Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz

"Yirmili yaşlarda bir oğulun okuma yazma bilmeyen annesine hitaben yazdığı mektup-roman farklı türler arasında dolaşıyor. Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz üst üste yığılan hikâyeleri, şiir yarasıyla açılan duygusal katmanları, yeni dil ve form arayışıyla ilk romanını yazan genç şair Ocean Vuong için parıltılı bir başlangıç olmuş."

25 Ocak 2021 12:52

“Baştan alayım. Sevgili Anne,” hitabıyla başlayan kitabın ilk birkaç sayfasını okuduktan sonra yazarı Ocean Vuong hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olmak istemediğime karar verdim. Vietnam doğumlu Amerikalı şair ve yazarla yapılmış bir podcast röportajına rastladım. Onu da dinlemedim. Okuma hazzının iklimi bozulmasın istedim.

Bazı kitaplar hikâyenin en başında kıvılcımlı ve asi bir anlatımla müphem boşlukları dolduracağını hissettirir. Berrak ve keskin diliyle acıtacağını belli eder ama buna rağmen koşulsuz bir teslimiyet talep eder okurundan. “Bu sancılı, müphem yolculukta bana eşlik etmek istiyor musun gerçekten?” sesini işitirsiniz. Orası zor bir dönemeçtir. Eğer hikâyenin meselesi kadar yazının efsunlu ruhunu, ulaşabileceği karanlık girdapları, ruha atacağı derin çentikleri önemsiyorsanız, okşarken can acıtan o sese sıkıca sarılırsınız.

Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz’i okumaya başladığımda böyle hissettim. Uzun bir aradan sonra beni yazının reddedilemez dünyasına davet eden yazarla arama bu sebeple mesafe koymak istemiyorum. İçselleştirerek sevdiği kitaptaki kelimelerin köpürerek çoğalmasını seven bütün okur-yazarlar gibi, onu sevme ihtimali olanlara yansıtmak istiyorum.

Vuong kelimelerin okuma sınırlarının ötesinde başka türlü tezahürleri olabileceğini de gösteren ve bu tehlikeli sıçrayışlarıyla okurunu ürkütmekten çekinmeyen bir yazar. Bir tür akrobasi ama epey tehlikeli olanından. Korkmuyor. O her şeyden evvel dilin kışkırtıcı cazibesiyle dünyayı altüst etmek isteyen, dikenli bir şair çünkü.

Beden, dil, hikâye, kelime, insan, ülke, yazı türleri, yazar olmak, kültür, ırk, erkeklik, renkler, ışık, onaylanma arzusu, toplumsal cinsiyet rolleri, sınırlar, şiddet, sınıf, nesiller, ölüm, cinsellik, sonsuzluk ve imgeler arasında ateşten bir yumak gibi uçurumlardan aşağıya doğru sarmallar halinde yuvarlanıyor. Coşkulu bir nehirde akıntıyla birlikte sürüklenirken, sağlam bir yere tutunmak isteyen okuru dilin sağaltıcı tesiriyle ekseninde tutuyor.

Girişteki alıntılardan biri Joan Didion’dan. “Sana hakikati söylemek istiyorum, geniş nehirleri zaten anlatmıştım.” Bu cümlenin kitabın derdiyle ve diliyle örtüşen bir anlamı var.

Okura diyor ki adeta, “Sana içinde benim de dolaştığım bir hikâye anlatacağım. Sertliği hikâyenin tonuyla, rengiyle, anlatımıyla doğrudan ilgili değil. İlk bakışta ‘görünmeyeni’ görünür kılmak istiyorum. İçimdeki laciverdi oyukları, yazı sanatının yıkan değil ‘yapan’ kısmını, merkezinde senin de olabileceğin başka hayat ihtimallerini, ‘ötekine’ ulaştığında dönüşebilme kıvraklığına sahip kelimelerin sihrini, yazar olma yolculuğunu, sevme ve sevilme arzusunun dibe çeken karanlığını, dille özgürleşmenin sınırsızlığını, politik olanın sıradan şiddetini, yaşamın anlamını idrak etmenin bir zamanlama meselesi olduğunu hayatın içinden fışkıran şiirin kırbacıyla da göstermek istiyorum. Ve müstehcen olmayan bu ‘çıplaklıktan’ hiç utanmıyorum. Çok da farklı değiliz aslında. Sen de utanma!”

