Yürüyüş değil, yolculuğun anlatısı

“Kitapta altı kör adamın bir sabah resimleri yapılmak üzere uyandırılması ve resimlerini yapacak ressamın evine doğru yürüyüşleri anlatılır. Bu kalabalık yürüyüşü yolculuğa dönüştüren şey, yürüyüş esnasında hepsinin birbirini daha iyi hatırlaması, hatta tüm detaylarıyla hatırlaması, her şeyin, üzeri örtülenlerin de gün yüzüne çıkması ve hatta korkularla yüzleşilmesidir.”

05 Ocak 2023 09:22

Körler Kıssası, Gert Hofmann’ın Temmuz 2022’de Jaguar Kitap tarafından basılan, Gül Gürtunca çevirisiyle okuma imkânı bulduğumuz değerli eseri. Kitapta altı kör adamın bir sabah resimleri yapılmak üzere uyandırılması ve resimlerini yapacak ressamın evine doğru yürüyüşleri anlatılır.

“Ağır ağır birbirimize tutunarak samandan yataklarımızdan kalkıp ayaklarımızın üzerinde duruyoruz. Sonra ellerimizle kendimizi ve yanımızda duran kişiyi yokluyoruz. Her ne kadar içimizden sadece biri konuşup diğerleri dinliyorsa da aslında kalabalığız. (Hepimiz adına sadece birimiz konuşuyor, ama sonuçta herkes kendi acısını yine kendi çekiyor.)”

Bu kalabalık yürüyüşü yolculuğa dönüştüren şey, yürüyüş esnasında hepsinin birbirini daha iyi hatırlaması, hatta tüm detaylarıyla hatırlaması, her şeyin, üzeri örtülenlerin de gün yüzüne çıkması ve hatta korkularla yüzleşilmesidir.

“Çünkü sadece ileriye değil, hem ileriye hem de geriye doğru yürüyor; sadece burnumuzun dikine değil, geri geri ya da daireler çizerek hareket ediyoruz.”

Bir kalabalığın tek ses gibi ama bir bütün olarak birinci çoğul kipi ile şimdiki zamanda süren konuşmaları eşliğinde sürer yolculuk. Başka oldukları için yok sayılma tehlikesiyle başa çıkabilmenin imkânı olarak seçilen biz anlatısı, öteki olmanın zorunlu birlikteliğinin farkındalığı için tercih edilir kitapta.

“Belki dışarıdan bir aile gibi görünüyor olabiliriz fakat öyle değiliz. Vakti zamanında bir ormandan art arda çıkıp geldik ve hiçbirimiz ne yapacağını bilmediğinde yola birlikte devam ettik, hepsi bu. O gün bu gündür bizim ayrılmaz bir bütün olduğumuzu düşünüyorlar.”

Ayrıca körü, ötekini “kim ki o, onlar?” diye değersizleştiren ve bu değersizlik içinde mevcudu, potansiyeli yok sayan, küçük gören ve hatta tiksinti hisseden bakış, anlayış da verilir kitapta.

“Ona dokunmamızı istemiyor, ıstırabımızın ona bulaşmasından korkuyor. (...) Daha uzaktan yaklaştığımızı gördüklerinde yollarını değiştiriyor, yanımızdan sakına sakına geçiyorlar.” Dahası başkaya, ötekine fayda temelli bakış ve kabul algısının ayırdı körlerin safiyane cümleleriyle normalleşir. “Bizim resmimizi yapmak istemesi gerçekten de tuhaf diye düşünüyoruz. (...) Çünkü biz, topal arkadaşlarımız gibi onlara şans getirmiyoruz.”

Zor yüzleşmelerin sıradan, normalleşmiş haline hazırlıksız yakalanırız kitapta. Bu kabuller, sıradanlar, yüzleşmeler için yürüyüş değil, yolculuğun anlatısıdır Körler Kıssası.

