"Türkçenin öksüz ve yetim evlatları"ndan biri: Cemil Süleyman Alyanakoğlu

"Hayatı felaketleri, yeisi, tesellileri ve keyfiyle bir arada kavrayan; gündelik hayata dair orijinal tespitleri ve gözlemleri olan; ekmek parası için denizin de, güneşin de, havanın da kahrını çeken, fakat yalnız insanların kahrını çekemeyen Cemil Süleyman, bütün bunları da hınzır benzetmeler, mütebessim eleştiriler ve kıvrak bir Türkçeyle yazan sahici bir yazar..."

 

Ters bir ülkedir benim memleketim. Dünyanın pek çok toplumunda pek çok yazar şanslıdır. Çünkü oralarda “söz uçar, yazı kalır”. Oysa bu memlekette herkese inat “söz kalır, yazı uçar”. Bu topraklarda en çok, hatta en boş konuşan politikacılar unutulmaz da, yeteneğini ve ömrünü yazıya nakşeden yazarlar unutuluverir. Türkçenin yazarları, bütün o “vatan, millet, Sakarya” nutuklarının arasında sanki öksüz ve yetim kalmaya mahkûmdur.

Bir Ömür Boyunca’da Refik Halid “Bizde öylece, gelecek nesillerin faydalanacağı ne yazılar kaybolmuş, tarihimizin ne kadar yeri bomboş kalmıştır” diyordu. Nitekim Tuncay Birkan onun yüzlerce yazısını “Memleket Yazıları” başlığı altında toplamasaydı, büyük ihtimalle kendi kaleminin başına da aynısı gelecekti. Türkçe yazanların en büyük korkusu belki de suya yazmak olsa gerek.

Bütün bunları, lafı Timaş Yayınları’nın geçtiğimiz haziran ve eylül aylarında yayımladığı şu iki kitaba getirmek için anlatıyorum: Kendi Cennetlerinde/Beyrut, Şam ve Halep Hatıraları ile Avrupa Volkanı Patlamadan/II. Dünya Savaşı Eşiğinde Bir Kıtaya Yolculuk. Emeğine şükranlarımızı sunmamız gereken Hüseyin Bargan’ın yayına hazırladığı bu iki kitap, Fecr-i Âti topluluğunun etkin, önde gelen ve şöhretli kalemi Cemil Süleyman Alyanakoğlu’nun 1937-1939 tarihlerinde Kurun ve Vakit’te yayınladığı gezi ve anı yazılarından oluşuyor.

İlginç, kırılgan, hassas, zarif ve şair ruhlu bir yazar Cemil Süleyman. Yazar olduğu kadar farklı cephelerde savaşmış bir asker ve hekim de aynı zamanda. Hatta doktor olarak çalıştığı gemileri de hesaba katarsak modern bir seyyah da.

1886 doğumlu Cemil Süleyman, babasının sürgün cezasına çarptırılması sebebiyle 1894’te Beyrut’a gitmiş ve dolayısıyla sürgünle de çocuk yaşında tanışmış. 1906 senesinde Mekteb-i Tıbbiye’den mezun olur. 1905’te ilk yazısı Servet-i Fünun dergisinde yayınlanır. Döneminin pek çok yazı sevdalısı genci gibi çoğunlukla Edebiyat-ı Cedide yazarlarının eserlerini okur. Bilhassa da Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu ve Mai ve Siyah’ını defalarca hatmeder. Halit Ziya’nın etkisindeki ilk hikâyeleri birbiri peşi sıra Servet-i Fünun, Aşiyan ve Tanin’de yayınlanır. Talihin bir lütfu olarak yazdığı hikâyeler ve roman tefrikaları kendisine üniversite gençliği arasında hatırı sayılır bir okur kitlesi sağlar. Fakat kendisine asıl şöhret getiren eseri 1911’de yayınladığı Siyah Gözler adlı romanıdır. Bu yıllar Cemil Süleyman için hayli şöhretli, sıhhatli ve keyifli yıllardır.

