"Toprağından sökülüp bambaşka bir iklime dikilen bitki solar, yaşamaz."

Zülfü Livaneli: "Bu romanda dengeyi kaçırmamaya çalıştım. Az ve öz bir anlatım olmasına gayret ettim. Yazdığım bazı bölümleri sonradan çıkardım. Bir de anlatıyla arama mesafe koymaya uğraştım. Zaten konu ağır, dram halindeki insanı anlatıyorum; bir de duygusallık katsam melodram olurdu."

24 Haziran 2021 05:30

Zülfü Livaneli son kitabı Balıkçı ve Oğlu’nda çağımızın en büyük insani sorunu göçmenliği Ege’de balıkçılık yapan, oğullarını ‘denize veren’ bir çift üzerinden anlatıyor. Çevre katliamlarını, rantı, insan vicdanını da usul usul işleyen kitabın en büyük ‘silahı’ anlatımdaki sadeliği ve yalınlığı.

Dünyanın kanayan yarası Orta Doğu’da yaşanan kıyım insanları sadece savaşla yok etmiyor. Bölgenin yıllardan beri kanla yoğrulmuş toprakları milyonlarca cesedin, harap olmuş şehirlerin ve paramparça olmuş hayatların dışında hem sebep hem sonuç olarak bambaşka bir sonuç daha doğuruyor: Göçmenlik.

Zülfü Livaneli, İnkılap Kitabevi etiketiyle yayınlanan son romanı Balıkçı ve Oğlu’nda da Ege’nin bir köyünde balıkçılık yaparak hayatını kazanan Mustafa ve karısı Mesude’nin üzerinden göçmenlik sorununu ele alıyor. Mustafa’nın bir gün denize açıldığında bir çocuk cesedi bulmasıyla başlayan kitap, sadece bir örnek üzerinden belki her gün yüzlercesinin yaşandığı, ancak artık kanıksadığımız bir olgu haline gelen göçmenliği okuru detaya, drama boğmadan aktarıyor.

Livaneli’nin ‘gençlik kahramanı’ Ernest Hemingway’e bol bol selam gönderdiği Balıkçı ve Oğlu duru anlatımıyla çevre katliamını, insan vicdanının gelgitlerini, ekmek kavgasını aşağıda okuyacağınız üzere gayet yalın bir dille anlatıyor. Zülfü Livaneli’yle son romanını konuştuk.

İnsanın hayatta en başta sınıfsal durumuna göre, bunu dışında savaş, açlık, yoksulluk, şiddet gibi dış etkenlerle bağlantılı olarak mecburi bir yaşam sürdürdüğünü ya da sürdürmek zorunda kaldığını, sonucunu bildiği bir sürecin içinde eninde sonunda ‘mutlak sonuç’la karşı karşıya kalacağını, dolayısıyla da aslında hepimizin bir ‘doğal yaşam göçmeni’ olduğunu düşünürüm hep. Katılır mısınız buna? 

Katılırım. Victor Hugo “Yanardağların taşları fırlattığı gibi toplumsal hareketler de insanları fırlatır” demişti. Hepimiz yöremizde ve dönemimizde oluşan koşullara bağlı bir yaşam sürdürüyoruz. 1930’da doğan bir Alman ile 1960’ta doğan oğlu apayrı iki hayat çizgisi izlerler. Bir de sınıfsallık dışında bir insan yaşamı mümkün değil elbette. Gördüğümüz, okuduğumuz, yediğimiz, içtiğimiz, bilincimiz; her şey sınıfsal.

Siz de siyasi göçmen olarak yurtdışında yaşamak zorunda kaldınız. Huzursuzluk’ta bir göçmenlik hikâyesi vardı, Balıkçı ve Oğlu’nda da yine bir göçmenlik hikâyesini anlatıyorsunuz. ‘Göçmenlik’ meselesinin nasıl bir etkisi var sizde?

Bir yazımda “Sürgünlük uzun süren ağır bir hastalıktır” demiştim. Yirmili yaşlarında sürgünü, göçmenliği yaşamak zorunda kalan bir insan olarak o duyguyu çok iyi bilirim. Tarifsiz bir acıdır. O dönemde bizimki siyasi bir sığınma idi. Şimdi halkların göçü yaşanıyor. Oysa toprağından sökülüp bambaşka bir iklime dikilen bitki solar, yaşamaz.

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm’ün üzerinden yıllar geçmesine rağmen kitaptaki akademisyen Bülent’in, “Açlık çeken insanlar sallara, köhne motorlara binecek ve Avrupa kıyılarını zorlayacaklar” tespitinin doğru çıkmasını nasıl değerlendirirsiniz? Üzücü bir durum olsa gerek.