Vuong’un anlatıcısı her ne kadar hikâyesine “Baştan alayım” diyerek başlıyorsa da, bir yapboz oyununun parçaları gibi farklı zaman dilimlerinde birbirleriyle buluşan parçalar ucu açık kalan dev bir çemberinin içinde “zamansızlığın” ışığıyla parlıyor. An’lar kendi duygularıyla esneyip yakıcı bir sonsuzluk hayaliyle okuyanda bir biçimde yaşamaya devam ediyor. Yazarın bunu tasarladığını düşünmüyorum doğrusu. Bu kırçıllı ses onda çok uzun zamandır mağarasına sığınmış yaralı bir hayvan misali bekliyor sanki. “Acısı bu denli anlaşılır, açık seçik olan hep bir hayvandır.” İnsan olma sınırının hep bir adım ötesine geçmek. Yaşama korkusundan daha güçlü olan değişme iradesine inanmak.

Yirmili yaşlarda bir oğulun okuma yazma bilmeyen annesine hitaben yazdığı mektup-roman farklı türler arasında dolaşıyor. Her fırsatta 21. yüzyıl edebiyatının evrildiği “melez form” diye tanımladığım bu karışımın iyi örneklerinden. Geçmişle şimdi arasında salınıp, oradan başka bir gelecek tahayyülüne sıçrarken deneme, hikâye, şiir ve mektup formunu içeriğe uygun bir biçimde, savrulmadan, lirizme kapılmadan kullanmış. Kâğıt kesiği misali sızlatan cümleler ve taammüden yaralayan gölgeli resimlerle.

“Vietnamlı bir ailenin ırkçı şiddetin kol gezdiği beyaz Amerika’daki hayatta kalma mücadelesi” gibi bir ifade var kapak yazısında. Evet, roman aynı zamanda bu mücadelenin de hikâyesi ve keskin bir sistem eleştirisi de içeriyor ama dokunduğu yerler daha derinde. İz bırakmadan silinip gitme korkusunu uyuyan bilinçten çıkarıp gösterirken bir yazar olarak kendini keşfedişini de sahneye koyuyor. Yabancı bir ülkede başka bir dil öğrenen çocuğun telafisi mümkün olmayan yalnızlık melankolisiyle kozasını oluşturması mesela…

“İki dil birbirini götürür, der Barthes, üçüncü bir dili çağırır. Bazen kelimelerimiz az ve birbirine mesafelidir, bazense yok oluverirler. İki durumda da, her ne kadar cildin ve kıkırdakların boyunduruğunda olsa da, el dilin yetmediği noktada üçüncü bir lisan olarak hayata geçebilir.

Vietnamca nadiren seni seviyorum, dediğimiz doğru, dediğimizde de hep İngilizce deriz. Bizim için ilgi ve sevgiyi en katışıksız biçimde telaffuz etmenin yolu birbirine hizmet etmekten geçer: Beyaz saç tellerini koparmak, uçakta türbülansı ve dolasıyla yavrunun korkusunu dindirmek için onu kucaklamak gibi. Ya da şimdi Lan’ın bana ‘Küçük Köpek, yanıma gel, yardım et de annene yardım edeyim’ diye seslenmesi gibi. O bir yanına, ben bir yanına diz çökmüş, kollarının üst kısımlarındaki kaskatı olmuş kasları, sonra da bileklerini ve parmaklarını ovmuştuk. Neredeyse önemsenmeyecek kadar kısa bir an için bu yaptığımız şey bana anlamlı gelmişti: Yerde, birbirine dokunuşla bağlanmış üç insan, aile kelimesine benzer bir şey oluşturuyordu.” (s. 33)

Vuong’un edebiyat anlayışı, üslubunu doğrudan etkileyen kelime sezgisi ve kelimeleri bir araya getiren dürtüsel tercihleriyle belirlenmiş.

