Vivet Kanetti ile söyleşi: Dijitale göç ve kendi kendisinin yayıncısı olmak

"Yeni teknolojiler bilinmezlik potansiyelleriyle gelirler ve bu bilinmezlikle oynamak, onunla flörttür heyecan verici olan, onlara taşlaşmış kanaatlerle karşı durmak değil."

Sanırım seni K24 okurlarına tanıtmaya gerek yok! Yıllardır yazıyorsun, kitapların basılıyor. Ama son zamanlarda yazdıklarını, öykülerini, yazılarını, romanlarını https://vkanetti.wordpress.com adresinde okurlara 'hediye ettiğini' görüyoruz. Sadece yazılarına değil, şimdiye değin yazdığın romanlara da buradan isteyen herkes ulaşabiliyor. 

Önce bu işin bir hikâyesini anlatır mısın? Neden eserlerini webde yayınlıyorsun? Yayın dünyasına küstüğün için mi? Fikri mülkiyet haklarına karşı olduğundan mı? Yoksa basılı yayının ömrünü doldurduğunu, edebiyatın geleceğinin artık dijital ortamda olduğunu mu düşünüyorsun? Nasıl başladı bu iş? Fikir nereden çıktı?

K24 okurlarına beni tanıtmaya gerek yok mu bilmem, ama herhangi bir nesilden okurun kitaplarımla kolay buluşamadığına eminim. Yeni değil, yıllardır böyle. “Çok satar” olmayan, olmamış birçok yazarla paylaştığım bir kaderdir belki.

Her kitapçı çıkışında şehirde küskün ve avare dolaşmaktansa yazar edilgenliğinden sıyrılmaya karar verdim bir gün. Madem kitapçıların durumu buydu ve metropolün her mahallesine bir kütüphaneden mahrumduk, bari yetişme şansına sahip olduğum teknolojilerden yararlanmalıydım. Yeni okurlarımı bulmak adına kendime yeni bir şans tanıdım diyeyim, yani “hediye”den söz edilecekse öncelikle kendime bir hediye söz konusu. Romanlarımı ve iki Colette çevirimi vkanetti.wordpress.com’a yerleştirdim ve yeni yayın ortamıma göre tasarlanmış bir türe giriştim. Tefrika dediğim “bir kadının muhasebe defteri”ne. İstediğim aralıklarla yazıyorum, kâh on beş günde bir kâh ayda bir, şu an “bir kadının muhasebe defteri no 32”deyim. Orada günlüklerimden bölümler var, kimi zaman bugünden bakış, bir öykü, çok nadiren bir yazım. Çok nadiren.

Hiçbir şey yerleştirmediğim bir gün, hangi çalışmalarım indirilmiş mesela, aşağıda ekran fotoğrafını geçiyorum.

Her sabah buna benzer fotoğraflarla karşılaşmaktan heyecan duyuyorum. Tabii madalyonun mat yüzü de var: Oraya buraya kitaplarınızla çağrılmıyorsunuz, “İmza atmasan da laptopunu al gel” veya “gel bize bu yeni serüveninden bahset” demek pek akılları yoklamıyor. İlk sizin aklınıza geldi, teşekkür ederim. “Teknopolis’in yazarının aklına gelmesin mi?” de diyebilirsin.

Dijital ortama seni en çok çeken şey ne?

Kâğıt kitapta tek tashih için yeni basımı beklersin, biliyorsun, ki bu birçok yazarlık macerasında yıllara tekabül edebilir. O bekleyiş yazarı kemirir durur, hatta kitabından soğutur. Dijital ortamda kendi kendini yayımlarken, işin baş döndürücü yanlarından biri sonsuz düzeltme imkânın. Ara ara metnine dön, kimi bölümleri yeniden oku, istediğin müdahalede bulun, mevcut PDF’yi sil, yenisini yerleştir. Bu bende bağımlılık yarattı diyebilirim. Büyük zevkim, oyunum. Huysuz Büyüyor’u, Kırık Zarlar’ı, Prensler Adası’nı, Turuncu Kayık’ı, Modern Türk’ü ve diğerlerini kim bilir kaç kez yeniden PDF’leyip yerleştirmişimdir, eskisini çöpe atıp. Bendeki Teknopolis’i geçenlerde bir arkadaşım alıp götürdü, ama Tim Parks’tı galiba bilgisayarda çalışmaya bayıldığını, bilgisayarda sözcüklerle çok başka bir ilişki kurulduğunu anlatan, değil mi?

