Ulusal bildiriler izdüşümünde son altı yılın tiyatrosuna bakış

Tiyatro sanatı, içinde bulunduğumuz son altı senelik süreçte temel sorunlarla boğuşmaktan, ne yazık ki onu geliştirecek biçim ve içeriğine ilişkin tartışmalara geçememiştir

07 Nisan 2016 14:25

Uluslararası Tiyatrolar Birliği’nin (ITI) 1961 yılında yarattığı Dünya Tiyatro Günü her yıl 27 Mart tarihinde çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır. Bu kutlamaların gelenekselleşen en önemli etkinliklerinden biri de Dünya Tiyatro Günü bildirisinin yayınlanmasıdır. Bir tiyatro oyuncusu, yönetmeni veya yazarının yazdığı evrensel bildirinin ilki 1962’de Jean Cocteau (Fransa) tarafından kaleme alınmıştır. O zamandan beri 55 yıldır çeşitli tiyatro insanları tarafından her yıl bir evrensel bildirge açıklanmıştır. Uluslararası bu etkinliğin bir de ulusal boyutu vardır. Ülkemizde de uzun yıllardan beri Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi yazılmakta ve çeşitli tiyatroların 27 Mart tarihindeki gösterimlerinden önce okunmaktadır. Bildiriler yazıldıkları yılın gündeminden, tiyatro sanatının o periyottaki sorunlarından ve genel durumundan izler taşımaktadır. Bu nedenle bildiriler art arda getirildiklerinde tiyatro sanatının süreç içindeki durumuna ilişkin bir fikir oluşturabilir, süreç içerisindeki gelişimi ya da gerileyişi, başka bir deyişle devinimi hakkında bilgi verebilirler.

2010 yılının Dünya Tiyatro Günü ulusal bildirisi Ayşe Emel Mesçi tarafından yazılmıştır. Mesçi bildiriye, her şeyin bir toz bulutu olduğu evrenin oluşumu noktasından hareketle başlamıştır. Sonsuzluğa saçılan gök cisimleri içinde, mavi bir nokta olan dünyaya ulaşan yazı, insanlığın, kültürün, sanatın ve tabii ki tiyatronun doğuşuna kadar uzanır. Tiyatronun doğduğu topraklarda, Anadolu’da bin yıllardır süregiden tiyatro birikimini korumada cumhuriyet kazanımları ve kurumlarının etkisine değinir. Mesçi, bildirisinde tiyatroyu “hatırlayarak tanıklık etmek” olarak tanımlar ve kendine ve köklerine dönmenin önemini işaret eder:

“Kendini ve köklerini hatırlayarak var olmak, piyasa kurallarına değil kendi altın zincirinin halkalarına sadık kalmak, değişimin içinde yer alırken kendine ve her şeye dışarıdan bakabilme yeteneğini korumak, o yekpare geniş ânın parçalanmaz akışını duyumsamak…”[1]

Ayşe Emel Mesçi kaleme aldığı bildirisini, yine kozmosun içindeki ufak mavi gezegenimizdeki bir tiyatronun karanlıkta parlayan ışığına vurgu yaparak sonlandırır. Bildiri sonraki bildirilere kıyaslandığında sıradan, ciddi sorunlar yaşamayan bir tiyatro yaşamının süregittiği izlenimini uyandırmaktadır. Bildiri aracılığıyla sezinlenen problemlerse, cumhuriyet kazanımları ile köklere dönüşün sentezine ilişkin sorunlardan, piyasa kurallarına uyuşun yaratabileceği kalite sorunlarına bir iki başlıkla ifade edilebilmektedir. Bildiride sezdirilen sorunlarına rağmen, 2010 yılında tiyatro sanatının ülkemizde umutsuzluğun hissedilmediği bir sezon geçirdiği anlaşılmaktadır.