Fakat Balkan Harbi’nin patlamasıyla birlikte, 1912’den 1918’e kadar ömrü savaş cephelerinde geçecektir. 1917’de Harp Madalyası, 1918’de ise Demir Salip Nişanı ile ödüllendirilir. Savaşın sonuna doğru Sadiye Hanım ile evlenir. Eylül 1919 ila Mart 1923 tarihleri arasında “Şarkın Cenneti” diye nitelediği Antalya’da hekim olarak çalışır. 1925’te Samsun’da sıhhiye müdürüdür. Fakat belki de fırtınalı hayatının en keskin kararını o sene alır. Aralık 1925’te usulsüz harcamalarda bulunduğu suçlamasıyla hakkında dava açılınca, biraz da çocukluk ve gençlik yıllarının peşine düşme sevdasıyla Suriye’ye gitmeye karar verir. 31 Aralık 1934’te İstanbul’a dönmesine kadar neredeyse on sene sürecek bir nevi gönüllü bir sürgünlüktür bu.

Döndükten sonra İstanbul Vapurculuk Şirketi ve Denizyolları İşletmesi’nin Karadeniz ve Akdeniz’de seyrüsefer yapan gemilerinde doktor olarak çalışmaya başlar. Aksu gemisinde görevliyken geçirdiği bir kaza neticesinde 5 Ocak 1937’de bir bacağı diz kapağının altından kesilir. Kendi tabiriyle Azrail’e vücudunun sekizde birini avans vermiştir. İki aylık bir tedavinin ardından tekrar işine döner. Fakat bu yeni durum Cemil Süleyman’ın hassas ruhunda derin bir sızı bırakacaktır.


16 Eylül 1937 tarihli Kurun gazetesinden.

Şükürler olsun ki, hayatta çektiği bütün ıstırap ve meşakkatlere rağmen neşesini ve yazma tutkusunu asla kaybetmeyen Cemil Süleyman, uzun senelerin ardından yazı hayatına 16 Eylül 1937’de Kurun gazetesindeki yazılarıyla döner. Zaten ilk kitap Kendi Cennetlerinde haftada bir, önce Kurun, ardındansa Vakit’te yazdığı bu hatıra, gezi ve yolculuk yazılarından mürekkeptir. Almanya’dan alınacak gemiler için 30 Temmuz 1939’da yola çıkan heyette yer alır. Heyet Köstence, Bükreş, Krakov üzerinden trenle Berlin’e gider ve Baltık Denizi, Kiel Kanalı, Hollanda suları, Atlantik ve Akdeniz üzerinden de yeni aldıkları gemiyle 25 Ağustos’ta İstanbul’a döner. İkinci kitap Avrupa Volkanı Patlamadan’da da bu yolculuğu, büyük savaşın arifesinde Avrupa’daki gündelik hayatı anlattığı yazıları bulunmaktadır. Zaten böbrek problemleri çeken Cemil Süleyman bu seyahat dönüşünde bir de ciğerlerinden rahatsızlanır ve çok genç bir yaşta, 30 Nisan 1940’ta ölür.

Ölümünden tam tamına seksen iki sene sonra, sadece edebiyat tarihçilerinin ve meraklılarının bildiği ve okuduğu, gazete köşelerinde kalmış, neredeyse unutulmuş ve bolca tozlanmış yazılarının yeniden genel okurla buluşmasıyla, belki Cemil Süleyman mezarında biraz huzur ve teselli bulabilir. Bir nefes için katlanılan bir asırlık ıstıraba benzettiği hayat, yalnızlığının kor tutmuş ateşini anlaşılan ölümünden sonra söndürmeye karar vermiş. “Hayat fırtınaların savurduğu yıkık bir Karagöz sahnesine benziyor” diyen Cemil Süleyman’a da belki böylesi yaraşırdı.