Benim örneğime dönersek, hangi siteler kitabının PDF’ini indirip alırsa alsın (ki tabii artık bu hakkı onlara tanımışım), kendi dijital alanımdaki hep en sonuncusu, en tazesi, en yeniden gözden geçirilmişidir. Oradan okumanın, metni oradan indirmenin bir ayrıcalığı var. Ve evet, yazarlıkta yeni bir pencere, hatta genişliklere açılan çift kanatlı bir kapı bu… Yayımcı, matbaa ve diğerleri karşısında yazarın edilgenliğini azaltan yenilikler. İlkesel olarak eski romanlarımın temel dokusunu dijitalde değiştirmiyorum, “bunu zamanında yazmışım” iddiası da yok olurdu çünkü, ama çapak temizlemeleri sonsuz ve zevkli, bağımlılık yapan bir meşgale.

Zevkli olmasına zevkli ama bu sonsuz düzeltme süreci yorucu olmuyor mu bir süre sonra?

Söylediklerimde abartma payı da var tabii. Mesela senin favorilerinden Prenslerin Adası’nın PDF’ini en son 25 Mart 2019’da yenilemişim, demek bir yıl önce. Yılda bir kez metnini yeniden gözden geçirmek de her yazarın hakkı olsun artık, değil mi? Yıllarca beklemek zorunda kalmak esas, büyük azap. Yazar zaten doğası gereği takıntılı; ona yönelik işkence eğilimlerini fazla özendirmemeli, hatta giderek azaltmalı.

Elyazısından asla vazgeçmeyen yazarlardan biri olmadın hiç sanırım.

Yıllarca romanlarımla değil gazetecilikle geçindiğim için olsa gerek, bilgisayarda yazmaya erken başladım, bilgisayarda yazmayı da sevdim. 2015, 2016’da giriştiğim kendimce manyak roman Bana Modern Türkün Tarifini Yapabilir misin Kaan? (ki yöneticisi olduğun Kanat Kitap’tan çıkmıştı ilk) muhtemelen bilgisayar ve iskemlemle bütünleşmemle de alakalıydı. O yıllarda twitter varsa da henüz ben haberdar değildim, ama biraz o ritimde bir kitap oluşmuştu. Pek çok gazete ve sitelerdeki nice anonim web yazarının izi, ritmi, nefesi var kitapta. Ayça Ören’le Fındıklı parkındaki söyleşimizde apartman pencerelerini gösterip “Geceleri ışıklar yandığında, bu pencerelerin ardında birer potansiyel yazar var artık” demiştim. Andy Warhol’un lafını az bükersek, pencerelerin ardındakiler on beşer dakikalık yazar mı olacak, daha uzun soluklu mu? Yanıtı elbette bugünden verilemez. Ve bu konularda bahse girmek, edebiyatçıyı hep 19. yüzyıl kalıplarında tutmaya çalışmak gülünç.

“Ekran ışığında yazarak sosyalleşenlerden hiçbir zaman edebiyatçı çıkmayacak, çıkamaz” diye yırtınanları bir zamanlar elektrikli ütüye ve empresyonist resme karşı çıkmış olanlar kadar dramatikçe muhafazakâr buluyorum. Yeni teknolojiler bilinmezlik potansiyelleriyle gelirler ve bu bilinmezlikle oynamak, onunla flörttür heyecan verici olan, onlara taşlaşmış kanaatlerle karşı durmak değil. Ha, flört nerelere kadar yükselecek, kalıcı eserlere dönüşebilecek mi? O da bilinmezin parçası olsun. Hazır çorba gibi hazır formüller yok ki bu alanda... O formülleri hepimize dayatmaya çalışanlar, sosyal medyanın yeni argosuyla, büyük yanılıyor. Romanda sırasıyla farklı kahramanların ağzından, zihninden, bilinç akışından anlatının ilerlemesi; bu dahi bugün kalıplaşıp, Amerikan dizilerinde kurallaştı, düşünün! Bu koşullarda edebiyatçılara formül mü dayatacaksınız?

Kendime dönecek olursam, Modern Türkün Tarifi romanımdan bir on, on iki yıl sonra bana özel bir dijital alan yaratmam sanki kaçınılmazdı: fikri takibimin göstergesi diyelim.

Peki ama “kendi kendinin yayıncısı” olmanın bir sakıncası yok mu? Yazdıklarını filtre eden, tartışabileceğin bir editör, kitaplarını belli bir dizi içinde basan, dolayısıyla daha yayınlandıkları anda bir bağlama oturmalarını sağlayan bir yayıncı yok ortada. Demek istediğim, yayına hazır hale gelene kadar bir “dış göz”den mahrum olmak sorun teşkil etmiyor mu?

