda yazılmış metinleri okurum” diyemezsiniz ya! Bu türden anlam değişiklikleri bazen de insana zevk verir. Etimoloji bu yüzden aynı zamanda eğlendiricidir. Bugün rahatça kurduğunuz bir cümlenin beş yüzyıl önceki anlamı hakaretamiz olabilir, müstehcen olabilir...

Gündelik dile gelince... Dil bir insan icadı olduğu halde, kişilerin bireysel iradeleri, niyetleri üstünde duran, onlardan bağımsız, nesnel, kendi kurallarıyla hareket eden, adeta başına buyruk bir varlıktır. Bu yüzden, biz dili kullanırken, bir şey söylemek isterken bambaşka bir şey çıkmış olabilir ağzımızdan. Köken bilgisi dilin huylarını, huysuzluklarını bildirir. “Ne dediğini bil” ya da “ağzından çıkanı kulağın duysun” der bazen.

Kitabın ana konusu üstüne yazdığınız bölümdeki ilk paragrafınız şu iki cümleyle bitiyor: “[Türkçenin] başka dillere verdikleri bu kitabın konusu değil. Bizi burada ilgilendiren başka dillerden aldıklarımız.” Kitabınızın bu türde yazılan diğer kitaplardan farkının ne olmasını istediniz? Bir “hedef kitleden” bahsediyorsunuz mesela. Bunu da biraz açmanızı rica edeceğim.

Bu kitabın ana konusu Batı dillerinden aldığımız kelimelerin anlamları. Ama kitap bir etimoloji kitabı değil. İki yıl önce, 2020’de İngilizce olarak yazdığım Introduction to the Etymology of the English Language for Turkish-Speaking Learners adlı kitap bir etimoloji kitabıydı. Dört yüz seksen sayfalık bir kitap olduğu halde, kelimelerin tarihçesi üstüne söylenebilecek birçok şeyi yazamamıştım orada. Yazamazdım da; konuyu daha da uzatır, kitabı yolundan çıkarırdı. Kelimelerin Dünyasında Gezintiler ise, Batı dillerinde kullanılan terimlerin çıkış noktasından başlayarak yayılma alanlarını, dilden dile uzanan güzergâhlarını, bu arada Türkçeye uğrayanların dilimizdeki serencamını araştıran, yanlış ya da kusurlu bir biçimde kullanılıyorsa bunlara dikkati çeken, yeri geldikçe söz konusu terimlerin kullanılışına ilişkin eleştirilerimi dile getirdiğim bir denemeler dizisi; kelime tarihçeleri üstüne söyleşiler de diyebilirsiniz. Kısacası, bir etimoloji kitabı değil. Etimoloji burada sadece bir çıkış noktası.

Hedef kitlem geniş. Daha doğrusu, geniş bir kitleye hitap ettiğimi sanıyorum. Türkiye’de liselerde olsun, üniversitelerde olsun, yabancı dil öğretiminde büyük bir boşluk vardır. Ezelden beri bu böyle. Dilin sadece gramerini öğretirler. Kelime öğretimi yok. Bu yüzden, aydınlarımız yabancı dili ezbere kullanıyorlar. İngilizceyi, Fransızcayı, Almancayı çok iyi öğrenip anadilleri gibi rahatça kullanan pek çok kimse vardır bu ülkede. Ama onlar bile Batı terimlerini sözlükteki yüzeysel anlamlarıyla, yarım yamalak biliyorlar. Bunlar yabancı dil bilenler. Bir de hiç bilmeyenler var. Ama hiç bilmeyenler de yabancı kelimeleri, özellikle terim değeri taşıyanları, kendi çevresinde nasıl duyduysa aynı şekilde, bol bol kullanıyor. Kelime öğretimi diye bir şey olmayınca terimler üzerindeki bilgimiz ister istemez sığ kalıyor. Dolayısıyla, hedef kitlem küçük bir kitle değil. Kullandığımız terimlerin anlamını özümseyebiliyor muyuz, en çok bunu önemsiyorum bu kitapta.

Kelimeyle terim arasındaki farkın veya farkların ne olduğunu sormak istiyorum. Milyonlarca kelime var elbet fakat konuları anlatmak için seçtiğiniz bazı kelimeler var mesela; “efendi, “patlıcan”, “söylem”, “entelektüel” gibi. Neden bu kelimeleri seçtiniz?