Kelimelerin yazının iklimini nasıl belirleyeceğini hisseden düşünce, yazarın dille kurduğu ilişkiden ve edebiyatın sınırsız imkânlarını gösterme arzusundan besleniyor daha ziyade. Annesine vaktiyle anlatamadığı bütün duygu kırılmaları o dilin şiddeti, merhameti, renkleri ve kederiyle hakikatine kavuşuyor. Yazma, okuma ve anlaşılma korkusunun vücut bulduğu o tereddütlü yer.

“Bundan sonra olanları sana anlatma cesaretini, mektubumun eline geçme ihtimalinin çok düşük olmasından alıyorum – bunları anlatmamı mümkün kılan tek şey, senin okumanın imkânsız olması.” (s. 113)

Mevsimlik tarım işçisi olarak tütün tarlasında geçirdiği yazların kokusu, bir gün anlatmak için sakladığı sırları, ilk aşk hikâyesinin doldurulamaz boşluğu, kendini kopyalayıp sonsuz kez çoğaltma arzusu, ikinci bir şans olarak hafızanın hayatta kalmaya yarayan işlevi, koşulsuz teslimiyetin gücü, kontrolsüz duygu çıtırtıları, kalp atışı gibi hayatın son ânına dek taşınan isimlerin ağırlığı ve hepsinden öte kurgulanan “hikâyeleri” gerçekliğin içinde eritmenin ıstırabı…

“Kendimize anlattığımız hikâyede kim kaybolacak? Kim bizim içimizde kaybolacak? Bir hikâye nihayetinde bir tür yutmadır. Konuşurken ağzını açmak, geriye yalnız kılçıkları bırakmak demektir, ki onlar anlatılmadan kalır.” (s. 43)

Vuong’un karakterleri, annesi Rose, büyükannesi Lan, ilk aşkı Trevor sıradan gibi görünen bir hayatın içinde inatçı hikâyeleriyle kendi “masallarını” yazar olmak isteyen gence anlattırıyorlar. Trajik görünen hayatın kendileri için benzersiz bir macera olabileceği ihtimaline sıkıca tutunduklarını okura göstererek.

Romandaki yazar, bir insanı çok istemenin sadece onu arzulamakla sınırlı olmadığını, onunla beraber bir kez geçip gittiği bu dünyada dokunduğu, hissettiği, baktığı ne varsa hepsini tutkuyla istediğini söylerken, duygu kırılmalarının şimşek çakımları gibi görünüp kaybolduğu kısacık anları büyüterek tarif ediyor.

“Aynı anda hem dışarı taşan hem de içine çekilen bir çocuktu. Benim istediğim de buydu: Gayet çekici olsa da yalnızca bedenini değil, bu bedenin onun açlığını reddeden dünyaya uyum sağlama iradesini istiyordum.” (s. 110)

Romanın meselesi, yazarın muhtelif vesilelerle vurgu yaptığı gibi hep daha fazlasını istemenin mümkün olduğu ve bunun sanıldığı kadar “gerçekdışı” olmayabileceği fikriyle de şekilleniyor aynı zamanda.

“Daha fazlasını istiyordum; kokusunu, etrafına yaydığı havayı, dilinin altındaki salyadan gelen patates kızartması ve fıstık ezmesi tadını istiyordum… Babasıyla ortaklaşa kullandığı ve hep lavabonun üzerinde hüzünlü plastik kabının içinde gördüğüm elektrikli tıraş makinesinden bulaşmış pası istiyordum; parmaklarındaki motor yağıyla karışık tütün, ot ve kokain kokusunu ve tüm bu kokuların saçlarına sinmiş, ıslak ve arzu dolu ağzıyla bana yaklaşırken sanki bir yangından çıkıp geldiği ve oraya bir daha asla dönemeyeceği hissini veren odun dumanıyla birleşmiş halini istiyordum.” (s. 110)

Kişileri yazının hafızasıyla canlı kılmak istemenin buruk bir yanı olsa da, hatırlamak ya da unutmak istenen anların yeryüzünden büsbütün silinip gitmeyeceğini göstermek istermişçesine tutkuyla yazıyor Vuong. Edebiyatın sihriyle “kayıp” olanı “sonsuza” dönüştürme çabasında arayarak.

“Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez diyorlar ama aslında sadece sevemeyecekleri kadar uzun sürmesinden korkuyorlar. (…) Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez diyorlar ve ben sana tükenmekte olan bir türün sesiyle yazıyorum. İşin aslı şu ki bizi anlamadan ele geçirmelerinden korkuyorum.” (s. 174)

Buna benzer ifadeleri okurken denemeci, psikoterapist Adam Phillips’in tarif ettiği “hüsran” duygusunu düşünüyordum:

“Yaşam, insanlar öyle her istediklerini elde edemedi diye değil, arzuları kendilerine hasar vermeye başladığında, istedikleri şey katlanılamaz kayıplara gebe olduğunda trajik bir hal alır.”

Bizi tatmin edebilecek gerçeklik “ötekinin” arzusuyla örtüşmediğinde, istenen şeyin elde edilememesinden kaynaklanan hüsranla sonlandığını ve bu nedenle daima öfkeli olduğumuzu söylüyordu. Hüsranın gerçeklik duygumuzu korumak için zaruri olduğunu da hatırlatarak.

Vuong’un hikâye anlatıcılığı, “hüsranı” dışlamadan onu cesaretle deşip, o kırılmanın içinde “tükenen bir türün” sesiyle derinleşiyor. Anlatıcı yazar, sadece “var olarak” kendilerini bütünüyle ifade eden kelimelerin sadeliğine imrenirken, nokta olmaya zorlanan bir virgülün dünyanın en hüzünlü şey olduğundan bahsederken, mutsuzluğun kendisinden koparılmasına itiraz ederken, hayatlardan sıyrılmanın mümkün olduğunu ama tenden sıyrılmanın imkânsız olduğunu vurgularken hep aynı neşeli dirençle “hüsranı” kucaklıyor.

Büyükannesinin uydurduğu hikâyelerle gerçek olanları ayrıştırdığında, duyduğu ses farkını vurgulamasının sebebi, yazar olma serüveninde tanık olduklarını paylaşma isteği. Buna benzer sahneleri resmederken hikâye anlatıcılığının sadece güzel kelimeleri dizmekten ibaret olmadığını da söylüyor:

“Papazın ellerinin hareketlerine, akışına bayılmıştım, sanki cümlelerin bize ulaşabilmeleri için silkelenmeleri gerekiyordu. Bu benim için yeni bir somutlaşma ânıydı; daha önce kısmen Lan’ın hikâye anlatıcılığında görmüş olduğum, sihre yakın bir şey.” (s. 58)

“İnkâr ve uydurmaca –hikâye anlatıcılığı– kendi hayatının bir adım ötesinde olmaktı ve herhangi birimiz ona yanıldığını nasıl söyleyebilirdik?” diyor başka bir karakter.

Ya da hayatta kalmanın, olup biteni saklamanın başka bir yolu. Annesinin kendisine sorduğu, yazar olmanın nasıl bir şey olduğu sorusuna cevabı, sunduğu keşmekeşe rağmen hayata başka türlü bakabilme yetisiyle ilgili.

“Yazmak bu işte; tüm o saçmalıklardan sonra, o kadar aşağılara inince dünya sana insaflı, yeni bir açı sunuyor; küçük şeylerden yapılmış, daha geniş bir görüş açısı; küçük bir pamuk tiftiği bir anda göz yuvarınla eş, dev bir sis perdesine dönüşüveriyor.” (s. 186)

Küçük Köpek lakaplı yazar, “Bunları uydurmuyorum ki” diyor aynı cevapta ama sonuna doğru bütün hikâyenin rüya olabileceği iması da var. Bu şaşırtmaca sıkça kullanılan bir yöntemdir roman sanatında. Doğrusu yazarın annesine ithaf ettiği romanın otobiyografik unsurlar taşıyıp taşımamasıyla pek ilgilenmedim. Metnin sert görünümlü kırılganlığı ve akıllı oyunlara ihtiyaç duymayan şeffaf gerçekliğiydi beni çarpan.