İlk sakıncası, hiç maddi kazanç getirmemesi. Bu nedenle genç yazarlara aynı yolu tavsiye etmeye çekinirim. Zaman içinde maddi kazanç devreye girebilir de, şimdilik sadece şu veya bu nedenle okura ulaşabilmenin yolunu tamamen tıkanmış gören genç yazarlara önerebilirim.

Editör ve yayıncı gözüne gelince... Dış gözü sadece kâğıt üzerinde hisseden biriyseniz, dış gözün hep tek olmasına alışmışsanız, bu tür yayımcılık sakıncalı... Oysa dijitalde metin neredeyse hep oluşum hâlindedir (“bir kadının muhasebe defteri” tefrikamdan söz ediyorum şimdi; diğerleri eski romanlarım.) Kulisi izleyiciye açan tiyatro ekolleri gibi düşünün. Tam öyle değil, ama biraz da öyle. Bu çok tanıklı oluşum sürecinde, editörleriniz de oluyor. Size isabetli, gayet yaratıcı fikirlerle gelen, kimi zaman sadece tashihleri işaret eden eski dostlar, yeni dostlar, çeşitli ve çoksesli bir yelpaze.

Senin Teknopolis’teki Wikipedia anlatımını etkileyici bulmuştum. Amatör bir oluşumun, çokseslilikle, demokratikliğiyle, kendi kendini düzeltme ve denetleme hızıyla bir süre sonra en prestijli ansiklopedilerin önüne geçmesi, başta burun kıvırmış akademiklerin şimdi orada yazmak için yarışması... Dijitalde editoryal kadro hızla çokseslileşip yenileniyor: Yazarın ve okurun metne yeni bir gözle değil, “yeni birçok gözle” bakmasını sağlıyor. Son karar hep sizde olsa da.

Peki dijital ortamda da profesyonel editörün gerekli olacağını düşünmez misin?

Profesyonel editörler, tabii. Tek editör değil ama. “Tekçilik”in bu alanda kırılması editörlerin kendilerini yenilemesine, maceraya dah fazla açılabilmelerine, üsttenci bir bıkkınlıktan, yersiz bir özmemnuniyetten sıyrılıp işlerine farklı bir coşkuyla sarılmalarına vesile olabilir.

Dijital ortamda kendi kendinin yayıncısı olmak, okuma tarzını değiştirdi mi? Bir okur olarak e-kitaplarla aran nasıl?

En zor soru geldi! Açıksözlülükle yanıtladığımda korkarım geçerli not da alamayacağım. Sevdiğim, merak ettiğim yazarlar etrafında dönen günde mutlaka iki, üç yazı okurum dijital ortamda. Ve birkaç dilde. Kütüphanemde bulunmayan şiirleri ararım, bulursam okurum, ancak e-romana henüz pek aşina değilim. Niçin? Her şeye rağmen bu teknolojileri ilerlemiş bir yaşımda yakaladığım için. Neyse, bardağın dolu tarafına bakmalı: Hiç yakalayamayabilirdim de!

Bir diğer neden, arz henüz hakikaten fazlasıyla sınırlı. Ben varım nihayet, değil mi, kitaplarını dijitalde arz eden? Yeni nesillerin hayatına boydan boya yerleşecektir ama e-kitap. Son bir taşınmam sırasında, belim ve sırtım neredeyse çöktüğünde “yarım asır sonra insanlar bugünkü kitap hamallığımıza kimbilir ne gülecekler” deyip durduğumu hatırlıyorum.

Peki, senin için basılı/dijital ayrımı kitabın türüne göre değişiyor mu? Okur olarak belli tür kitaplarda dijitali, belli türlerde ise basılıyı tercih etmek gibi alışkanlıkların var mı?... Benim için var mesela: Kurguyu kâğıtta seviyorum, kurgudışını ekranda. – Deneme de kâğıtta, çünkü o da kurgu aslında.

Senin gibiyim. Şiiri ekleyebilirim listene. Ama ikimiz de “iyice pişmiş” nesillerdeniz. Ben dijital alanımı yeni nesillerle buluşma şansım olsun diye kurdum. Tabii “Aa Vivet şu kitabı yazmış, zamanında kaçırmışım, şimdi bulunmuyor, baskısı çoktan tükendi ama ben mutlaka okumak isterim” diyen her nesilden insanlar için de. Her yaşta azıcık görme sorunu olanlar için de dijital mükemmel ortam, satırları dilediğince büyütebiliyorsun; böyle bir not geldiğinde mutlu oluyorum.

Kâğıda dönmeyi, yeni bir kitabını bastırmayı hiç düşünmüyor musun?

Durumumdan memnunum şimdilik, yeni yerime çok bağlandım. Epeyce bir süre sonra, “bir kadınının muhasebe defteri”ni, belki.