Terim de bir kelimedir, ama her kelime terim değeri taşımaz. Terim bilim, felsefe, sanat alanlarında kullanılan, özel bir anlamı olan, anlamı üzerinde uzlaşılmış kelimelerdir. Her terimin belirli bir anlam içeriği vardır. Anlamının kapsamı, sınırları bellidir. Böyle olmazsa bilim konularında anlaşma olmaz. Oysa şiir dili öyle değil. Şiirde kullanılan sözlerin anlamı şairin kişisel niyetine bağlıdır, dolayısıyla anlamı simgeseldir, özneldir. Kitapta terim kelimesinin anlamını özümseten bir deneme var. Terim sadece bilimde değil, teknik işlerde ya da bazı faaliyet alanlarında da kullanılır. Terziliğin, inşaatçılığın, futbolun da terimleri vardır.

Seçtiğim kelimeler Batı dillerinden Türkçeye geçen kelimeler. Hepsi de yaygın bir biçimde kullanılıyor Türkçede. Kimilerinde amacım kavramın anlamını özümsetmek. Bir kökten çıkan kelimeler bir ağacın dalları gibidir. Ama hepsinin aynı çekirdek anlama bağlı olduğunu bilmiyorsanız, aralarında hiçbir bağlantı kuramaz, hepsini ayrı ayrı öğrenirsiniz, daha doğrusu papağan gibi ezberlersiniz. Anlamı özümsetmenin en etkili yolu, aynı çekirdekten çıkan ürünler arasındaki kopuk bağları onarmaktır.

Kimi kelimelerdeki amacım (“söylem”de olduğu gibi) yanlış kullanımın önüne geçmek, kimisinde de eğlendirmek. Verdiğiniz örneklerden “efendi” o kadar bizim malımız olmuş ki, geçmişini bilmezseniz, Türkçe sanırsınız, oysa bu kelime Yunanca. Irgat, anahtar da Yunanca. Böyle kelimeler köklerimizi hatırlatır bize. “Patlıcan” başlı başına bir tarihtir, bir dünya turuna çıkarır sizi. Dünyanın çok büyük bir bölümü bu kelimeyi kullanıyor. Ama hangi tarih kitabı yazmıştır ki bu tarihi! Hangi kelimeyi yazmışsam, tarihi üstüne mutlaka bir şey söylemek istedim. “Entelektüel” kelimesini herkes bilir, hatta bazı kimseler “entel” diye küçümseyerek kullanır. Oysa “entelektüel”in çok anlamlı, çok da dramatik bir hikâyesi vardır. Bu gibi hikâyeler herkesçe bilinsin istedim. Bir hikâyesi olanlara daha çok önem verdim. “Magazin”in hikâyesi, birçok dile yayılmasının hikâyesi ilgi çekici değil midir? Ama seçtiklerimin çoğu terim değeri taşıyan kelimeler.

“Zamanla anlam değişikliğine uğrayan terimlerin geçmişine bakmak çok faydalı” diyorsunuz. Zamanla anlam değişikliğine uğrayan terimler dilde nasıl bir etki yaratıyor?

Evet, çok faydalıdır. Terimlerin anlamlarını yeniden düşünmeye başlarsınız çünkü. Yepyeni bir ışık doğmuş gibi olur. Anlamların değiştiği, tarihe geçen kullanımları bir bir takip ettiğimiz zaman, bir yandan insan düşüncesinin nasıl evrildiğini, bir yandan da dilin değişme-dönüşme düzeneklerini yakından görüyorsunuz.

Zamanla anlam değişikliğine uğrayan kelimeler her şeyden önce şaşırtır. Başlangıçta iyi bir anlamı olan kelime zamanla kötü bir anlama bürünebilir; tersi de olur. Böyle yüz seksen derecelik değişimler şaşırtmaz mı? Değişimi toplumsal hayatın değişmesiyle açıklayabilirsiniz bazen. Bir örnek verelim. Modern İngilizcedeki ladykelimesi Eski İngilizcede “evde hamur yoğuran, ekmek pişiren kadın”; lord ise “eve ekmek getiren adam” demektir. Bu durum bize şunu öğretir: Ekmeğin eski İngiliz hayatında ne kadar önemli bir besin olduğunu. Ama iyice açıklayamadığınız durumlar da olabilir. Biraz önce söylediğim gibi, anlam değişmeleri bazen de eğlendirir. Eğlence, kelime tarihçelerinin olmazsa olmazıdır.