Üzücü tabii. Keşke haklı çıkmasaydı bu öngörü. Ne var ki bir yanda Akdeniz’in 16.000 masuma mezar olması, kıyılara vuran bebek cesetleri, öte yanda tarihte ilk kez trilyon dolarları geçen şirketler. Kolonyalist dönemde bütün dünyayı sömürüp, kaynaklarını ele geçirerek zenginleşmiş olan Batı emperyalizmi bugünkü göçlerin asıl faili. Ama hiçbir sorumluluk hissetmeden, o yoksul ve çaresiz insanları içine almak istemiyor. Onlara hâlâ zulmediyor, ölüme terk ediyor. Bu adaletsizlik, bu insafsızlık sürdürülemez, sürdürülmemeli.

Balıkçı ve Oğlu ‘göçmenliği’ ele alan bir kitap olarak öne çıkıyor, ancak doğanın katledilişini, insanın doymak bilmeyen hırsının nelere yol açtığını da konu ediniyor. Bütün romanlarınızda farklı konularla değindiğiniz toplumsal meselelerle beraber baktığımızda Balıkçı ve Oğlu için de şimdiki zamanın romanı diyebilir miyiz?

Sanırım öyle. Romanlarımda sorunlara değil, üslup ve biçim özeninin yanı sıra en çok karakter yaratmaya odaklanıyorum. İstiyorum ki kitaplarımı bitiren okurlar o insanları tanısınlar, unutmasınlar ve onların dünyasının içine girsinler. Maya, Profesör Maximilian Wagner, Leyla Hanım, Roxy, Habeş hadımağası Süleyman ve sürgün Sami’yi unutamasınlar. Karakterlerim elbette ki (ilk sorudaki gibi) bir dönemde, bir kültürde ve o dönemin koşulları içinde yaşıyorlar. Boşlukta değiller. Çevresel sorunlar, insan ilişkileri, ekonomi, ahlak, siyaset… Her şey onların bilincini ve ruhunu oluşturuyor. Ben de koşulları karakterlerimi etkilediği ölçüde, onların açısından anlatıyorum. Mesela Mustafa ve Mesude çevre sorunlarının farkında olmasa bunlar romana girmezdi. Oysa durum ikisinin de hayatını ve ekmek parasını ilgilendiriyor. İkizdere’dekiler gibi… Sorunları anlatmak için kurgu dışı bir metin yazmak daha yararlı olabilir belki. Oysa roman, karakterleri yaşatabilmek, görünür kılmak için yazılıyor.

Kitapta beni en çok etkileyen, kitabın düğüm noktası olarak gördüğüm yer Mesude’nin büyükannesinin Süleyman Peygamber’le ilgili anlattığı hikâye. Mesude’yle Zilha’nın birbirine yaklaşımları Süleyman Peygamber’in hikâyesiyle birebir örtüşüyor. Ama aslında tam bir paradoks, değil mi? 

Bir çelişki var elbette ama o meselin tam tersi değil durum. Çünkü Mesude de Samir bebeğe emek verdi; hayata döndürdü; kısa bir süre de olsa baktı; sevgiyle, şefkatle kucak açtı. Bu bakımdan iki kadının ortak emeği söz konusu. Bir de emanet eden ve emanet edilen arasındaki derin kadınca bağ, ölüm karşısında bir dayanışma, direnme. Aslına bakarsanız beni de en çok etkileyen sahne bu oldu.

Kitapta karakterlere yaptığınız tek dokunuşla okuru onların ruhunun içine sokuyorsunuz. Bu empatiyi nasıl sağladınız?

Bilemiyorum. Bunun bir formülü yok elbette. Ama ‘edebiyat yapmak’ diye olumsuzca anılan tavır beni ilgilendirmiyor. Süslü cümleler, uzun uzadıya ruh çözümlemeleri, konu dışına kayan metinler, bilgiler benim tarzım değil. Okuru lafa boğmak istemiyorum. İlk gençliğimde denemelerini okuduğum Nurullah Ataç’ın “Süssüzlükten safi süs olmuş Japon vazoları” cümlesi beni epey etkilemişti. Yazımın da müziğim gibi yalın olması bir rastlantı değil sanırım. Üslubum böyle. Buzdağının ucunu gösterebilirseniz, altında muazzam bir dağ olduğunu hisseder okur. Zaten iyi şiir de böyle oluşmaz mı? Her şeyi anlatmaya çalışmak, süslemek, acındırma, sevdirme çabaları arabesktir. Yalınlık bence sanatın özü. Yunus Emre gibi… Basit değil, yalın. 

Göçmenlik sorunu, doğa katliamı, kadınlar, rant, ekmek kavgası… Hepsi yerli yerinde ve okura az ama öz dokunarak kendini hissettiriyor. Bu kadar konuyu iç içe anlatırken nasıl bir denge kurdunuz? 