Şair, yazar Ingeborg Bachmann, Frankfurt Dersleri  başlıklı metnin “Yazan Ben” bölümünde, İtalyan yazar Svevo’nun Zeno’nun Bilinci romanından örnekler vererek romandaki “ben”in zamanı işleyebildiğinden söz eder ve onun sözlerini aktarır.

“Geçmiş her zaman yenidir. Hayat ilerledikçe o da sürekli değişir. Geçmişe gömülmüşe benzeyen parçaları yeniden ortaya çıkarlar, bazıları da gömülür giderler, çünkü ötekiler kadar önemli değildirler. İçinde bulunduğumuz zaman, bir orkestrayı yönetir gibi yönetir geçmişi. Tam da bu notalara ihtiyaç vardır, başkalarına değil. Böylece geçmiş kâh uzun, kâh kısa görünür. Kâh yükselir sesi, kâh alçalır. İçinde bulunduğumuz zamanda, geçmişin ancak şimdiyi aydınlatmak ya da karartmakla görevli kısmı etkili olur.”

Geçmişi düşünmekle yazmak arasındaki uzun ve karmaşık mesafede, “bakmanın” önemine, hayatı dolduruşuna inanan yazar, (romandaki ben) babasını, ev diye bellediği kanlı masayı, annesinin rahminde işittiğini sandığı ağıt misali tınlayan ninnileri, hayatta kalma mücadelesine benzettiği gün batımlarını, acılı bir sevişme ânını parçalayarak hatırlıyor. Birbirleriyle buluşan hatıralar yekpare bir anlatıya dönüşüyor. Böylece bir bütünün parçası olan anlardan bazılarını müphem bir geleceğe taşıyacak, sadece kendisine ait olmadığına inandığı o menevişli hisleri yazı sanatına dönüştürecek; seslerin, renklerin, müziğin, rüzgârın, karanlığın ve bazen de sessizliğin diliyle. ‘Son’a giden yoldan emin değil belki ama kelimelerin bağımsızlığına güveniyor. Ya da dil yordamıyla seziyor mu demeli?

Tabiatın, sokakların, şehrin, zamanın, şiddetin, kokuların, kelimelerin renklerini insan rengiyle ve ırk kavramıyla birlikte tasvir etmesinin bir karşılığı var. Onu çocukluğundan beri “oyunun” dışına atan keder tortusu romanı yazmasına sebep olan burukluğun tezahürlerinden biri.

“Bir rengin ne kadar tehlikeli olabileceğini o gün öğrendim. Bir oğlan çocuğunun o renkten men edilebileceğini ve bir sınırı aştığına hükmedilebileceğini. Renk dediğin ışığın ortaya çıkardığından başka bir şey olmasa da, o şeyin kanunları var ve pembe bisiklet süren bir erkek çocuğunun her şeyden evvel yerçekimi kanununu öğrenmesi gerekiyor.” (s. 135)

Hayatın olanca ağırlığınca sürüklediği çelişkiler Vuong’un anlatısında birbirleriyle yer değiştirerek dairesel hareketler çiziyor. Kural ve kuralsızlık. Anadilin kavruk kalmasıyla ortaya çıkan “dilsizliğin” boşluğu. Mutluluk ve mutsuzluk. Hareket ve durgunluk. Haz veren görüntülerin ömrünü uzatmak ama aynı zamanda hayatın “tek kullanımlık bir organ olan plasenta” gibi bir kereye mahsus olduğu gerçeğini kabullenmek.

Kelimelerin, hikâyelerin, yazının sihrine inanmak, ancak onların da insanı tam olarak tatmin edemeyeceği bilinciyle ıstırap çekmek. Beden dilinin ve ruhun çoğunlukla birbirlerinden bağımsız, kendi başlarına savrulmaları. “Biricik” olduğu düşünülen hikâyelerin büyük bir bütünün parçası olduğu gerçeği. “Politik olanın öfkeli, sanatsız, ham, derinliksiz ve boş” olmadığını bilmek. Bazı hiçbir şeylerin kendilerinden sonra gelen her şeyi değiştirebileceği idrakiyle anlamsızlıkta anlam keşfedebilmek. Bir insanla yakınlaşabilmek için önce onun nefretine bodoslama dalmak. Sevilen bir ülkenin ömür boyu hapis olduğuna inanmak. Asırlardır ölümü anlatan yazarlara, düşünürlere, çocukluktan beri okunan eserlere rağmen ölüm karşısında hazırlıksız kalmak.