“Onlara kalacak olsa resmimizi yapmak şöyle dursun, yok olup gidelim diye önce derin bir çukur kazıp içine atar, arkamızdan da üstümüze toprak örterlerdi. (...) körlere karşı merhametliler mi? Her yerdeki kadar. (...) ve tek anladığımız şaka bu olduğu için bizleri mezarların içine iten ve gözlerimize tüküren insanlar.”

Varlığın inşası

Kitapta varlığın, gösterenlerin koşullu ve tanımlı alanından değil de duyguların, hissedilenlerin ve anlamanın alanından yeniden mümkün kılındığı ve anlatmanın başka olanaklarıyla varlığın yeniden inşasının arayışları görülür.

“Peki ama beni neden hissetmek istiyorsunuz?
Senin burada olduğunu anlamak için.”

“Ve şayet o –ya da biz– eski bir sözcüğü hatırladığında ya da birinin ağzından böylesi bir sözcük çıktığında onun ardındaki şeyin hâlâ yerinde olup olmadığını ve bunu ne şekilde düşünmesi gerektiğini bilmeyecek.”

Varlığın bilindik haliyle değil, anlık deneyimleriyle ve bu deneyimlerin varlığa, görmeye hakikate kattıklarıyla sürer anlatı: “Teşhis edildiğinde korku, tiksinti ve acımayla karşılanan bir varlık.”

Yollar değiştikçe, karşılaşılan kişiler ve durumlar değiştikçe sergilenen tutum, düşülen ya da yükselinen durum, duygu durumu, düşünme süreçlerinin de değiştiğinin altı çizilir. Ayrıca değişikliğin değiştiren etkisi, bu durumun bir kelimeye nüfuz etmesi, sonra kelimenin de unutulması neticesi oluşan yeni kelime ve varlık ilişkisinin yeniden deneyimi görülür.

“... Ripolus gördüğü muhtemel şeyleri; duvarları, çatıyı, kapıyı tarif etmeye başlıyor, bunu yavaş yavaş ve tane tane yapıyor ki, söylediklerini içimize sindirelim ve yeniden oluşturabilelim. Tarifi genel anlamda doğru olmalı, elbette her zaman değil, özellikle ayrıntılar konusunda…”

Elbette bizi de düşünme, anlama deneyimlerinin içine sürükler Körler Kıssası.

“Onun kanaatince, ancak tüm sözcükleri unuttuğumuzda üstümüzde, altımızda, önümüzde ve içimizdekiler de artık var olmayacak. (...) Güzel, fakat nasıl? Alacakaranlık mı? Güzel ama ne? İnsan bunun nereye, hangi ilişkilere ait olduğunu sormadan edemiyor. Öyle ki, bunu ona (bize) açıklayan birine her zaman ihtiyacı(mız) var.”

Yazar kitapta sözcüklerle ona nüfuz etmek yerine, sözcükler olmaksızın elde kalana yerleşmenin de imkânını sunar bize. Gösterenin, tanımların ve bildiklerimizin dışından tahmin ederek, hayal ederek, dokunarak da varlığın inşa edilebileceğini, yanılsamaların da bildiklerimize dahil edilmesini ister.

“Evet, yaşlıdır diye düşünüyoruz, yaşlı olmalı. (...) Hayır, yaşlı değil. Belki yalnızca öyle yürüyor ve nefes alıyor, belki de bizi kandırmak istiyor.”

Hayat nereye gittiğimizi bilmediğimiz, hissettiğimiz zaman fark edebileceğimiz, sözle var olan varlığın unutulma riskiyle her daim sınandığı; aslında karanlık ve düşe kalka yürünen, bitmeyen bir yoldur.

“Çünkü ismin, diyoruz, sadece bir sözcük; o da daha önce bildiğimiz ve fakat unutulup giden çok sayıda sözcükten farksız.”

Ve zaman geliyor, ressam onların tuzaklarla dolu bir köprüden geçmelerini istiyor, yüzlerindeki korku ânını ve çeşitli düşme biçimlerini yakalamak için. Defalarca düşüyorlar, kaldırılıp tekrar düşürülüyorlar.