Yukarıda söylediğim gibi, bütün sorunlar karakterlerimin hayatına değdiği ölçüde var. Stendhal’ın aynasını gezdirirken ister istemez o aynaya yansıyan her şeyi anlatıyorsunuz. Ama ölçü çok önemli. Bu romanda dengeyi kaçırmamaya çalıştım. Az ve öz bir anlatım olmasına gayret ettim. Yazdığım bazı bölümleri sonradan çıkardım. Bir de anlatıyla arama mesafe koymaya uğraştım. Zaten konu ağır, dram halindeki insanı anlatıyorum; bir de duygusallık katsam melodram olurdu. Duyarlı olmakla duygusallık arasında bir uçurum var bence. Orhan Veli gibi gerçekten duyarlı insanlar duygularını saklamaya uğraşırlar.

Bütün dünya bilmediğimiz bir yöne gidiyor. Ama sanırım en kötüsü hepimizin internet, sosyal medya vs. gibi unsurlarla, saniyelerle yarışılan bir hayatla mücadele ederken tüm bu çürümüşlüğe alışarak yaşamaya devam edişimiz. Her şeyi doğal karşılıyoruz. ‘Burası Türkiye’ lafının arkasına sığınıp kolaycılığa kaçmaya devam ediyoruz. Türkiye’nin son 20 yılını nasıl özetlersiniz? Çok hızlı geçen bir süre oldu bu 20 yıl.

Aslında bu konuyu daha geniş biçimde konuşmak isterdim. Çünkü kökleri derine giden bir hikâye bu. Kısaca özetlersem, bu topraklarda dinsel fanatizmle aydınlık düşünce hep savaş halindeydi. Mesela Homeros’u aslından okuyan münevver padişah Fatih Sultan Mehmet, Bellini’ye portesini yaptıracak ve saray duvarlarına resimler astıracak kadar ileri düşünceli. Zaten İslam anlayışının Al Gazali yerine, İbn Rüşd içtihadına dayanmasını arzu ediyor ama başaramıyor. (Papayla yazışmalarına ilgi duyanların Montaigne’e bakmalarını tavsiye ederim.) Ne var ki oğlu Beyazıt padişah olur olmaz o tabloları saraydan atıyor. Özellikle 3. Selim’den sonra hızını gittikçe artıran ve ilerici padişahın canına mal olan bir modernite-köktendincilik kavgası var. Canını zor kurtaran 2. Mahmut’un ve sonraki padişahların çektiklerine bakın. Mesela hiç de küçümsenmeyecek Kadızadeliler hareketi padişahları ve şeyhülislamları mürted ilan etmişti. Osmanlı hanedanı ulema gericiliğinden çok çekti. (Abdülhamid’in hal fetvasında bile İslam dinine zarar verdiği, Kuran’ı yasaklattığı gibi safsatalar yazar.) Rusya’daki Büyük Petro reformları bizde de yapılabilirdi ama köktendinciler buna izin vermedi. Mustafa Kemal hareketi bir başlangıç değil, Osmanlı modernleşme çırpınmalarının bir sonucudur, son halkasıdır. Ama modernite karşıtı hareketler Cumhuriyet’te de son bulmadı; yeraltına indi ve örgütlendi. Birkaç kez asker engelledi bu tarikatları ve siyasi yansımalarını ama kalıcı olamadı. Olamazdı da zaten. Bu sefer daha zor ve sancılı bir süreç geçirdik ama halk laikliğin önemini anladı sanıyorum. Eskiden olduğu gibi bir Rumeli halaskârı (kurtarıcısı), mesela Alemdar Mustafa Paşa, Hareket Ordusu, Selanikli subaylar, Kuvayı Milliye yok. Rumeli de gitti zaten. Beyni ve kalbi Rumeli’de olan Osmanlı bir Anadolu cumhuriyetine dönüştü. Ama bu sefer Anadolu halkı kaybetmekte olduğu laikliğin önemini kavrayarak siyasal İslam hareketini demokratik biçimde, oyla değiştirecek ve en değerli kazanım da bu olacak. Çünkü tarih ve nehirler tersine akmaz. Yapılmış olan bütün yanlışlara rağmen aydınlanma değerlerini temel almak değerli bir çabadır. Benim en çok üzüldüğüm konu, Cumhuriyet’i demokratikleştirmek çabasında olan kadroların bu iktidar döneminde enerjilerini Cumhuriyet’i korumaya dönüştürmek zorunda kalmaları. Şimdi kalınan yerden devam edilecek elbette. Vazgeçilmez hedef tam bir demokrasi.