2011 yılında 27 Mart Dünya Tiyatro Günü ulusal bildirisini Ali Poyrazoğlu yazmıştır. Poyrazoğlu bildirisine, tiyatroyu yün çilesi metaforuyla tanımlayarak başlamıştır. Buna göre tiyatro yün çilesini, seyirci de örgü topu oluşturanı simgeler. Oyun bitip de perde kapandığında seyirci rengârenk yün toplarıyla kalır, düşüneceği, oynayacağı ya da yeniden yaratacağı… Böylelikle seyirci de tiyatrocu olarak tanımlanır bu bildiride:

“İyi bir tiyatro seyircisi de tiyatrocudur. Benim meslektaşımdır. Giden, okuyan, izleyen, parasını ayıran, izledikleri üstüne fikir üreten, çağdaş, uygar yaşama gönül vermiş insanlar benim meslektaşlarımdır. İzlediklerini başkalarıyla paylaşan, onların da tiyatroya gitmesini sağlayan sevgili tiyatroseverler, benim meslektaşlarım…”[2]

Adı “seyirci” olan meslektaşların alkışlanmasıyla son bulan bildiride göze çarpan herhangi bir sorun bulunmamaktadır. Ali Poyrazoğlu’nun bu bildirisinden, tiyatronun da ülkenin de gündemine ilişkin bir veri çıkarmak çok da mümkün görünmemektedir. Yine de 2011 yılında tiyatro sezonunun ciddi kırılmalar ve olağandışı sorunlar yaşamadığı söylenebilir.

2012 yılına gelindiğinde, ulusal bildirinin Kenan Işık tarafından yazıldığı bir Dünya Tiyatro Günü yaşanır. Işık, bildirisine “Tiyatro Öldü!” alıntısı ile başlar. Ona göre bu, son zamanlarda insanı usandıracak kadar sık tekrarlanmaya başlamış bir sözdür. Öyleyse Dünya Tiyatro Günü’nü kutlamak yerine yasını tutmanın daha doğru olacağını belirtir. Görkemli bir anıt mezara konulabilir tüm tiyatrocular ve özgürlük, demokrasi, barış ve adalet isteyen herkes. Tam da bu noktada Işık, bildirisine Shakespeare’in bilinen sonelerinden 66’ncısını alıntılar. “Kötüler kadı olsun Yemen’e…” ve ekler: “Mısır’a, Tunus’a, Libya’ya, Suriye’ye.”[3]

Bildiri, yerel kültürlerin hızla yok olduğu, sığ ve yoz bir kültürün kitapçı vitrinlerini hızla doldurduğu, popüler kültürün beyinleri uyuşturduğu dünyanın, tiyatronun ölümüyle hızla kıyametine gideceği vurgusuyla son bulur. Buna göre tiyatrosuz bir dünya, içinde hiçbir oyuncunun olmadığı hüzünlü bir dekordan başka bir şey olmayacaktır.

Bilindiği ve bildiriden de anlaşılacağı gibi 2012, “Arap Baharı” olarak adlandırılan sürecin yaşanmaya başladığı yıldır. Bu nedenle Kenan Işık’ın kaleme aldığı bildiri, genelinde bu sürece vurgu yapar. Yerel değerlerin ve insanların evrensel değerlerinin korunmaya ihtiyaç duyduğunun ifade edildiği yazıda, dünyanın yaşadığı en büyük problem, egemenlerin dayattığı yoz ve popüler kültürün, insanca olanı yutmaya çalışması olarak belirtilir. Tiyatro sanatının sorunlarından çok önemine dikkat çekilen yazının, 2012 yılında dünyada olup bitenler karşısında pek de umutlu olduğu söylenemez.

2013 yılının “Hep Vardı Tiyatro” başlıklı ulusal bildirisi Göksel Kortay tarafından yazılmıştır. Kortay bildirisine, Anadolu’nun zengin kültürel mirasının, bir rönesans olarak tanımladığı cumhuriyetle birlikte tiyatro alanında da gerekli ve önemli bir yer aldığını belirterek başlar. Laiklik ve demokrasi vurgusu ile devam eden bildiri, tiyatro sanatının bazı misyonlarına dikkati çeker:

“Birey çağına tanıklık eder tiyatro aracılığıyla; sorar, sorgular. Güçlüdür tiyatro sanatı, çünkü anlatacak sözü vardır hep... Dinamiktir, enerjiktir tiyatro, en yalın eğitim aracıdır. Dil birliği bir ülkenin temel yapı taşlarındandır.... Her ülkede dilin en güzel kullanıldığı yer tiyatro sahnesidir kuşkusuz. Günümüzde aşırı derecede yozlaşan Türk dili kullanımınının doğru çizgide gelişmesinde çok önemli bir rol üstlenir tiyatro.”[4]

