Thomas Bernhard’ın öfkesi dindi mi?

"Ölümünün 32. yıldönümünde zaman Bernhard'ı haklı çıkarmış görünüyor: Onun neredeyse bir takıntı halinde sorunsallaştırdığı, usanmadan yazdığı konular bugün yıkıcı ve boğucu bir derinliğe ulaştı. ‘Kitsch’leşme, zevksizlik, vasatlık, popülizm, halk dalkavukluğu; devlete, hükümetlere sapıkça zincirlenmiş basın, sülükleşmiş bürokrasi, kurumsallaşmış bayağılık…"

13 Şubat 2021 12:17

Thomas Bernhard 12 Şubat 1989 Pazar sabahı dünyayı terk ettiğinde, ölümünden kimsenin haberi olmamıştı. 16 Şubat’ta Viyana’daki Grinzing mezarlığına defnedildi. Cenazesinde bulunanların sayısı iki elin parmakları kadardı. Kendisi de böyle isterdi, hatta istemişti – üvey kardeşi Dr. Peter Fabjan’la her şeyi planlamışlardı. Ölüm haberi gazetelerde ancak ertesi gün çıkabildi. Alman dilinin ve Avusturya yazınının en özgün, en öfkeli yazarı artık yaşamıyordu.

Ölümünün üzerinden otuz iki yıl geçti. Zaman, Bernhard’ı haklı çıkardı. Onun neredeyse bir takıntı halinde sorunsallaştırdığı, usanmadan yazdığı konular bugün yıkıcı ve boğucu bir derinliğe ulaştı. ‘Kitsch’leşme, zevksizlik, vasatlık, popülizm, halk dalkavukluğu; devlete, hükümetlere sapıkça zincirlenmiş basın, sülükleşmiş bürokrasi, kurumsallaşmış bayağılık… Bernhard, tüm bunların, ülkesi Avusturya’yı ve toplumu nasıl çürüttüğünü görüyor, duyduğu tiksintiyi öfkeyle dillendiriyordu. Bu iki kavram, ‘tiksinti ve ‘öfke’ onun adıyla özdeşleşti. Ah, o onurlu tiksinti, o sanatsal öfke!

Thomas Bernhard, pek çok şey gibi vasata, bayağılığa, insan sömürüsüne karşı duyduğu öfkeyi de büyükbabasından devralmıştı. Bernhard’ın hamisi, örnek aldığı yegâne insan, annesinin babası Johannes Freumbichler’di. Arzuladığı başarıyı bir türlü yakalayamamış, hep hakkının yendiğini düşünmüş ve bu yüzden bedbaht olmuş bir şair-yazar ve filozof. Öldüğünde, torununa giysileriyle birlikte daktilosunu bırakmıştı. Bir de yatışmaz öfkesiyle kibrini. Bernhard dedesinin kişiliğini bir maya gibi tüm yapıtlarında yaşattı. Ezelî kaybeden Freumbichler, ‘yazamamak’ kavramına dönüşerek torunun yapıtlarına bir ana motif olarak sızdı.

İki düşman: hastalık ve nasyonal sosyalizm

Bernhard, yaşamı boyunca iki ‘düşman’ ya da ‘hastalık’la savaştı, kendisinin akciğer rahatsızlığı ve ülkesi Avusturya’daki Nazi kalıntısı yönetimlerin dar kafalılığı, zihinsel–kültürel bayağılığı. Çocukluk yıllarında yakalandığı bu iki düşman, ömür boyu peşini bırakmadı. O da öfkeyle ve inatla direndi onlara. Tek silahı, yazmaktı. Ölmemek ve tiksintiden boğulmamak için yazıyordu. “Sanatın tümü de zaten yaşamda kalma sanatından başka bir şey değildir.” demişti.  (Eski Ustalar, çev. Sezer Duru, s. 147, YKY) Yazınsal eylemle ilk temasını, daha çok gençken yattığı sanatoryumdaki hasta yatağında, pencereden karşıdaki dağlara baka baka kurmuştu.

“Belki de on sekiz yaşında hastaneye yatırılıp orada yağlarla ovuluşumdur beni yazar yapan. Sonra yayladaki bir sanatoryumda aylarca yattım. Karşımda hep aynı dağ duruyordu. Hareket edemiyordum. Bu can sıkıntısı ve karşımdaki dağla yapayalnız, aylarca ve aylarca kalışım – işte insan bu durumda ya çıldırır ya da yazmaya başlar.” (Thomas Bernhard’la Konuşmalar, çev. Sezer Duru, s. 47, YKY) Aslında yazar olmayı düşündüğü yoktu, bakkal dükkânı işletmek istiyordu.