“Bize nasıl bu şekilde davranırlar, bizleri insan yerine koymuyorlar mı? Nasıl olup da öylece nehre itebiliyorlar ya da düşmemize izin veriliyor?”

Serzenişleri yükselerek boşlukta dağılan körlere “Ne Tanrı ne de el uzatacak bir insan var”, “Her şey hiçliğin derinliğinde olup bitiyor”.


Gert Hoffmann

Resme giydirilen hikâye değil, hikâyeye giydirilen resim

Modern insanın anlam dünyasından uzaklaşan bakışında değersizleşen varlığa, anda var olabileceği en uygun resmi ressama çizdirmek isteyen yazar, baktığını kendi parçasına dönüştürerek çizen bir ressamın yakasını bırakmayan alanlardan kurtulmak istemesini de anlatır. Ve şöyle der:

“Kendi mahvını düşünmeksizin mahvolmuş insanlara bakamıyormuş. (...) Bu nedenle iyice incelemeden evvel bizi bir süre kafasında canlandırmak, kendi gözleriyle görmeden önce nasıl olduğumuzu ve bizleri görmenin nasıl olacağını tahayyül etmek istiyormuş.”

Bunun için de resmin bütününe değil de sadece çok kısa bir parçasına, âna odaklanan ressamın düşme, çığlık atma, hatta her ne kadar başaramasa da gülme ânına dikkat kesilmesi şu cümlelerle verilir kitapta:

“Ve çığlığı resmetmek isteyince korkunun görünebilir olan yanını resmetmek istiyor. (...) Ayrıca ağız boşluğunun karanlığı, dişlerin ağızdaki yerleşimi, damağın solgun rengi onu cezbediyor. (...) Onun derdi sadece insanların korkunç olan hakkında kafa yormak istemedikleri için görmezden geldiklerini derli toplu bir biçimde ortaya koymak.”

Acıdan, hissetmekten, yaşamın görmezden gelinemeyeceği sanılan üzüntülerinden korkan bir ressamın çaresizliği ve yok sayma çabası dikkatten kaçmaz.

“... Gördün mü, diyor ressam ve kıyım hakkındaki detayları duymak istemediği için büyük olasılıkla elleriyle kulaklarını kapatıyor.”

Bilmenin, görmenin bir insana neler yapabileceğiyle yüzleşmeye cesaret gösteremeyen ressamı yok saymanın imkânına savururken onu unutmanın konforuna sürükler yazar. Unutmanın sürekli vurgulandığı kitapta tam da unuttuğunu sandığı için hatırladıklarının arafında kalakalan ressamın yeniden sürdüğü boyalarla çaresizliğine de şahitlik ederiz.

“Renklerle şekiller bir alandan diğerine geçtiklerinde, sadece gerçek gibi görünen sahte benzerlikler oluştururlarmış. (...) Pek tabii, bir süre daha soracağımız sorunun tekrar aklımıza gelmesini umuyoruz ama nafile. Sonra biraz daha düşündükten sonra onu da unutuyoruz.”

Daha ilk cümleleri ile bilineni, öğrenileni ve tanımlı olanı da bozan Körler Kıssası içerden vurulan kapıların çeldiriciliğiyle devam eder. “Hayır, kapıya içeriden değil dışarıdan, onlar tarafından vuruluyor.” İçeriden vurulan kapıların dünyasında dışarıdan biri olmadan okumanın imkânıyla sürer kitap.

“Sonra şöyle düşünüyoruz: Evet, gece inecek, gerçek gece, bir tek diğeri değil. Ve tek dileğimiz var, yıldızlardan konuşmak için kimse gelmesin yanımıza.”

Yazar resme bakarak düşünülmesi olası, resme giydirilebilecek hikâyeleri sonsuz iştahla ağzına tıkıştıranları görmezden gelmez ve onlar için de “aynen bu şekilde devam edin, kan ter içinde ağzınıza tıkıştırın diyorlar” der. O çünkü, kendi hikâyesine resim giydirendir.