Gerek sanatın doğasından kaynaklanan, gerek cumhuriyet rejiminin yüklediği misyonları belirten bildirinin devamında Kortay, tiyatro sanatının sorunlarına dikkat çeker. Cumhuriyet özgürlük ve demokrasi gibi kavramlara ilişkin kaygıların ön planda olduğu, özgürlüklerin sınırlandırılmaya çalışıldığı bir süreç yaşandığı, bildiriden kolaylıkla sezinlenmektedir. Yazıda değinilen bir diğer sorun Türk dili kullanımının yozlaşması olarak karşımıza çıkar: Buna göre tiyatro, dil kullanımının yozlaşmasının önüne geçilmesi gereken bir yer olarak gösterilir. Bir başka sorun ise hoşgörü yoksunluğudur. Sorunların şiddetle çözülmek istendiği, oysa ki tiyatro sanatının anlaşarak çözüleceğini vurguladığı belirtilir. Bildiri, şiddetten uzak, barışçı, yapıcı, birleştirici bir sanat olarak tiyatro sanatının toplumun gelişmesine ve değişmesine öncülük etmesi gerektiği vurgusunu yapar.

Önceki bildirilere kıyasla 2013 yılının bildirisi hem ülkenin hem de tiyatronun gündemine ilişkin önemli veriler içermektedir. Yazıdan, tiyatro sanatının engellenmeye çalışıldığı, zorluklar çıkarıldığı, buna rağmen özellikle İstanbul’da irili ufaklı mekanlarda üç yüze yakın oyunun sergilendiği anlaşılmaktadır. Söz konusu engellemeler ve zorlukların özel tiyatrolara yapılan yardımlar ve ödenekli tiyatroların yönetmeliklerinde yapılmak istenilen değişiklikler olduğunu anlamak zor değildir. Bunlara ek olarak bildiri, özellikle tiyatro mekânlarının hızla AVM’lere, otellere dönüştürülmeye çalışıldığını da tarihe not olarak düşer ancak, İstanbul’da yaşanan bu karamsar tabloya rağmen Anadolu kentlerinde yeni tiyatroların yeşermekte olduğunu da belirtir. Bildiri, AB üyelik sürecinde sadece ekonominin değil, kültür ve sanatın da önemli bir kriter olduğunu, bunun için de Anadolu’ya tiyatro tohumlarının serpilmesinin toplumu uygarlığa daha da yaklaştıracağı önermesiyle son bulur.

2014 yılına gelindiğinde ise bir ilk yaşanır. Dünyanın her yerinde Dünya Tiyatro Günü bildirisi bir tiyatro insanı tarafından yazılmaktayken ulusal bildiri ülkemizde Uluslararası Tiyatro Enstitüsü - UNESCO Türkiye Merkezi İcra Komitesi tarafından yayınlanır. 2013 yılında yaşanan “Gezi Parkı” sürecinden sonra, bildirinin bir tiyatro sanatçısına yazdırılmaması dikkat çekicidir. Kim olduğu ve tiyatro sanatıyla ilgilerinin ne olduğu bilinmeyen kişilerden oluşan komitenin yazdığı imzasız bildiri, toplumun kutuplaştırıldığını tespit eder:

“O açıdan toplumumuz ne durumda diye soruyoruz kendimize. Pek sağlıklı görünmüyor. Sınıfsal karşıtlıklar ya da başka somut bağdaşmazlıklardan kaynaklanmayan anlamsız kutuplaşmaları aşamadık. Birlikte sorun çözülebilecek yerde bile birbirimizi sorun yaptığımız, el ele vereceğimize gırtlak gırtlağa geldiğimiz oluyor. Birbirine düşmanlaştırılan kesimler ‘kaba cahiller’ ve ‘vesayetçi beyazlar’ gibi yaftalarla ‘ötekini’ karalama yarışında.”[5]

