Yeni COVID düzeni

“Evlenip bekâr kalsam, çalışmadan zengin olsam…” Yaşadığımız salgın konusunda genç kuşağın da söyleyecekleri var. Lise üçüncü sınıf öğrencisi Zeynep Berru Köksal, pandemiye küresel iklim krizi üzerinden bakmayı deniyor, mimar olmak istediği için de biraz şehircilik perspektifinden…

20 yaş altındakilere de sokağa çıkma yasağı gelince, zoraki online okul-uyku-yemek döngüsünden çıkmak için iyi olur diye düşündüğüm kitaplara yöneldim. Malum salgınla ilgili kitaplar aradım. İnsanlar salgınlarda nasıl davranmışlar ve tabii edebiyatçılar bunu nasıl görmüş ve nasıl aktarmış, görmek için... Listeme eklediklerim; Afşin Kum’un Sıcak Kafa’sı, Stephen King’in Mahşer’i, Albert Camus’un Veba’sı ve José Saramago'nun Körlük’ü oldu. Size de karantina günlerinde okuma listesi yapmış oldum böylece! Şimdilik bunlarla başlamak iyi olabilir. Okudukça okumak ve şevki kaçırmamak önemli. O şevk nasıl yakalanır ben de bilmiyorum aslında. Olur ya, bir seferde 30 kitap sipariş edersiniz, ikincisinden sonra sıkılıp okuyamayabilirsiniz.

Bana gelirsek; bu listedeki birinci kitabım bu yazıyı yazmama neden oldu. Babam zamanında almış okumuş. Evde hazır vardı, ondan başladım. Şimdi sizin okuma zevkinizi bozmadan konuyu biraz çıtlatalım. Sıcak Kafa’da, tüm dünyayı etkileyen bir salgın var ve garip bir şekilde, konuşarak bulaşıyor! Ayrıca karantinaya alınanlar hastalar değil, bu hastalığı kapmayanlar… Biraz Walking Dead’de zombilere karşı kendilerine kale kuranların tarzı bir önlem.

Kitaptaki salgın meselesi ile Covid-19’un yaptıklarını karşılaştırdım. Neyse ki korona çok daha hafif kitaptaki hastalığa göre. Peki neden bu kadar önemsendi ve tüm dünyanın basit alışveriş kaygısını dahi depreştirdi? Bir manyaklaştık yani... Biraz buna bakalım, sonra bir de olayı bir Gretavist (Aktivist Greta’yı örnek alıp okul kırangillerden) gözüyle inceleyelim. Şaka şaka. Kısmen şaka: Çevreyle birilerinin ilgilenmesi gerek.

Durum

Hobbes’un “insan, insanın kurdudur” sözünü hatırlatan tuvalet kâğıdı kavgaları, “doğa yasası” ihlalini sanki canlı yayın yapılıyormuş gibi hayatımıza soktu.

Sonra: Eve tıkılan ahali önce uzun zamandır ertelediği, “ah bir zaman olsa” diye serzenişte bulunduğu her şeyi yapmak için saldırdı. Ancak ne kitaplar okundu ne de 12 bölümlük diziler hiç kalkmadan bir oturuşta seyredildi… Eskiden de deli gibi yapılan sosyal medyaya gömülme işi daha derinlere inmeye, sosyal medyadaki felaket senaryolarına daha fazla kendini kaptırmaya doğru evrildi.

Okuldakiler “uzaktan eğitim” denen şeye sanki yeni bulunmuş mucize bir yöntem gibi saldırdılar. Çocukları evde zapt etmek mesele olmaya başladı. 

Öyle ki, herkes evinde canlı yayın yapmaya, içerik üretmeye bile başladı. Yakında canlı yayın yapanlar, yapmayanları geçecek – kim ne seyredecek, bilinmiyor bu durumda.

Biliyoruz ki karantina ile beraber evlerde su, elektrik, doğalgaz tüketimi arttı. Sokağa çıkma yasağı, çoğu işletmenin pandemik salgından zarar görmesine neden oldu. Havayolu ve otobüs şirketleri, akaryakıt sektörü, toplu taşıma, AVM'ler, mağazalar, tekstil sektörü, fuarlar ve etkinlikler, meyhaneler, barlar, lokantalar, her tür esnaf, özel sektör ve çalışanları bu durumdan kötü etkilendi ve daha da etkilenecek.

Ha, sadece asker uğurlama ve umreden gelenleri ziyaret etmenin bizde fedakârlık yapılmaması gereken aktiviteler olduğu ortaya çıktı. Futbol maçları ve Cuma namazından bahsetmeyeceğim. Milleti onlardan vazgeçirmek daha büyük travmalara sebep olmuş durumda.

Ya sonra? 

Bu pandemi konusu daha çok toz kaldırır. Yoksa su mu bulanıyordu? Sosyal bilimciler nereye saldıracaklarını bilmiyorlar. 50 yıllık konuşacak, tez yazacak konu birikti onlara. Kimyacılar için yeni bir element bulunup periyodik cetvelin şekli şemailinin değişmesi neyse, o.