“… aramızdan sadece biri, Oyukgöz etin katı olduğunu söylüyor.
“Sert mi? diye soruyor kapıyı çalan adam, sert mi demek istiyorsun?”
“… Sert demek istiyor, diyoruz. Doğru sözcüğü unutmuş sadece.”

Kelimelerle derdi bitmeyen yazar, anlamak için kendi kelimelerinde ısrar edenler için kelimeleri düzeltir, unutmak isteyenler için de kelimenin temsil ettiği varlığın görüntü ve yaşantısına müdahale eder. Hatıra, unutma ve hafıza üzerine de düşünür, düşündürür: “İnsan bu kadar az şey hatırlarken yaşıyor sayılır mı acaba?”

Körler Kıssası’nda yazar, yüzyılın temel göstereni olan seyirlik’in de boşluğun alanında olduğunun altını çizer.

“En azından sıradan ve küçük olanlar, diyor ressam. (...) Tekrarı olmayan belirli bir ânın içine hapsedilmekten ve sonra da yavaş yavaş çürümekten korkuyorlarmış. Ya da belli bir zaman sonra resmedilen yanlarının yokluğunu hissedebilecek olmak onları ürkütüyormuş. Geriye kalan tek şey boşluk, diye düşünüyorlarmış, aslolan şeyi ressam onlardan alıp tuvale geçiriyormuş.”

Anlarını her gözün huzuruna çıkaranlar, dönüp baktıklarında paylaştıkları anda onların olan ama mutlaka yok olacak olan yanlarının, mesela gülüşlerinin yasını tutacaklar mıdır?

“... görüşün iyi olduğu alelade bir havada ve herkes sokakları yokuşlarına varıncaya dek doldurduğunda, geçici bir süreliğine bile olsa meşhur olacak, en azından insanlar ondan bahsedecek.”

Paylaştıkları anda varolanın, o paylaşımı görenler tarafından paylaşanın elinden alındığı bilgisi bize ne yapar? Anları kendimize saklamak unutma imkânını elimizden alır mı? Bir süreliğine de olsa meşhur olmak için mi fotoğraflar çektirip paylaşırız? Çığlığı, ter kokusunu unutmamanın yolu var mıdır?

Kitap zamansız, çoğu kez cevapsız ve hatta sık sık aynı soruların sorulduğu diyaloglarla da dikkat çeker. Yazarın tekrara düşme endişesinin hissedilmediği kitapta, her tekrarın istense bile bir önceki ile aynı olmayacağının ayırdı dikkat çekicidir. Çünkü her tekrarda fark edilmese de ağız, yüz, el-kol, zaman, kargalar ve hatta etraftaki koku bile farklılaştığı için tekrar mümkün değildir. Bu nedenle aynı kelimelerle sorulsa da soru aynı soru değildir artık, ne soran ne de duyan için. Ayrıca bu durum metnin zamasızlığının, gerçekle rüya iç içeliğinin de ipuçlarını verir. Sorular, tahminler, hissetmeler, özellikle unutmalar bu tekrar diyaloglar sayesinde bozukluğun, yanlışın, bozanın da bir işlevi olduğunu düşündürür.

“Evet, diyor Ripolus, ne istiyorsunuz?
İstiyoruz ki… diyoruz.
Hiçbir şey, değil mi, diyor, hiçbir şey istemiyorsunuz?
…Evet, diyor Ripolus, keşke karanlık olup olmadığını bilebilseydi insan.”
(…)
“Güneş doğmuş mu?
Hayır.
Peki, neden doğmamış? Doğmayacak mı?
(…)
Ve beni gerçekten de görmüyorlar ha?
Hayır.
Peki sen, diye soruyor çocuk, seni görüyorlar mı?”