Bildiri, bu tespitin ardından tiyatroyu olabilecek en klişe tanımıyla ele alır: insanı insana insanla anlatan sanat! Böyle olduğu için de empatiye en çok yer veren sanat dalının tiyatro olduğu tespiti yapılır. Bildiri bu nedenle özellikle ödenekli sanat kurumlarıyla ilgili yapılmak istenilen yapılandırmalar (TÜSAK tasarısı) sürecinde empati yapılmasını önerir. Bu empati çağrısının hükümete yönelen kısmı ödenekli kurum birikiminin kaybedilmemesi için adeta ricada bulunur ve “kulis bilgisi” olmayan sanat yöneticilerinin yerine tiyatroyu icra edenlerin getirilmesinin daha iyi olacağı ifade edilir. Bildiriden anlaşılacağı üzere, tiyatro yaşamı hakkında siyasi erkin yaptırımları dikkat çekicidir. Ancak bildirinin bir komiteye yazdırılması, bildiri dilinin siyasi erk karşısında ricacı bir arabuluculukla kaleme alınmış olması tiyatrocuların tepkisini çekmiştir. Sanatçılar Girişimi bildiriyi skandal olarak nitelerken, dönemin Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Başkanı Üstün Akmen bildiriyi reddettiklerini açıklamıştır. Bunun dışında pek çok tiyatro kişisi ve topluluğu da aynı şekilde bildiriyi reddettiklerini açıklamıştır. Bunun üzerine Yücel Erten 2014 yılı Dünya Tiyatro Günü için alternatif bir ulusal bildiri kaleme almıştır. Tüm bu gelişmeler 2014 yılının tiyatro yaşamındaki en temel sorunun siyasal erkin sanat kurumları üzerindeki dolayımsız baskısı olarak ortaya konulmaktadır. Öyle ki ortaya çıkışından beri tiyatrocular tarafından kaleme alınan bildiri bile bir komite tarafından hazırlanmıştır. Bu nedenle tiyatronun en önemli sorununun tiyatro konusunda tiyatrocu olmayanların karar verici duruma gelmesi olarak tespit edilebilir.

2015 yılının ulusal bildirisi ise, doğumunun 100. yılı kutlamaları nedeniyle Cumhuriyet tarihinin en önemli oyun yazarlarından Haldun Taner’in eşi Demet Taner tarafından kaleme alınmıştır. Demet Taner yazısına, sanatın yaşamı katlanılır kılan, dünyayı değiştiren bir güç olduğu vurgusuyla başlamıştır. Tiyatronun toplumları uygarlaştırdığını belirtmiştir. Ardından tiyatro sanatının insanların ortak malı olduğu, toplumların da onu geliştirdiği belirtilir. Toplumlar onu geliştirmiştir çünkü o, toplumların aynasıdır. Bu nedenle ona sahip çıkmanın önemi yazıda tekrar vurgulanır. Bu noktada önceki bildirilerle paralel bir noktaya gelinir: Cumhuriyet kazanımları ve Atatürk’ün sanata ve sanatçıya verdiği değer. Yazı şu şekilde devam etmektedir:

“Benzerliklerimiz ve farklılıklarımız, inançlarımız ve düşüncelerimiz, bir anlamda zenginliğimizi yaratırken, aslında hepimiz, insanlık denen bir ortak paydada buluşuyoruz. Bu noktada herkesin sevgiye, anlayışa, barışa, yaşamı paylaşmaya ihtiyacı var. Sevgiyle her şeyi kucaklamak için; karanlık değil, aydınlık gerek. Bütün çirkinlikleri güzelleştirmek için, haksızlıkları silmek için, Aydınlık!”[6]

Öyleyse yapılacak en iyi şeyin tiyatroları çoğaltmak olduğu belirtilerek bildiriye son verilmiştir. Bildiriden anlaşıldığı üzere, dikkat çekilen temel unsur Cumhuriyet kazanımlarıdır. Bunun dışında bildiri, tiyatro sanatının gündemine ya da sorunlarına bir göndermede bulunmamaktadır.

