Zamanımızın Bildungsroman’ı: C

C... Ucuz gizem romanlarındaki kurgusal şifreleri çözmekten değil de şifrenin anlamını sorgulamaktan haz alanlara ve karbon (C) kopya romanlardan bıkanlara...

16 Temmuz 2015 13:00

Tom MacCarthy'nin Kaya Genç tarafından dilimize kazandırılan 2010 tarihli romanı C 'yi belli bir çerçeveye oturtmak oldukça zor. Fakat bu zorluk kesinlikle yazarın üslubundan kaynaklanmıyor. Tam aksine, anlatımın metnin bütününde düz ve doğrudan (sayısız göndermeyi dışarıda bırakmak kaydıyla) olduğu söylenebilir. Ancak bu düzlük, özellikle şimdiki zaman kipinin 440 sayfalık kullanımındaki ısrar yüzünden, elbette kimi okurlar için aynı anda biraz yorucu da olabilir. Fakat zorluğun asıl nedeni, belki de yazarın okura dönük kaygılara yönelik boşvermişliği; sürükleyiciliğe değil, mesele edindiği konulardaki detaylara prim vermesi ve ilginç bir şekilde karakterlerin çarpıcı psikolojisine değil, onların psikolojiden azadeliğinden güç alması...

C, Tom McCarthy, Çeviri: Kaya Genç, Notos KitapC, Serge adında bir karakterin on dokuzuncu yüzyılın sonundaki doğumundan 1920’lerdeki ölümüne kadar geçen süredeki tuhaf serüvenine ve simgeler, şifreler, kodlar, sinyaller ve dalgalarla olan ilişkisine odaklanan bir roman. Telsiz, telgraf ve radyo dalgalarına özel bir ilgisi bulunan ve sağırların eğitimi üzerine çalışan bilim adamı babası Mr. Carrefax’ın, ipek tüccarlığı yapan annesinin ve fen ve doğa bilimlerine meftun ablası Sophie’nin enteresan dünyasına doğan Serge’in de onlardan çok farklı olması beklenemez. Karakterin en ayrıksı özelliği, perspektif yoksunu olması... Nesneleri, eşyaları, doğanın bütününü kâğıt üzerine ancak iki boyutlu aktarabilen Serge, yaşamı boyunca kendini hep tuhaf durumların içinde buluyor.

“Harflerin havada aktıklarını kendisine doğru geldiklerini görüyor, anlama eşiğinin altındaki bölgeyi işgal eden dalgalar bunlar ve Serge elinden geldiğince onları yakalamaya çalışsa da bunu nasıl yapacağından emin değil: birkaç sözcüğü kavrayıp yerine oturttuğunda, ötekiler ya ileriye gitmiş ya da biçim değiştirmiş oluyor.” (s.60)

Doğumundan ölümüne bir karakterin yaşamsal macerasını anlatmak bakımından başta tipik bir "bildungsroman" örneğiyle karşılaştığımızı düşünebiliriz. Ancak duygu durumunda gelişme yaşamayan, bütün gelişmeleri daima soğukkanlılıkla karşılayan kayıtsız bir karakterin varlığı, ’yi bu tipik roman türünden farklılaştırıyor. İngiltere’nin güneyinden adı belirtilmeyen Avrupa’daki bir kaplıca kasabasına, Birinci Dünya Savaşı sırasında bir hava gözlemcisi asker olarak görev yaptığı ve Almanların eline esir olarak düştüğü Fransa’dan mimarlık eğitimi için gittiği Londra’ya, oradan da son olarak bulunduğu Mısır’da, bir macera romanında olabilecek her şey yaşanıyor, ama roman sürekli macerayı soyutlayarak ilerliyor. Evet, ablasının ölümünden sonra yoğun bir mide kasılması yaşıyor, evet, farklı farklı kadınlarla beraber oluyor, askerde daima ölümle burun buruna geliyor, madde bağımlısı oluyor. Ama karakterde köklü bir değişim, sendeleme ya da bir endişe hali asla gözlenmiyor. Ya da en azından, Tom McCarthy’nin karakterine soğuk bir sinemasallıkla yaklaşması ve onu bazı ‘sempatik’ araçları devreye sokmadan aktarması yüzünden karakterin durumu bu biçimde algılanıyor. Yazar sadece sempatik araçları değil, empatik araçları da devreden çıkarıyor ve savaş sırasında öldürmeyi yok etmek olarak görmeyen, savaşın bitmesine de üzülen kayıtsız bir karakter yaratmanın yanı sıra, anlatıcısı eliyle savaş mefhumuna da alışılagelen duygusallık, popülarite ve hümanizmden uzak şekilde yaklaşıyor:

“Tüm pilotlar ve gözlemciler arasında havada cayır cayır yanarak öleceğinden korkmayan yegane kişi Serge. Bunun nedeni böylesi bir ihtimalin farkında olmayışı değil: yalnızca ilgisini çekmiyor bu konu.” (s. 241)