Bernhard’ın yazınsal yaşamı şiirle başladı, ardından müzik üzerine incelemeler ve oyunlar yazdı, sonra birbiri ardına romanlar. Yapıtlarında kurduğu dil ve dünyayı-insanı kavrayış/anlatış biçimiyle dünya yazınında taklit edilmesi olanaksız bir yol açtı, bir Thomas Bernhard yazını kurdu. Bu yazınsal birikimin ateşleyicisi, onun her an öleceği korkusu (ölememek için yazdığını söylüyordu) kadar bitmez tükenmez öfkesiydi kuşkusuz. II. Dünya Savaşı sonrası Avusturya’ya egemen olan “sahte şehirli ayaktakımı tabanlı” Nasyonal Sosyalistler, kent yaşamını, kültür-sanat ortamını tümüyle kitsch’leştirmiş, ülke vasatlığa ve bayağılığa teslim olmuştu. Tüm bunlar Bernhard’da kente ve ülkesine karşı nefret uyandırmaya yetip artıyordu. “Bir şeye daha yoğun baktığınızda” demişti Kurt Hofmann’a verdiği uzun söyleşide, (Thomas Bernhard’la Konuşmalar) “daha ileriye uzaklaşıyorsunuz, mantıksal olarak. Daha çok görmek, daha uzaklara kaçmak demektir. (…) Bir şey açıklık kazandıkça iğrençleşiyor.”

Belki de bu yüzden şiirlerinde pek sevmediği halde hep doğayı, ormanları, kuşları konu edindi.  Düşünsel anlamda uzak durduğu gibi, fiziksel olarak da fırsat buldukça kaçtı ülkeden; Portekiz’e, İtalya’ya İspanya’ya gidip oralarda yazmayı denedi. “Dörtnala giden veremiyle ve bugün her şeyi çirkinleştiren sapık ve döküntü haliyle her gün daha sabahtan kâbusum olan ve her doğan gün siyasi suçlar halinde koca bir gülünçlük ve adilik dizisi doğuran bu devletle…” işi olamazdı.

Avusturya’ya nefretini röportaj ve yazılarında söylemekle yetinmedi. Roman kahramanları da durmadan Bernhard’ın öfkesini dillendirdi. Ailesi ve ülkesiyle sonu gelmez bir hesaplaşmaya girişen Yok Etme (çev. Sezer Duru, YKY) romanının kahramanı Franz Josef Murau, “…Onlarca yıldır hain ve bozulmuş budala hükümetler ve bu bozulmuş ve budala hükümetler tarafından tanınmayacak hale gelinceye kadar rezil edilmiş halk…” diye söz eder Avusturya’dan.

“Bugünkü Avusturya’da nereye gidersek gidelim yalanın içine dalıyoruz, bugünkü Avusturya’da nereye bakarsak bakalım yalnız yapaylık görüyoruz, bugünkü Avusturya’da kiminle konuşursanız konuşun bir yalancıyla konuşursunuz…”

Bunları, anne babasıyla ağabeyinin defnedildiği açık mezarın başında söyler Murau, öğrencisi, ezeli dinleyicisi Gambetti’ye…

“Hainlik parola, alçaklık dürtü, sahtekârlık anahtarı bugünkü Avusturya’nın (…) Uyandığımız her sabah bugünkü Avusturya için utanmalıyız.”

Eski Ustalar’da bu kez Reger devralır öfke nöbetini:

“Bugünkü her şey hainlik ve kötülük dolu, yalan ve ihanet, dedi Reger, bu kadar utanmaz ve düzenbaz olmamıştı insanlık hiçbir zaman.” (s.104)

“Avusturyalılar yüzyıllardır yalanla evli, her türlü yalanla, dedi Reger, en derin ve en önce de devlet yalanıyla.”

“Böylesine güzel bir ülke, dedi Reger ve böylesine düşük ahlaklı bir bataklık, dedi, böylesine güzel bir ülke ve böylesine tamamen şiddet dolu ve hain ve kendini yok eden bir toplum. En korkuncu da insanın burada tepetaklak edilmiş bir seyirci olarak bu felakete bakması ve buna karşı elinden hiçbir şeyin gelmemesi, dedi Reger.” (s.129-130)

“Yıkıcı, korkunç bir herif”