Peki, dijital ortamın uçuculuğu seni rahatsız etmiyor mu? Hangi yazar kalıcı olmak istemez ki?

Uçucu mu sence dijital ortam?

Evet. Hem uçucu hem de çok değişken. Basılı sayfalarla karşılaştırıldığında dijital kıpır kıpır, oynak. Metin o eski metin değil artık. Bu söyleşi K24'te yayınlandıktan sonra mesela, bir hata gözüme çarparsa hemen düzelteceğim. Şahane: Hatalara bile güvenilmeyen bir ortam!

Bana hiç öyle gelmiyor. Herkes herkesin söylediğinin, yazdığının çok daha fazla hesabını tutar oldu dijitalin doğuşuyla. Eskiden birilerine kimi sorulara yöneltmek, o fırsatları doğurabilmek, yılları alırdı; şimdi çok daha fazla ve çok daha süratle veri ve bilgi birikimi var. Bu verileri bilinçli bir süzgeçten geçirebilmek elbette emek ve zihinsel ayıklık gerektiriyor. Ki olacak artık o kadar, değil mi? Eskiden kâğıda basılı yanlışları düzeltmek çok daha zaman ve emek gerektiriyordu. Şimdi bir haksızlığa anında cevabı yapıştırabiliyorsun; bu muazzam bir olanak. Kalıcılık konusuna gelince… Bizim uğraşlarımız daha çok kumar alanına girer. Yazdıkları en güzel ciltlerde, hatta dünyadaki en prestijli yayınevlerinde basılanların en kalıcı olabileceği konusunda inan, elde hiçbir garanti belgesi yok.

Kabul et ki kâğıdın ayrı bir yeri var, yoksa Umut Burnundan Dolaşarak niye dijital ortamda değil de klasik bir kitap olarak ikinci baskısını yapsın?

Umut Burnundan Dolaşarak’ta ben yazar değil, editörüm. Kitabın üç editöründen biriyim.

Ömer’le otuz yılı az aşmış yol arkadaşlığımızda sık sık “Daha kitabımı yazacaksın, bu konuda bana sözün var” derdi, ben de ona “Olur, yazarım. Hatta onu birlikte yazarız” derdim.

Birlikte yazma şansımız olamadı, çünkü o gitti, ben kaldım. Konuyu epeyce tarttıktan sonra, onun sonuna dek hareket halindeki sanatsal, düşünsel macerasını, mizahını, bir ömre birçok hayat ve koca bir çalışma sığdırışını benim ağzımdan anlatmaya çalışmaktansa, yeri kendi sesine ve başkalarıyla söyleşilerine bırakmayı tercih ettim, yani çoksesli bir iletişime, farklı isimlerle diyaloglara… Ve bu, kitaba bir otobiyografi kurgusu da kazandırdı. Mümkün olduğunca da söyleşilerde kullanılmış görsellere yer verdik.

Sonuçta, ardından bir tanıklık kitabı yazmadım ama sanırım daha iyisini yaptım; çünkü Ömer bir diyalog virtüozuydu, her nesilden, her meslekten, her uyruktan insanla yaratıcı diyaloglar kurabilen, o diyaloglardan da beslenen biriydi. “Gece demokrasisi” diye bir lafı vardır mesela, ki sanırım kendisini epeyce iyi anlatır.

Kitabın bu konsepti, soru sormasını, bir konuyu irdelemesini bilen, düşünen ve düşündürtebilen bir dönemin gazetecilerine, entelektüellerine, sanatçı ve şairlerine de bir saygıydı. O anlamda kolektif bir kitap diyebiliriz. Arka kapakta tüm söyleşenlerin adları var zaten. Kitabın adı ise, Ömer’in bir desenine verdiği isimden geliyor: Umut Burnundan Dolaşarak. Herman Melville’in Moby Dick’ine ve çok sevdiği şair-yazar Malcolm Lowry’ye bir göz kırpmayla. İlk baskı yedi yıl önce Sanatatak yayınlarından çıkmıştı, o gün ulaşamadığımız kimi çok değerli söyleşiler ve Refik Durbaş’ın şiiri Alef Yayınevi’nden çıkan genişletilmiş 2. baskıya eklendi. Kitabı kutlarken teker teker tüm söyleşenleri bulduk diyebilirim. Çoğunun sosyal medya hesaplarının profilinde gazeteci yazıyor, bugün bir yerde mesleğini sürdürsün/ sürdürmesin, bu da beni çok etkiledi.

Büyük emek ve zaman yuttu, ama güzel kitap oldu Umut Burnundan Dolaşarak. Bu akde vefama katkı sunmuş herkese müteşekkirim.