Yazarın arzusunun ısrarı

Kitaba dair yazılanların ışığı bakışımı etkilemeden ve 1568 tarihinde Yeni Ahit’teki bir meselden ilham alınarak çizilen Pieter Bruegel’in Körler Yürüyüşü resminin hikâyesine hiç dahil olmadan okudum Körler Kıssası’nı ve kitabı kendi parçama dönüştürerek metnin hikâyesine sadık kalmadan yazmayı istedim. Çünkü sadakat okuru bazen köreltir. İpuçları verilen anlatının beni sürüklemesine izin vermek istemedim. Okuduğumuz metinlerdeki hikâyelerle sürüklendiğimizde metnin alt okumalarını, görünenden çok görünmeyenlerini, gerek metinsel gerekse disiplinler arasılık düzleminde metnin açılan imkânlarını fark edememe tehlikesi her zaman vardır ve bu tehlikenin de farkında olarak yazmayı denedim Körler Kıssası hakkında.
Yazarın resmin hikâyesini anlamaya çalışırkenki niyeti-arzusu ve varlık, gerçeklik, rüya, uyanıklık, uyuma gibi birçok kavramı düşünüp yazma serüvenine katması nedeniyle kitabı yazmayı seçtim. Resmin karşısına geçip o resme bakan değil, hikâyeyi resme giydirdiğini düşündüğüm yazarın bu kitabı yazmaktaki arzusu beni kışkırttığı için. Resme bakıp düşündüğü anda kalan, görülmediğini sandığı için o şeye sürekli dikkatle bakanın arzusunun aslında görülme arzusu olduğu bilgisi çerçevesinde yazarın arzusunun da bu olduğu varsayımından yola çıktım, çünkü kitap beni buna kışkırttı.

“Hey, diye sesleniyoruz, ne diye böyle dik dik bakıyorlar?
Dik dik bakmıyorlar, diyor kapıyı çalan adam.
Peki ya dik bakışlarını üzerimizde hissediyorsak?
Bakmıyorlar, diyor.”

Kitabın kahramanlarından biri, kör gibi durmadan sorular sordum ben de metne, kendime, okuyana. Neden bizim resmimizi çizmek istiyor? Neden bu kitabı yazmak istedim? Körlerin sora sora unuttukları soru “Neden?” ile başlayan sorular çünkü. Neden? “... Neden, diye soruyoruz, resmimizi yapması gerekiyor ki, var olmamız yetmiyor mu?”


Pieter Brueghel, Körlerin Yürüyüşü. 1568.

Bana göre yazarın da kendine sorduğu ve zamanla sora sora unuttuğu ve soruyu aramayı sürdürdüğü için yazmayı sürdürdüğü kitaptır Körler Kıssası.

Kitapta sık açılan ve ancak soruyla kapanacak parantezleri tercih ediyor yazar, şu alıntıyı açılan parantezlerin verdiği huzursuzluk için seçtim:

“Görüntüyü karşısında gördüğü şekliyle hem öylesi gerçek hem öylesi sıradan ve hem de detaylarıyla bütünlüğü dolduracak şekilde resmetmenin; yani suretlerini (suretlerimizi), hem emsalsizlikleriyle hem de kısa süreliğine öne çıkarak resmin içine girerken artlarında (ardımızda) bıraktıkları (bıraktığımız) şeylerle tuvale geçirmenin ümitsiz bir girişim olduğunu biliyoruz.”

Sanatın bilmenin sınırlarında ümitsiz bir girişimmiş gibi algılanmaması için parantezlerle verilen detaylara dair oluşan soruların bizi anlamın alanına yönlendirmesinin uyandırdığı heyecan için de…

Tedirginlik içinde varolan’ı tercih etmek

Kitapta resmedilebilmeleri için düşmeleri gereken körlerin, takılıp düştüğü taşın resmedilmeyeceğinin parantez içinde söylenmesi ile varlığı teyit edilen taşın ürküntüsü için seçtim:

“Büyük olasılıkla mihmandarımız Ripolus’un bir ayağı, önceden hizmetçi kadının bahsettiği ve bahçıvanın muhtemelen köprünün üzerine koyduğu taşa takılıyor (hizmetçi kadının söylediğine göre taşın resmi yapılmayacakmış).”