Diller ölebilir. Çok yakın bir geçmişte bile bir dil ölü diller arasına katıldı. Bursa’nın bir köyünde yaşamakta olan Tevfik Esenç bir Kafkas dili olan Ubıhçayı konuşan son kişiydi. Esenç’in 1992’de ölümüyle Ubıhça da ölü diller arasına katıldı. Bir yığın ölü dil vardır tarihte. Diller ölürse kelimeleri de tamamıyla unutulabilir elbette. Ama bu, her dilin bir gün öleceği anlamına gelmez. Hititçe, Sümerce, Akadça ölü dillerdir örneğin. Bu dillerin kelimeleri de kullanılmadıkları için unutulmuştur. Ama bu dillerden günümüze kalan belgeler varsa, orada geçen kelimelerin anlamlarını ancak uzmanlar çalışarak çözebilirler. Öte yandan, ölü dillerin kelimeleri yazım, ses değişikliğine uğrayıp başka dillerin söz dağarcığına girebilir. Örneğin Arapça, Akadçadan birçok kelime almıştır. Türkçede kullanılan, Arapça sandığımız birçok kelimenin asıl kaynağı Akadçadır. Kaşgarlı Mahmud’un sözlüğü Dîvânu Lûgâti’t-Türk’ündeki pek çok kelime Türkçe olduğu ya da Türkçeye geçtiği halde, kullanılmaya kullanılmaya unutulmuştur. Bazı eski Türkçe kelimeler de ortak dile girmeden Anadolu ağızlarında yaşamakta.

Çingeneler maddesinde yersiz yurtsuzluktan bahsediyorsunuz ya da Barbarlar maddesinde ötekileştirmenin köklerine iniyorsunuz. Kelimelerin korunması ve diğer kuşaklara aktarılması konusunda yer, yurt önemli mi? Ayrıca kelimelerin kullanılması, korunması ve aktarılması adına doğru bildiğimiz yanlışlar olabilir mi?

Yer, yurt elbette çok önemli. Yeri yurdu olan toplumlar göçebelikten yerleşik düzene geçmişlerdir; dillerini daha bir kolaylıkla olgunlaştırabilirler. Ancak yeri yurdu olan toplumlarda ulus olma bilinci uyanır. Ulus bilinci ulusal nitelikte bir dilin yaratılmasını özendirir.

Ama en az bunun kadar önemli bir etmen var. Diller başlangıçta ağız, lehçe halindedir. Aynı dil içinde birçok ağız, lehçe de bulunabilir. Böyle diller bu durumda kalırlarsa gelişemezler. Lehçeler, ağızlar birbirlerini çok iyi anlamaz, kabaca anlar. Ancak lehçelerden, ağızlardan bir standart dil, ortak bir dil çıkarabilen toplumlar dillerini geliştirebilir. Ağız, lehçe seviyesinde kalan diller yazılı bir edebiyat inşa edemez; edebiyatları olsa bile sözlü edebiyattır bu. Yazılı edebiyatı olan uluslar daha yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşmışlardır. Söz dağarcığımızı haydi koruyalım demek hiçbir anlam taşımaz. Önemli olan, ağızların evrilip ortak bir dil kurabilmesidir. Konuşma dilindeki söz dağarcığı edebiyatta yeniden işlenir, işlendikçe de yazıda kalıcı hale gelir.

Ötekileştirme dediniz. Ötekileştirme daha Eski Yunan’da başlıyor. Yunancada “barbar”, Yunan olmayan demek. Ama bu kelimenin içinde gizlenen bir dil olgusu var: Yunanca bilmeyen, Yunan dilini konuşamayan, konuştuğu dil anlaşılmayan... Bir aşağılama var tabii bu sözde. Biraz önce gündelik dilde etimolojinin işlevini sordunuz. Alın işte bir örnek… Birçok kimse İranlı yerine “Acem” der bu ülkede. Oysa Yunanların kendilerinden olmayanlara “Barbar” demeleri gibi Araplar da Acem der. Arapların gözünde İranlılar “Acem” (yani öteki) olduğu gibi Türkler de Acemdir, başka uluslar da. Barbar gibi Acem de aşağılayıcıdır.

“Ötekileştirme”den bir de şunu anlıyorum... İstilacı devletler ele geçirdikleri ülkeye kendi dillerini tarih boyunca dayatmışlardır. Bunda zaman zaman başarılı da olmuşlardır. Ama her zaman değil. İstilacıların yerel dili ötekileştiremeyip etkisi altında kaldıkları da olmuştur. Bir örnek vereyim. İskandinavya’dan VIII.-IX. yüzyıllarda deniz yoluyla Avrupa’ya yayılan Viking Normanlar bugünkü Fransa’nın kuzeyine yerleştiklerinde Cermencenin bir lehçesini konuşuyorlardı. Ama Normanlar çok uzun sayılamayacak bir süre içinde anadillerinden vazgeçip Fransızcayı anadili olarak benimsediler. Öyle anlaşılıyor ki, Latin kökenli Fransızca, Normanların kullandığı Cermen lehçesinden daha gelişmiş bir dil olduğu için benimsenmişti. Normanlar sadece dillerini değil, çok-tanrılı dinlerini de terk edip Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi.