Her ne kadar şimdi herkes bu virüs ile nefessiz kalıp ölümle yüzleşmemek ve hatta yoğun bakım ünitesi bulup bulamamak derdinde olsa dahi, bir şekilde bu salgının ve arkasından gelen hayati değişikliklerin nelere sebep olacağını düşünmek gerekiyor. Benim baktığım yer ise haliyle çevre meselesi.


6 Ocak 2020'den 30 Mart 2020'ye kadar dünya çapında uçuş sayısındaki düşüş.

İnsanların dışarı dünya ile iletişimi kesilmesiyle tüketimin azalması, akıllarda “karbon ayak izi azalır mı?” sorusunu uyandırmadı değil. Fakat salgın bitene kadar karantina altında olmak tüm dünya için ne kadar etkili olacak? Şimdi bile karbon ayak izi ve koronavirüs vakası oranıyla akılları karıştıran durumlar mevcut. Örneğin; karbondioksit salınımının ve tüketimin merkezi olan ABD, bireysellik ve fazla tüketim politikasıyla ilk etapta salgından daha az derecede etkilenmişti. Toplu taşıma kullanım oranının düşük olması, herkesin kendi aracı ile ulaşımı sağlaması ve çoğunun Amerikan tipi villalarda oturması, karbon ayak izini azaltmanın bu durumda daha tehlikeli olabileceği düşüncesini akıllara getirdi.

Fakat sıra New York gibi metropollere gelince işler değişti. Teknolojinin üreticisi, neoliberalizmin kalesi ve tüm dünyaya demokrasi ile medeniyet götüren savaş makinesinin sahibi, konu kendi halk sağlığını düzene sokmak olduğunda nasıl sınıfta kaldı, hep birlikte gördük. Her şey özel sigortaların sayfalarca minik yazıdan oluşmuş poliçelerindeki maddelerle çözülmüyor işte. (Bu yorumlar halen orada bulunan babamdan aldığım güncel bilgilere dayanıyor.)

Çoğu iklim aktivistinin aksine bilimciler karbondioksit salınımının sadece bir süreliğine azaldığını, salgın bitince ise daha yüksek bir oranla artacağını vurguladı. Global Karbon Projesi'ne başkanlık eden Stanford Üniversitesi'nden bir çevre bilimcisi olan Rob Jackson, “Koronavirüs nedeniyle emisyonların yüzde bir veya iki oranında düşmesi durumunda kutlama yapmayacağım,” dedi, “sürekli düşüşlere ihtiyacımız var. Ortalamanın altında anormal bir yıl değil. ”

Tahmin ediyorum ki, bu yorum çoğu aktivisti üzecektir :(

NASA ve Avrupa Uzay Ajansı uyduları, milyonların virüsü yavaşlatmak için kendilerini karantina altına almalarıyla Çin ve İtalya'daki hava kirliliği konsantrasyonlarında büyük düşüşler tespit etti. Tam Greta ve Gretaktivistler mutlu olacaktı ki, maske kullanımındaki artışın, evde kalmakla azalan karbon ayak izinin aleyhinde geliştiği ortaya çıktı.

Tek kullanımlık maskelerin, hasta olmayana yarardan çok zararı olduğu Dünya Sağlık Örgütü tarafından bildirilmişti. Konu hâlâ tartışmalı ama maske satışları giderek artmaya devam ediyor. Ülkelerin çoğunda hem dışarı çıkma yasağıyla hem de vatandaşların karantinaya teşvik edilmesiyle virüsün yayılmasına karşı alınan önlemler, bu bağlamda da çevre kirliliğine karşı büyük bir etki yaratmadı. Aksine Mart ayının ortalarına doğru Hong Kong’un plajları ve doğa parkurları tek kullanımlık maskelerle dolup taştı. Atık maskelerin üretildiği polipropilen, doğaya karışması çok uzun süren bir plastik türü; deniz yaşamı ve vahşi yaşam habitatlarının kirlenmesi bakımından çok büyük risk teşkil ediyor.

Tabii çok sayıda maskenin düzgün bir şekilde bertaraf edilmemesi durumunda kırsal yaşamda veya denizde, kara ve deniz hayvanlarının çoğu zehirlenerek, boğularak, yaralanarak ya da hastalanarak ölme tehlikesiyle karşı karşıya. 


Deniz koruma grubu OceansAsia'nın kurucu ortağı Gary Stokes’un topladığı kullanılmış maskeler. 

Hong Kong’un Soko adalarında görülen çevre kirliliği, deniz koruma grubu OceansAsia'nın kurucu ortağı Gary Stokes’un plajdan topladığı maskelerle gündeme geldi. Bu maskelerin gerekmediği takdirde kullanılması ve tek kullanımdan sonra çevreye atılması virüs ve mikropların yayılması konusunda da çok büyük bir tehdit unsuru olarak ele alınıyor.

Düzensizlikle Başa Çıkma

İnsanlar birbirinin kurdu da olsalar, sosyal bir varlık da olsalar, şurası kesin: Koronavirüsün kontrol altına alınmasıyla tüketim çılgınlığı başlayacak (aslında bitmedi ki zaten, kargoculara sormalı) ve beraberinde karbondioksit salınımı artacak.