Neredeyse bir vasiyet olarak okunabilecek 20 Haziran 1938 tarihli “Ölümlü Dünya” yazısında Cemil Süleyman şöyle diyor:

“Ben, hadisatı affediyorum. İnsanlardan gördüğüm fenalığı bir yangın, bir yıldırım gibi önüne geçilemez bir kaza telakki ediyorum. Sevdiklerimden ayrılırken sükûta, ebediyete kavuşurken beynime hücum eden hatıraların arasında o galiz çehreyi görmek istemiyorum. Yalnız şiir, yalnız aşk, yalnız güzellik.”

Görmüş geçirmiş, felaketlerce defalarca sınanmış bir bilgeye de hayatı böyle bir sanat eseri olarak kavramak yakışırdı zaten!

Çok zarif, melodisi olan ve okurlarının dimağında raks eden bir Türkçeyle yazan Cemil Süleyman, bilhassa Kendi Cennetlerinde’ki yazılarında başka coğrafyaları, kültürleri, mutfakları anlatırken bizim kendi şehirlerimizi, gündelik hayatımızı ve mutfağımızı daha iyi kavramamızı sağlayacak derin, kuşatıcı ve ikna edici mukayeselerde bulunuyor. Beyrut’u veya Şam’ı yahut da çölün sessiz ve yıldızlarla yıkanan gecelerini anlatırken, onun kâh kendi çocukluğuna, kâh İstanbul’daki, Antalya’daki günlerine ışık hızında yolculuklar yaptığına şahit oluyorsunuz. Bu sadece geçmişe duyulan bir özlem değil, aynı zamanda çok kuvvetli bir belleğin ve şaha kalkmış coşkun bir muhayyilenin içinde bulunduğu ânı anlamaya, yaşamaya ve heder etmemeye yönelik tutku dolu bir hamlesi.

Avrupa Volkanı Patlamadan da yine aynı şakıyan Türkçeyle kaleme alınmış. İlk kitapta yazar bize Şark’ı ve Şarklıları ne kadar ustalıkla anlattıysa, bu sefer de Garp’ı ve Garplıları anlatmayı deniyor. Cemil Süleyman her yolculuğunu, o esnada yaşadıklarını kendi hayat tecrübesi, görgüsü ve yorumlarıyla zenginleştirerek kanaviçe gibi işliyor.

Cemil Süleyman savaş öncesi Avrupa’daki gerginliği Romanya’daki tarlalar, Polonya’daki korku, Almanya’daki açgözlülük üzerinden kavrıyor ve kavratıyor. Buna benzer bir şeyi ben bir tek, I. Dünya Savaşı’nın akabinde, o sıralar Toronto Star’ın Avrupa muhabiri olan Ernest Hemingway’in Almanya gözlemlerinden oluşan gazete yazılarında okumuştum. Cemil Süleyman da I. Dünya Savaşı’nda Suriye cephesinde tanıştığı obur bir Alman subayına dair hatıralarını Almanya’nın doymak bilmez açgözlülüğüne bağlayarak daha o günden ikinci bir Versay Antlaşması’nın Almanlar için çok daha acılı olacağını söylüyor.

Hayatı felaketleri, yeisi, tesellileri ve keyfiyle bir arada kavrayan; gündelik hayata dair orijinal tespitleri ve gözlemleri olan; ekmek parası için denizin de, güneşin de, havanın da kahrını çeken, fakat yalnız insanların kahrını çekemeyen Cemil Süleyman, bütün bunları da hınzır benzetmeler, mütebessim eleştiriler ve kıvrak bir Türkçeyle yazan sahici bir yazardır. Kader ona çok hızlı ilgi gösterip sonra da yüzünü ondan çevirmiş gibi görünse de, Refik Halid’den de, Vâ-Nû’dan da, Çetin Altan’dan da, Refik Erduran’dan da geri kalmayacak bir kalemdir – ki iki kitabını da okurken yer yer bu isimleri ve bazı yazılarını hatırlamaktan ve yâd etmekten kendimi alamadım.

Bütün bu anlattıklarımın eksiğinin olduğuna ve fazlasının olmadığına Cemil Süleyman okuyanlar şahitlik edecektir.