Bunları dillendirmek, düşman edinmek demekti ve Bernhard’ın düşmanları çoktu. “Yıkıcı, korkunç bir herif” demişlerdi onun için. Avusturya ve Alman gazetelerinin hedefindeydi. Mahkemeye düştü, oyunları sahneden kaldırıldı. O, vazgeçmedi, insanlarla zaten çok alışverişi yoktu. Hem akciğer hastalığından dolayı hem de dedikodu ve saldırılardan korunmak için uzak köylerde, kasabalarda satın alıp yeniden inşa ettiği (tıpkı romanlarının estetiği gibi) evlerde yaşadı ve yazdı. Bernhard yazınının büyüsü, öfkesini bir estetiğe dönüştürebilmesinden geliyordu. Almanca yazı dili içerisinde kurduğu dil ve yeni biçem, bir müzik aleti gibi ona sonsuz bir söylem zenginliği bahşediyordu. Adeta kendi icat ettiği çalgı aletiyle kesintisiz müzik yapıyor; dünyaya kulaklarını tıkayıp en iyi bildiği şarkıları çalıp söylüyordu. O, aynı zamanda Mozartium bitirmiş bir müzisyendi ve dilini müzikten bulup çıkarmıştı. Kurt Hofmann röportajında şöyle demişti: “Ben müzikal bin insanım. Düzyazı yazmanın müzikaliteyle her zaman bir ilişkisi vardır.” Bernhard romanlarındaki uzun monologları; “dedim”, “dedi” yinelemelerini okurken, gerçek anlamda bir müzik parçasının içinden geçeriz ve müzik kesilmedikçe kitabı bırakamayız. Her şey o müziğin içinde olup biter. Öfke patlamaları, parlayıp sönmeler, başlayamamalar, başarısızlıklar… Müzik sustuğunda, bir kez daha dinlemek isteriz, başa sararak. 

Bernhard ölüme ve insanı çürüten topluma sanatla karşı koyar. Neredeyse tüm roman kahramanları birer zihin insanı ve sanatçıdır. Ressam, müzisyen, yazar… Bir şey yazmak, bir yapıt ortaya koymak istiyorlardır ve önlerine hep bir engel çıkıyordur. “Yazamamak” onun kahramanlarının ortak özelliği, saplantısıdır. Kireç Ocağı’nın anlatıcı kahramanı, sırf zihinsel çalışmasını tamamlayabilmek için inşa ettiği evde işitme üzerine yazacağı yapıtla ilgili deneyler yapar, fakat bir türlü yazmaya başlayamaz. Bir yapıt uğruna heba edilmiş yaşama tanık oluruz romanda. Bir başka yapıtı Ucuzayiyenler’de ise anlatıcı kahraman, fizyonomi üzerine bir yapıt tasarlar ve o da tüm uğraşına karşın düşüncelerini kâğıda dökemez. Bitik Adam’ın (çev. Sezer Duru, YKY) anlatıcı kahramanı, dâhi piyanist Glenn Gould hakkında bir çalışma yapıyordur. Çıkardığı sayısız notu yazıya dönüştüremez. “Bir yazıya başlamak en zor şeydir ve ben hep aylarca hatta yıllarca böyle bir yazı düşüncesiyle, ona başlayamadan dolaşır dururum.” (s. 53-54) Beton’un kahramanı Rudolf ise Felix Mendelssohn Bartholdy üzerine bir yapıt yazmak ister ancak bir türlü başlayamaz.

“Cümleler kafamızdayken, diye düşündüm, onları kâğıda geçirmemizin garantisi henüz yoktur. Cümleler bizi ürkütür. (…) Yeterince erken başlamadığımız için ya da yeterince erken başladığımız için.” (s. 96)

Hep bir dış etken vardır yazmayı olanaksız kılan (kent, iklim, evin durumu, rahatsız eden birileri) fakat asıl engel, her zaman zihindedir. Kalem ve kâğıt bir türlü zihnin emrine girmez. O ilk cümle hiç gelmez. Bazen de yazdıkları, yazanı çıldırtacak kadar bayağıdır ve çöp sepetini boylar.

Bernhard’ın cehennemi

Bu değişmez temayı, bu yazamama saplantısını ne ile açıklayacağız? Dedesinden tevarüs ettiği takıntıyı aklımızda tutarak... Kuşkusuz pek çok neden vardır. İlk başta Bernhard’ın sanat estetiği.

Dünyayı bir tasarım olarak algılayan Bernhard, mükemmelin imkânsızlığını biliyordu. (“…çünkü bana iyiler arasında olmak yetmiyordu, en iyi olmak ya da kimse olmamak istiyordum.” Bitik Adam, s. 62) Varlık ve şeyler ancak duyumsanabilir, anlatılamazdı. Anlatılsa da bu ancak müzikle olasıydı. Belki de yapıt denen şey gereksizdi, aslolan bir zihin insanı olarak yaşamaktı. Sık sık yaşam sanatçısı’ndan söz ediyordu Bernhard. “Sanatçı olmak istedi, yaşam sanatçısı olmak ona yetmedi.” (Bitik Adam, s. 74) Roman kahramanları, sanatla nefes alıp veriyorlardı; bir sanatçı gibi yaşıyor, dünyayı öyle duyumsuyorlardı ama iş yazmaya ya da bir müziğe geldiğinde bunu yapamıyorlardı. Belki de gerçek sanat, ona ulaşma yolunda kat edilen çabanın kendisiydi. Ya da insan, büsbütün uğraştığı sanatın kendisine dönüşmeliydi. (Bitik Adam’ın anlatıcısı, bir piyano çalıcısı değil, piyanonun kendisi olmak ister.)