Peki bunun nedeni ne olabilir? Niye çözüm üretmiyoruz? Neden yeniyi kurabilecekken eskiye dönüyoruz?

Sanırım “hep bana” demekten.

Ben doğmadan tam on yıl önce hit olmuş, Zerrin Özer’in söylediği Onno Tunç’un Hep bana isimli bir şarkısı var. Sen nasıl biliyorsun diye sormayın, ne zaman imkânsız bir şey istesem ama karşılığını vermek istemesem, annem bana bu şarkıdan söz eder. Bu da annemden bir katkı. Önceleri çok önemsemezdim sonunda bir yutupladım ki sözleri, klibi filan ne güzel şarkı çıktı. Sözleri çok komikmiş.

 

Zaten bizim kuşak için ters bir durumdan bahsetmiyor. Biz zaten “hep bana” diyormuşuz. Dinlediğimde bana hiç garip gelmedi ve itiraf edeyim güldürdü beni.  

İstediğimi yesem ve hiç şişmanlamasam. 3 ayda bir akıllı telefon değiştirsem ama kredi kartı borcum artmasa. Karantina günlerinde dışarıda gezsem ama hastalık kapmasam. Her yere arabayla gitsem ama sera gazı üretmesem. 

Peki dünyayı bu duruma Greta mı getirdi, bizim kuşağımız mı getirdi yani?

Kuşaklar bir yana, buradaki büyük sorun, şehirlerin hem karbondioksit salınımını azaltmaya hem de salgınlara hazırlıksız oluşu. Bunu anlamak için pandemi gerekse de…

Virüs yokken kamu alanlarının az olması bireysel tüketimi artırıyordu. Çoğu kişi evinde kendisine özel mekânlarda zaman geçirdiği, kendi arabasında tek başına yolculuk ettiği için yani daha fazla yakıt ve enerji tükettiği için salınım gittikçe artıyordu. Virüs geldikten sonra herkes evine çekildi. Bireysel konutlarda su, gaz, ısınma ihtiyacı ve elektrik çok kullanılmaya devam ederken dışarıda toplu alanların değeri arttı. Toplu taşıma kullanılmaz hale geldi.

Daha az et tüket, daha çok toplu taşıma kullan, enerji ve yakıtı az tüket ve daha az ısınma ve havalandırma kullan diyerek eski düzeni sağlamak mümkün değil artık. Bu durumda hem salgın hastalıkları hem doğal afetler hem de karbondioksit salınımını optimumda tutacak şehirlere ihtiyacımız var. Peki bu nasıl mümkün olacak?

Yani, topluca az kaynak tüketerek çevreye saygılı, sürdürülebilir ama kimseyle aynı mekânı paylaşmadan özel mekânımda ayrı ve tekil yaşamak...

Evli olup bekâr kalsam, çalışmadan zengin olsam…

Hazırlıklı olmak için gereken düzen, virüs geçirmeyen kent planlaması yapılmasını gerektiriyor. Tabii tüm şehirleri yıkmak, ya da hepsini terk edip uydu kentler inşa edip oralara göçmeyi önermiyoruz. Ancak bir şekilde şu andaki şehirlerde optimum bir gelişme sağlamak zorundayız.

İşimiz daha da zorlaştı. Eskiden sıkış tıkış olmayan yaşanabilir kentler için tasarım kıstasları sürdürülebilirlik ve enerji tüketimi konularıyla çakışırdı. Şimdi ise bu iki kavram bir de pandemik hastalıklara hazır olan tasarım kavramıyla çakışıyor.

Kamu ve özel hizmet sektör merkezlerden başta hastaneler olmak üzere artan vaka sayısıyla artan ihtiyaçlar ve devamlı tüketim süreci için en kısa zamanda etkisini gösterecek yeni yapı projeleri ve şehir planlamaları oluşturulmalı. Bunun için önerdiğimiz yöntem DURUMA GÖRE ANINDA DEĞİŞEBİLEN ŞEHİRLERDİR.

Öneri, gerekirse mülkiyet kavramının bir daha sorgulanmasıyla, siyasi yönetim tarzlarını yeniden gözden geçirmekle, başarılı olduğu düşünülen (en azından salgını atlatmak yönünde) Çin, Güney Kore, Japonya ve anında sahra hastanesi kurabilen öteki kriz yönetimlerine odaklanmakla mümkün.

Bu yazı bir çözüm yazısından çok İskender’in düğümünü gösterir gibi oldu, ama doğrusu ben yazarken çok şey öğrendim. İklim krizinden alıştınız ama, her şeyi gençlerden beklemeyin canım!

 •

 

KAYNAKÇA:

Barboza, T. "Coronavirus shutdowns are lowering greenhouse gas emissions; history shows they’ll roar back", Los Angeles Times, 19 Mart 2020.

Addo, R. and Addo, "Coronavirus is contributing to POLLUTION, as discarded face masks clutter Hong Kong's beaches", Daily Mail, 12 Mart 2020.