“Savaş alanı şimdi parçalarla kaplı: uçak parçalarıyla, aynalarla, askerlerle. Toprağa sıkışmış haldeki bacaklar dimdik duruyor; sanki bir atletizm yarışmasında koşmaya ya da atlamaya hazırlanıyor gibiler ancak onlara eşlik edecek vücutları yok, bu yüzden de hareketsiz bir biçimde duruyorlar; kopuk kollar rasgele bir biçimde birbirleriyle konuşuyor; belden aşağısı kesilmiş insan gövdeleri, antik dönemin heykellerini taklit ediyor.” (s. 252)

Serge’in tuhaflığının sadece perspektif ya da algı sorunları özelinde yaşanmadığını da belirtmek gerek. Karşılaştığı olaylara yönelik verdiği tepkiler de yenilir yutulur değil. Ablasının cenazesinde erekte oluyor, uyuşturucu aldığında orgazm oluyor, savaş uçağında ayağa kalkıp yeryüzüne menilerini bırakıyor, savaş mahkumuyken kazdığı tünelde ve tek kişilik hücreye atıldığında daha rahat masturbasyon yapabildiği için kendini şanslı hissediyor, mezar odalarında iskeletlerin arasında Laura ile sevişirken anlatıcının toplu sekse benzettiği bir deneyim yaşıyor, ayak bileğindeki tümör yüzünden geçirdiği ölümcül hastalığın yol açtığı hezeyanlar esnasında da kendisini ölmüş ablasıyla evlenirken düşlüyor. Ama bu çarpıcı ve enteresan hadiseler bir yana, roman asıl gücünü sayısız bilimsel detay ve göndermeden alıyor. Bunların tümünü yakalamak elbette mümkün değil. Fakat romanın yükseldiği bu detaylar arasında özellikle bir tanesi dikkat çekici. Mr. Carrefax’ın yaklaşımı, sorgulayıcı bir tarihsel perspektif ortaya koyuyor:

"Telsiz dalgaları ortadan kalkmıyor: varlıklarını sürdürüyorlar, havada bir tıkanıklık yaratıyor, parazite neden oluyorlar. Az önce içinden geçtiğimiz statiğin yarısı eski transmisyon kalıntılarından oluşuyor. Biz gönderdikçe onlar birikiyor ve birikiyor ve birikiyorlar.” (s. 285)

“Yalnızca hayal et: eğer tarihte heyecan veya acı verici olayların hepsi gökyüzüne bizim sonradan bulabileceğimiz böylesi dalgalar yaymış olsaydı - o zaman Hastings Savaşı'nı görebilir, süikaste uğramış Caesar'ın üzüntüsünü, baştan çıkarılırken Aziz Anthony'nin yaşadığı ıstırabı gözlemleyebilirdik. Bu anlattıklarım hemen şu anda, çevremizde hala gerçekleşiyor olabilirdi.” (s. 288)

Romanda ruh çağırma seanslarının yer aldığı ve bu seansların Serge tarafından boşa çıkarıldığı bölümse roman tarihinin bir nişanesi gibi. Don Kişot’tan bugüne neredeyse bütün romancıların hırpalamaktan haz aldıkları mesele, C’de de, MacCarthy’nin soğuk mizahi tarzıyla bir kez daha deşiliyor.

Bu arada romanın tanıtımında ve kitap arkasında şöyle bir ifade var: “Tom Mc Carthy’nin C ile Perec, Calvino ve Joyce’un meşalesini devraldığı düşünülüyor.”

Elbette böyle düşünen eleştirmenler olabilir. Joyce ve Calvino bir yana, büyük yöntemsel farklılıklar içerse de Perec benzerliği zaten aşikar. Bir yandan Alain-Robbe Grillet’ye ve Beckett’e de benzetebiliriz. Hatta Faulkner’ı, özellikle onun Ses ve Öfke’sinin zihinsel özürlü karakter Benjy’li bölümünü hatırlattığını da söyleyebiliriz. Ancak meşaleyi devralmak bakımından mutlaka bir yazara gönderme yapacaksak, kuşkusuz bu yazar Thomas Pynchon olacaktır. Sözü gelmişken Pynchon’ın V ' sinin dilimize kazandırılmasının önemini de hatırlatalım.

C, büyük cesaret ve güvenle kaleme alınmış sonsuz sabırlı bir metin. Aynı sabrı, doğal olarak okurdan da bekliyor. Bu sabrı gösterenlerin murada erip ermeyecekleriyse elbette okuyanların ferasetiyle ilgili bir konu. Fakat şunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz: Şu zamanda bir bildungsroman yazılacaksa, modernizmi ve postmodernizmi görmüş bir roman macerası göz önüne alındığında, işte tam da böyle yazılmalı.

C... Ucuz gizem romanlarındaki kurgusal şifreleri çözmekten değil de şifrenin anlamını sorgulamaktan haz alanlara ve karbon (C) kopya romanlardan bıkanlara...

 

Fotoğraf: Karen Robinson/Observer