Özgürlüğün coğrafyadan, kültürden, yasalardan, kavramlardan bağımsız olduğunu söylüyor romandaki yazar. Kavramları kendi diline tercüme eden Vuong’un ‘ben’i araç değil. Tam da onu çevreleyen vahşet ikliminin içinden haykırıyor.

“Özgürlük tamamen görecedir –sen bunu çok iyi biliyorsun– ve bazen hiçbir şekilde özgürlük değildir, sadece senden uzakta genişleyen kafestir, kafesin parmakları mesafeden ötürü iyi seçilemese de hâlâ oradadır; nasıl yabani hayvanları doğa koruma alanında ‘özgür’ bıraktıklarında onları aslında daha geniş sınırlar içinde kontrol altında tutuyorlarsa öyle. Ama ben o genişlemeyi yine de kabul ettim. Çünkü bazen parmaklıkları görmemek yeterli olabilir.” (s. 213)

Vuong’un en başında yazarak özgürleşmeye çalışması itirafındaki, “Özgürlük avcıyla av arasındaki mesafeden başka bir şey değilmiş” tespiti yazınsal döngüsünün yansıması bir anlamda.

Romanda, gelecekte yazar olacak genç, hayatının boşluklarını görüp kendi trajedisine isyanı dindirilmemiş bir soğukkanlılıkla eşlik ediyor. Her ne kadar yaşamını ileri taşırken bedeniyle beraber geçmişte bıraktığı başarısız çocuğu bağışlamak istese de kaderini biliyor. Çocukken annesinin elbiselerini giymekten hoşlanan, sarı benizli, eşcinsel bir Vietnamlı o.

Varoluşsal dolambaçlarla, tiz ve boğuk yakarışlarla kuşatılmış, böyle keskin bir romanı okurken, arada durup derin derin soluk almak gerekti. Bu her zaman olmaz, en azından bana. Pek çok dramatik ifade, an ve sahnenin içinde nedense kendi içine doğru üflediği itirafı daha çok canımı yaktı.

“Yaralı şeyin sesinin peşinden gitmeme neyin neden olduğunu bilmiyorum, ama sanki henüz bende olmayan bir sorunun cevabı verilmişçesine ona doğru çekiliyordum. Bir şeyi çok istersen sonunda ondan bir Tanrı yaratırsın, derler. Peki tek istediğim kendi hayatım idiyse, anne?” (s. 233)

Annesine ilk aşkı Trevor’u anlattığı, basit gibi görünen bu cümlelerde katmanlı bir anlam arayışının açığa çıkamayan büyük yangını var. Benliğinin kendisini var eden bir “hayaletin” peşinde ahenkle uçuşmasını izledim. Göğe yükselip boşlukta bir süre asılı kaldıktan sonra o “yaralı şeye” doğru çekilen çocuğun yere düşüşünü de gördüm. Çakılmadı. Havada küçük daireler çizerek, kopuk bir uçurtma kuyruğu misali salınarak usulca yeryüzüne indi.

Artık bir ergen olmasına rağmen belki o sırada henüz her şeyin bir “sonu” olduğunu kabullenmek istemiyordu. Pek çoğumuz gibi kalbin yarılmış çukurunda büyüyen “yaraya” bir isim koymaya çalışıyordu. Yaranın “söz ve anlam katmanları altında” ezilip açığa çıkamayacağını bilse de… İsmi olan şeyleri daha kolay anlamlandırıyordu. Ama hikâyesinin bir yerinde söylediği gibi, “Ve belki bütün isimler bir yanılsamaydı”. Bir sesleniş, boğuk bir yakarış, mıknatıslı bir ses dalgası bizi kozasında barındırabilir miydi? Bazen kim olduğunu bilmiyordu. Bazı günler kendini bir insan gibi hissediyordu, bazen sadece bir ses.