Son olarak bu yılın (2016) ulusal bildirisi ise Zeliha Berksoy tarafından yazılmıştır. Berksoy yazısına, “İnsanlık Dramı” adlı bir oyunun oynandığı karanlık bir çağda yaşandığını belirterek başlamıştır. Bildiri, tiyatro sanatının bilimsel olması gerektiğini, çünkü toplumu bilinçlendiren şeyin sanat olduğunu, bu nedenle yönetimlerin sanatı yüceltmesi gerektiğini belirterek devam eder:

“Tiyatroların yaşatılması ve yaygınlaştırılmasının ötesinde, başta izleyiciyi kucaklayacak birikimde tiyatro binalarının inşa edilmesi, sanatçılar için yeni yapılanmalar sağlanması ve böylece yurt sathında tiyatroların geliştirilmesi zorunludur. Tiyatro yönetiminde çağını yakalayan ve toplumuyla buluşturan yetkin yöneticilerin görev alması kaçınılmazdır.”[7]

Anlaşılacağı üzere Berksoy’un yazdığı ulusal bildiride tiyatronun temel sıkıntıları arasında mekân problemini, tiyatro sanatçıları için yeni yapılanmalara ve ülke genelinde tiyatroların geliştirilmesine ihtiyaç duyulduğunu görürüz. Ancak tiyatro sanatının belki de en önemli sorununun tiyatro yöneticileri sorunu olduğu belirtilmektedir.

Ülkemizde tiyatro sanatının son altı yılın bildirilerine yansıyan sorunlarını art arta koyduğumuzda şunları görürüz: piyasa koşullarına uyuşun yarattığı kalite sorunları; yerel ve evrensel değerlerin korunmasıyla ilgili sorunlar; popüler kültürün yol açtığı yozlaşma; dil ve hoşgörü sorunları; tiyatro mekânlarının AVM ya da otellere dönüştürülmesi; Cumhuriyet kazanımlarının korunması; siyasal erkin sanat üzerindeki baskısı; özel tiyatrolara yapılan devlet yardımlarının uygulanışı; ödenekli sanat kurumlarına ilişkin yapılmak istenen yeni düzenlemeler vb. Tüm bu sorunlar bir ya da birkaç bildiriye yansıyan temel sorunların ana başlıklarıdır. Ancak bunlara ek olarak, tiyatromuzun son altı yılın bildirilerine yansıyan en temel sorununun, tiyatro bilgisi taşımayan tiyatro yöneticileri ve tiyatro sanatı hakkında tiyatro sanatçılarının değil, siyasal erkin karar verici durumda tutulması olduğu görülmektedir. İçinde bulunduğumuz zamanda ülkemizde tiyatro yaşamının, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirileri’ne yansıyan fotoğrafı bu şekilde özetlenebilir.

27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirileri izdüşümünden hareket edilen bu yazı yazılırken yüzleşilen bir diğer sorun ise, son altı yılın ulusal bildirilerine ulaşmanın, tiyatronun en eski zamanlarında üretilen oyun metinlerine, kuram kitaplarına ulaşmaktan daha zorlayıcı bir araştırma sürecini gerektiriyor olduğu gerçeğidir. Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Türkiye Merkezi’nin bir internet sitesinin bulunmaması; ulusal bildirilerin kolay erişilebilir bir arşivinin olmaması; bu merkezin ne gibi faaliyetler yürüttüğünün takip edilememesi; icra komitesinin kimlerden oluştuğunun öğrenilemiyor oluşu; bildiri yazması istenilen kişilere nasıl karar verildiği gibi sorular da bu sorunun diğer boyutlarını oluşturmaktadır.

Tüm bu veriler ışığında sonuç olarak tiyatro sanatı, içinde bulunduğumuz son altı senelik süreçte yukarıda bahsedilen temel sorunlarla boğuşmaktan, ne yazık ki onu geliştirecek biçim ve içeriğine ilişkin tartışmalara geçememiştir.

[1] Ayşe Emel Mesçi, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi, 2010.
[2] Ali Poyrazoğlu, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi, 2011.
[3] Kenan Işık, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi, 2012.
[4] Göksel Kortay, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi, 2013.
[5] ITI-UNESCO Türkiye Merkezi İcra Komitesi, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi, 2014.
[6] Demet Taner, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi, 2015.
[7] Zeliha Berksoy, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi, 2016.
Yrd. Doç Dr. M. Melih Korukçu, İstanbul Aydın Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Drama ve Oyunculuk Bölümü Öğretim Üyesi.