Thomas Bernhard’ın cehennemi işte burasıdır. Yaşamı bir sanat yapıtına dönüştürmek isteyedururken tüm bayağılıkları kurumsallaştırmış Katolik-Nasyonal Sosyalist hükümetlerin ve onların gönüllü kölesi olmuş toplumun çürümüşlüğüne tanık olmak… Her şey sahte diye isyan eder Bernhard’ın roman kahramanları: “Bu ülke kendi içinde boğulacak. Burada bir şey yapılamaz.” Bu, Sisifosvari bir yaşamı getirecektir ister istemez. Hatta Camus’nün dediği gibi aslında Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir. Tek başına Tanrıları yadsıdığı ve giriştiği beyhude eylemin hazzını duyma katına yükseldiği için… “Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.” Bernhard da öyle yapıyordu:

“Sabah erkenden kalkınca dünyayı düzeltmeyi deniyorum. Kendimi ve dünyayı...” (Der Spiegel röportajı- 1980)

Sisifosça yaşam

Bernhard, bu Sisifosça yaşamda, işini kolaylaştıran bir kalkan icat etmişti. Her şeye ve herkese karşı kibir!  Bu kalkan sayesinde saldırılara aldırmıyor, tanık olduğu iğrençliklere sırtını dönüyor, çevresindeki bayağılıkları aşağılayabiliyordu. Yok Etme’nin Murau’su şöyle der bir yerde:

“Kibrimiz olmasaydı mahvolurduk. (…) Kibirlilik, bize karşı çıkan çevreyle başa çıkmak için en iyi araçtır, onlar bu kibirden korkar ve ona saygı duyar.”

“Almanlardan tiksinti duyuyorum.” diyordu Bernhard; yazarları, oyuncuları küçümsüyor (Odun Kesmek’te Viyana kültür-sanat çevresini kırıp geçirmişti), kültür bürokrasisini köpeklikle suçluyor, sanatçıları devletten beslenen sülükler olarak görüyordu. Tiyatro müdürünü, Kültür Bakanını yerin dibine batırıyordu.

“Kimseye tahammülüm yok. Kimseyi ikna etmek istemiyorum. Birinin bayrağı altında yürümek istemiyorum.” (Günaydın Salzburg, Söyleşi, 1976)

Öyle ki, sonunda hepten gözden çıkarıyordu ülkesini:

“…Aslında bu gülünç ülke ve bu gülünç devlet hakkında konuşmaya bile değmez. (…) onu düşünmek, zaman kaybından başka bir şey değildir.”

İlk romanı Don (1963) yayımlandığında Ingeborg Bachmann şöyle demişti:

“Yıllardır insanlar ‘yeni’ denen şeyin ne menem bir şey olduğunu soruyor. İşte yeni denen şey budur.”

Bernhard, asıl büyük yapıtlarını 1970’lerden sonra yazdı. O yeniliğe yenilikler katarak… Yapıtları karşı duruşun ve soylu öfkenin (kin değil, öfke) nasıl sanata dönüştürüleceğinin örneğiydi. Bu, kuşkusuz zorlu bir yoldur, hem büyük bir ustalık hem de cesaret ve biraz da “dokunulmazlık” gerektirir. Ne ki sanat ve yazın tam da bunun için vardır; vasatın ve bayağılığın hükümranlığını yıkacak yolları bulmak için.

Bernhard’ın öfkesi, iyilikle kötülüğün, yüksek kültürle vasatlığın, estetik olanla “kitsch’in savaşımı sürdükçe dinmez. Bakarsınız uzak bir coğrafyada, örneğin El Salvadorlu bir yazarın, Horacio Castellanos Moya’nın, kaleminde Tiksinti (çev. Süleyman Doğru, Notos Kitap, 2019) suretinde diriliverir. Sonra başka bir zaman, bayağılığın kurumsallaştığı başka bir yerde… Dünya ağrısı ile yaralanmış o seçkin okuruna sanatsal bir yaşam kaynağı olur. Bernhard okumak, bir yandan da birey özgürlüğüne, yüksek sanata ve estetiğe taraf olmaktır. Bir kez daha onun sonsuz müziğine dönelim ve insanın haysiyetini savunalım.