Aynı Normanlar 11. yüzyılda İngiltere’yi istila edip Fransızcayı İngiltere’nin resmî dili haline getirdiler. Üç yüzyılı aşkın bir süre bu ülkede tahta çıkan kralların anadili resmî Fransızcaydı. Ama yerel dil İngilizce unutulmadı. Dört yüzyıl sonra Normanlar İngilizceyi İngiltere’nin ulusal dili olarak kabul etmek zorunda kaldılar.

Kelimelerin dilden dile aktarımı, doğru bildiğimiz yanlışlar... dediniz. Kelimeler dilden dile geçerken bazen anlam kaymalarına uğrar, kaynak dilde geçerli olmayan yeni anlamlar türetir. Kelimelerin asıl anlamını değiştirdiği için bu türedi kelimeleri kullananlar dilin “fasih” halini kullanmaya değer veren kimselerce çoğu kez kınanır. Dilbiliminde böyle kelimelere barbarism denir, Türkçede de galat. İngilizcenin Amerika kıtasında “Amerikancalaşması”ndan Britanyalılar hiç hoşlanmamışlar, bu yeni dili “barbarism” diye nitelendirmişlerdi. Ama gelin görün ki, bu galat kullanımlar yaygınlaşınca önüne geçilemiyor; kural bozucu olduğu unutuluyor, dile yerleşiyor. Türkçede de Arapçadan, Farsçadan gelen, bu iki dilde hiç kullanılmayan bir yığın galat söz olduğunu biliyoruz.


Bülent Aksoy

Kitapta arka arkaya yer verdiğiniz şu bölümler birbirlerine bağlanmaları açısından önemli: “Civilisation, Medeniyet, Uygarlık”, “Kültür Nedir” ve “İbadet Yerleri.” Bu üç bölüm kapsamında kelimelerde “eşanlamlılık” konusu nasıl oluşuyor, nasıl birbirine el veriyor ve türüyor?

Dillerin yapısı hakkında başlıca iki görüş vardır. Birincisi şu: İnsan toplumları farklı tarihî ve toplumsal şartların ürünü olduğundan, bu farklılık dillerinde de görülür. Bu yüzden, hiçbir dil hiçbir dile benzemez. İkincisi: dil insan beyninin bir ürünü olduğu, beynin yapısı da insandan insana değişmeyeceği için, tek tek insanların, dolayısıyla insanlardan kurulu toplumların dünyayı algılayış biçimlerini yansıtan diller arasında temelden gelen bir farklılık yoktur, yahut olmaması gerekir. Benzemezlikler dış görünüştedir; aynı dillerin derin tabakalarına inildiğinde farklılıkların benzerliklere dönüştüğü görülür.

Bu iki görüşten ikincisi daha dikkat çekici. Ama bu benzeşmeler, o dillerin “birbirine el vermesi” ile olmaz. Diller türlü karmaşık etkileşimlerle temasa geçerler: fetihler, sömürgecilik, uluslararası ticaret, göçler, yerel dilin eriyip tükenmesi, vb. Bu gibi etmenler diller arasında bir alışveriş kurulmasına yol açar, kelimeler de dilden dile kolayca geçer.

Asıl şaşırtıcı olan, birbiriyle hiçbir maddi teması olmayan dillerin söz dağarcıklarında yer alan bazı kelimelerin aynı olmasıdır. Latince domus ev demek. Anadolu Türkçesinde de “dam”, çatı değil, ev demektir. Bu kelime Latinceden alınmamıştır. Kaşgarlı’da “tekne” kelimesi var, Yunancası da tekhne. Sesleri gibi anlamları da benziyor. Ama Karahanlıların Yunanlarla hiçbir teması olmamış, dolayısıyla bu kelime de alıntı değil.

Kelime aynı olmasa da kelimenin kavramı aynı olabiliyor. Örneğin, Latincede –capit– kökü “baş” demek. Bu kelimeden türeyen capital (yani mal, ya da sermaye) Ortaçağ’da büyükbaş hayvan demekti; çünkü o zaman büyükbaş hayvan en önemli maldı. Bizim köylü de sığıra, koyuna “mal” demez mi? Sonra “büyükbaş”, “küçükbaş” kelimelerindeki “baş” birimi... Farsça kökenli sermaye de bire bir anlamıyla “baş mal” demek.

Bu gibi şaşırtıcı benzerlikler hayat pratiğindeki benzerliklere de bağlanabilir sanıyorum. İbadet yerlerinin hep “toplanma yeri” anlamına gelmesi bunun en yalın örneği.