“Dünyaya kendi gibi değil de, eskiden kimdiyse onun yankısı gibi dokunan çocuğun”, bildiklerini yazsa bile “gerçek” kalmamasından korkması, okura şunu söylüyordur belki: Bir yazar olarak ya da bir roman kahramanı; bu dünyadan silinip gitmeden evvel kılıf geçirilmiş kimliğimin bilinmesini istiyorum. Size anlattığım halimle kendimi görünür kılmak istiyorum. Bir kez içe yerleşen savaşın, yoksulluğun, şiddetin, gönül yarasının, ötekileştirilmenin, aşağılanmanın bir daha asla bedeni, ruhu terk etmeyeceğini parçalanarak öğrendim ama yine de uzaklaşıp başka bir yerden kendinizi seyre dalabileceğinizi, böyle ikircikli anların içinde derinleşebileceğinizi göstermek istiyorum. Yazmak da, hikâye anlatmak da biraz böyle bir yolculuk çünkü. Geçmişi hep yeniden yaratmak. Aynı manzarayı her defasında başka türlü boyamak. Hem o adını koyamadığımız, günün herhangi bir saatinde ruhumuzu kıskıvrak ele geçiren ve son âna kadar eşlik eden koyu huzursuzluğun neyle giderileceğini nasıl bilebiliriz ki?

Anlatmak, anlaşılmak istemek her zaman iki kişilik bir eyleme ihtiyaç duymayabilir. Annesine yazarlık serüveninin ona hiçbir zaman bilmeyeceği “her şeyi” anlatmaya getirmiş olduğunu söyleyerek yazının asıl muhatabına işaret ediyordu Küçük Köpek.

“Belki de burada sana yazarken herkese yazıyorumdur – çünkü şayet güvenli bir yer yoksa, şayet bir çocuğun ismi hem ona kalkan olup hem de onu bir hayvana dönüştürebiliyorsa, özel bir alandan söz edilebilir mi?” Ama sonra korkunç bir acıyla sarsılarak dediği gibi, “Acısı bu denli anlaşılır, açık seçik olan hep bir hayvandır”. (s. 34)

Anlaşılmayan dilin imkânlarını perdeleyen sınırlı bakıştır. Ve anlam, en koyu karanlığın içinden dilin tazelenmiş hafızasıyla hayat bulabilir. Savaşı anlatmak sadece onun yıkımını tasvir etmek değil. Savaştaki bir anneyi izleyen oğulun onun kelimeleriyle ağaçların ardı ardına renklendiğini görebilmektir. Bazen de taze bir kavrayışla hayatı temize çekebilmek.

“Bütün bu süre boyunca kendime savaştan doğduğumuzu söylemiştim, ama yanılmışım anne. Biz güzellikten doğmuşuz.” En berbat koşullarda kaybolurken “yeniden doğma” hayaline tutunmak.

“Belki bir sonraki hayatımızda birbirimizle ilk defa karşılaşacağız – verebileceğimiz zarar dışında her şeye inanacağız. Şehrin ayrıntılarını örten kar gibi, bizim hiç olmadığımızı söyleyecekler. Ama yanılıyorlar. Sen ve ben, gerçektik. Sevincin dudaklarımızda dikişleri sökeceğini bilerek gülüyorduk.” (s. 188)

Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz üst üste yığılan hikâyeleri, şiir yarasıyla açılan duygusal katmanları, yeni dil ve form arayışıyla ilk romanını yazan genç şair Ocean Vuong için parıltılı bir başlangıç olmuş.

“Amerika’nın ortasında açık bir yara” gibi yaşayan, yeteri kadar bakarsa annesine düşüncelerini aktarabileceğine sanan bir çocuğun, gencin, yazı tutkununun, “yalnızca bir an için muhteşem olmanın” sihriyle hayatı esnetebileceğine inanması onu ayrıcalıklı kılıyor. Bu bakış, tabiatın varlıklarıyla, kelimelerle, dille başka türlü bir ilişki kurulabileceği iddiasını da taşıyor çünkü.

Bachmann’ın Frankfurt Dersleri’nin (1959-60 arasında Frankfurt Üniversitesi’nde verdiği dersler) ilkinde dile dair söylediklerini bu romanın ruhuyla hatırladım.