Yokluğun varlığı tamamladığı bilgisinin ayırdı için. Eksiklik bilgisinin farkında olan ve tamamlanmak için her zaman görünmeyene de ihtiyacımız olduğu bilgisini teyit ettiği için. “Pelerinlerimizin içinde farklı şeyler bulunan cepleri var, ama onları görmedikleri için resimlerini de yapamazlar. (Aynı nedenden kafamızın içindekilerin de resmini yapamazlar.)”
Tamamlayan detayların gözden kaçırılmamasını isteyen yazarın arzusunun ısrarı az şey midir, nedeniyle ve ayrıca metnin bana sorduğu, sordurduğu sorular nedeniyle seçtim Körler Kıssası’nı. Resme eklenmediyse taş yok mudur? Düşürmek kimin niyetidir?

“... birkaç kez daha köprüden geçip tökezledikten ve çığlık atarak (ağızlarımızın içi, ağızlarımızın içindeki korku?)...”

Korku çığlığa sığar mı? Korku dolu bir ağzın hikâyesinin resminde gülümsemeye yer var mıdır?

“... O her ne kadar gülümsemenin sonradan geleceğini söylese de aslında artık gelmeyecek demek istiyor.”

Yazarın yazdığımız, resmettiğimiz ya da gördüğümüz varlığın hakikati ile asla aynı olmayacağı, an ile varlığın değişiminin bizi her defasında hakikatten uzaklaştıracağı bilgisinin kitap boyunca kelimelerin, anlatının arka perdesindeki fersiz ışığını fark ettiğim için seçtim. Çünkü yazarken, hayal ederken ya da çizerken kayıp da acı da aynı şey olmayacaktır ve yok saymak belki de ancak böyle mümkündür’e olan inancım nedeniyle seçtim. Yazarın hikâyesinin resminin benim de yolculuğuma eşlik ettiğini düşündüğüm için.

Körlerin yolculuğunun gerçek mi rüya mı olduğu kitabın sonuna kadar anlaşılmadığı ve sonunda da seçimi okurun yaptığı bir anlatının içinde olmanın tedirginlik içinde varolan’ı olmak için. Hikâyenin resminde görünmeyen, anlatılamayan ama izi sürülenlerin ben de düşündürdüğü bilmek anlamak mıdır? sorusu nedeniyle.

Sonra, gözümüzün telaşından ya da daha önceki bakmaların tortularından ve bildiklerimizin enkazından başka bir şey görmek mümkün mü acaba diye düşündüren cümle nedeniyle seçtim.

“O halde orada öyle durma, diye sesleniyoruz, kımılda, kımılda, hiç değilse kafanın içinde. Belki kafanda bir şeyler kalmıştır, orada bir şeyler görebilirsin.”

Yazarın muradı ile okurun muradının kesişmediği, kesişse bile okurun deneyiminin tortulardan ne kadar bağımsız olabileceğini görebilme umudu için.

Ayrıca körlük konusunda kafamı kurcalayan şu: sahiden kör kimdir? Bir kim midir kör? O ilk bilmezlik hali körlük müdür?

“Tıpkı körler gibi yürüyor, konuşuyor, başlarını da aynen onlar gibi tutuyorlar; muhtemelen rüya görme biçimleri bile körlerle aynıdır (şayet insanlar nasıl rüya gördüklerini bilse ve bunu resmedebilseydi tabii)...”

Tanımın, bilmenin, öğrenmenin alanına maruz kalındıktan sonra körlük biter mi? İlk bilme, öğrenmeyle gözleri görmese bile körlüğü elinden alınan insanın hikâyesine, körlüğü elinden alınan biri olarak ekleyeceklerim olacaktır diye düşündüğüm için seçtim Körler Kıssası’nı. Başlamış hikâyelerin yani varlığa ilk tanımın yapıldığı ânın devamı hikâyelerle sürüp giden hayatın ya da rüyanın kaçıncı perdesindeyiz acaba? diye düşündürdüğü için.

Ve bir de;

“Her birimizde hoşlarına gitmeyen bir şey buluyorlar, kimseyi olduğu haliyle beğenmiyorlar. Hiçbirimiz olduğumuz şekilde resmedilmek için yeterince iyi değiliz” için.

•