Uykusuzluğun Şarkısı

Uykusuzluğu edebiyattan mitolojiye, psikolojiden popüler kültüre uzanan bir yelpazede ele alan Marina Benjamin'in Burcu Uluçay tarafından çevrilen Uykusuzluğun Şarkısı kitabından tüm uykusuzlara tadımlık bir bölüm...

29 Ağustos 2019 12:10

 

Bazen yatağınızın başucundan bir tıkırtı gelir. Belki ga­rip bir cereyan ensenizdeki tüyleri diken diken eder ve teniniz ürperir, belki de bilekten dirseğe doğru kolunu­zun iç kısmında hafif bir okşama duyarsınız, kuş tüyü gezinir gibi. Göz açıp kapayıncaya kadar ancak süren beklenmedik bir sendeleme, peşi sıra yukarı düşüyor­muş hissi ve işte hoş geldi. Siz de hoş geldiniz.

Bir şeyi, bizi nelerden mahrum bıraktığına bakarak ta­nımlamakta ısrar edersek bu şey kendini gösterdiğinde kaybedilenlerin özünü nasıl kavrayabiliriz? Ya varlığıyla kazandırdığı şeyler varsa? Uykusuzluğun meselesi de bu.

Geceleri ayaktaysam dünya farklı bir tona bürünür. Daha sessiz, daha yakındır ve artık daha bir dikkat eder olduğum karanlığın değişik kıvamları vardır. Gecenin ortasına kefen bezi gibi yumuşakça serilen yoğun, ser­semletici karanlığı ve nem havayı statik elektrikle dol­durduğunda yeşilden siyaha çalan geceyi atlamam. Yarı gölge, şafağın gelişini haber verircesine usulca yer de­ğiştirirken günün aydınlanmakta olduğu hissinden çok algılama eşiklerinizde bir hassasiyet duyarsınız, hani göz doktoru gözlerinize yumuşak odaklı bir mercek takar da görüş alanınızın çevresindeki bulanık şekillerin ne olduğuna cevap vermenizi ister ya bu da böyle bir şey. Örtüsünü kaldırabileceğiniz türlü karanlıklar olduğu ve insanın bu sayede geceleyin okuyup yazmayı öğrenebi­leceği sonucuna vardım.

Uykusuz hayatımın sakin karanlıklarının diğer ucunda halsiz, bitkin, odalar arasında uyuşuk adımlar atan alık bir hayaletim, varla yok arasıyım. Bir saat okur sonra elime bir fincan çay alıp köpeğimle otururum. Baygın baygın birbirimize bakarken köpeğimin uyumaya olan hayvansı maharetine gıpta ederim. Halbuki daha birkaç dakika önce koltukta dibime kıvrılmış yatıyordur ama biraz sonra bacakları gayda kamışları gibi yayılmaya başlar ve küçücük ılık bedeni aşağı yukarı inip çıkarken köpeğim kendini uykuya bırakır. Şöyle bir kıpırdayacak olsam hemen gözlerini açar ama korkuya kapılmaz; o kahverengi ıslak gözlerini kaldırarak bana bakar ve dün­yanın bıraktığı gibi durup durmadığını öğrenmek ister.

Böyle gecelerin sabahına, etrafta hepsi de bulunmak ve hatırlanmak için bekleyen kanıtlar bırakmış olurum: kayıtsızca fırlatılıp atılan bir çift topuklu ayakkabı gibi sehpanın üzerinde saplarını havaya dikmiş duran okuma gözlüğüm, sandalyelerden birine yüzükoyun açık bıra­kılmış kitabım, mutfak tezgâhında kırıntılar. Bir taraftan sabahlığımın kuşağını bağlarken cansız ışığın yavaştan yayıldığı salonda bitkin, çökük öylece dikilirim. Gece­nin nasıl geçtiğini zihnimde yeniden canlandırmak için ipuçlarından yararlanmaya çalışıyorumdur ama daha anlam verememişimdir. Sabah suç mahallini andıran bu mizansenlebaşlar. Tek eksik, yere dış hatları çizilmiş beden figürüdür; orada olmayan beden yatakta yatması gerekirken ayakta, uyanıktır.

Mehtapla aydınlanan geceler de olur, keskin parlaklığı olan geceler. Her şeyin daha güçlü hissedildiği böyle za­manlarda iyice kurtlanır ve sabahı sabah ederim, zihnim yavaşlamak bilmez. Merdiven basamaklarını gıcırdata­rak aşağı iner ve şevk kırıcı bir merakla bilgisayarımı açıp günışığının saltanatı ele aldığı yerlerle ilgili felaket haberleri tararım. Neler çıkmaz karşıma? Patlayan bom­balar, katledilmiş insanlardan geriye kalan görüntüler, seller, yangınlar, terörist pusuları. Alışıldık facialar. Elim ayağım titreyene kadar can sıkıcı haberler arasında me­kik dokur, bir taraftan da sövüp sayarım ve duygularımı kontrol etmeye çalışırım. Gecenin beni dizginlediğini hissediyorum çünkü güzel varlığımızın sırrıyla bir şekil­de gecenin en koyuluklarında karşılaşılabileceğine inan­mış durumdayım. Gece cephesini sabaha taşıyabileyim diye ufacık bir değer, sezgi gücü arıyorum.