“Yeni bir dilin yeni bir üslubu olmalıdır ve dil o üsluba ancak içinde yeni bir ruh barındırıyorsa sahip olabilir. Dili iyi bildiğimizi iddia ederiz hepimiz, oysa yalnızca kullanırız onu; bir yazar ise kullanmaz. Dil ürkütür onu, yazar onu doğal kabul edemez, zaten edebiyattan önce dil vardır, hareketlidir, kullanılmak için vardır, ancak yazar yararlanamaz ondan.” (s. 18)

Vuong’un yenilikçi üslubunu sevdim öncelikle. Dili “kullanmamak” için olanca içtenliğiyle kendini coşkulu yazı nehrine teslim edişini. O dikenli teslimiyetin kanatan isyanını. “Olmayı veya olmamayı” bir seçenek olarak değil de, hakiki bir mesele olarak ele alışını. Kaderi baştan belli hayatların pekâlâ görünür ve kıymetli olabileceğini gösteren tılsımlı bakışını. Yazarken kendini ve dili yeniden keşfetme sürecini gösteren şeffaflığını. Şiirin müziğe yaklaştığı yerde kelimenin tınısını hissettiren o isimsiz duyguyu hissettirme becerisini. “Her şeyini verenden daha fazlasının alınamayacağını” söyleyen inatçı gururunu. Hiçbir şeyin boşuna olmadığını sezen iyimserliğini. Yok olmanın eşiğindeki insanın sevdikleriyle hayata dönme cesaretini gösteren merhametini. Hikâye anlatıcılığıyla dilin incelikli akrabalığını gören yaklaşımını.

İkinci bir şansın tanınmadığı, “tek kullanımlık bir yaşamın” kırbaçlarına rağmen hayatta kalma mücadelesinin kıymetini hatırlatan dürüstlüğünü. En çok da bütün dünya ağrılarına rağmen, bazen bir göz kırpımı kadar kısa sürdüğünü sandığımız ömürlerde “yalnızca bir an için muhteşem olmanın” sihrine yazıyla inanmasını.

Ursula Le Guin, “Kim olduğumuzu anlamak için kitap okuruz,” der: “Dolayısıyla hiç masal, mit mesel ya da hikâye dinlememiş ya da okumamış bir insan kendi duygusal ve ruhsal derinlik ve yüksekliklerinden habersiz kalır, insan olmanın ne demek olduğunu tam olarak öğrenemezdi.”

Le Guin’in bu basit hatırlatmasına ek olarak, hikâye anlatmak, dinlemek, hayatın paramparça eden tekinsizliğine karşı, seçim şansı olmadan var olmaya itilmiş, hatırlayamadığı başlangıçla bilmediği bir son arasında salınan insanın kendini görünür kılma ve iz bırakma çabasıdır.

Vuong’un anlatıcısı, “Talihliysek, cümlenin bittiği yer başlayabileceğimiz yer olur” diyordu. Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz’le karşılaşacak olanların talihli olduğunu düşünüyorum.

“İşte böyle sevdik: dilin üstünde dile dönüşen bir bıçak.”

Vuong’un ‘Yuva Yıkan’ (Home Wrecker) şiirinin son mısraı onun edebiyatında nereye tutunmak istediğini çok iyi anlatıyor.

Ocean Vuong 1988 doğumlu genç bir şair ve yazar. T.S. Eliot, Whiting, Thom Gunn ve Forward ödüllerine layık görülen şiir kitabı Night Sky with Exit Wounds da Harfa Kitap tarafından yayımlanacak. Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz ABD’de yayımlandığında sansasyon olmuş. Roman pek çok ödüle aday gösterilmiş ve uzun süre çok satanlar listesinde kalmış. Vuong 2019’da MacArthur Vakfı’nın Deha Bursu’nu aldı. Kitabı yayımlanmasından birkaç ay sonra, 51 yaşında kanserden ölen annesine ithaf etti.

Vuong bağımsız yapım şirketi A24’ün podcast’ine konuk olduğunda romanın sinemaya uyarlandığını duyurdu. Henüz senaryo aşamasında olan filmin çıkış tarihi pandemi koşulları sebebiyle şimdilik belli değil.