“Sözün bittiği yer”den sonra sanat mümkün mü?

"Umutsuzlukla 'Sözün bittiği yerdeyiz' diye bir başlık atılmıştır günün birinde, sözün hiçbir zaman bitmeyeceği, bitemeyeceği, bitmemesi gerektiği düşünülmeksizin – belki de düşünülerek, sadece bir çığlık olsun, birilerinin dikkati çekilsin diye... Sonra sonra sakız olur bu deyiş, içi boşalır, her korkunç haberin ardından bir de bakarız, aynı yere, 'sözün bittiği yer'e gelmişiz."

11 Eylülden sonra şiir yazılabilir mi? Sur-Hendek’te olanlardan sonra sanat mümkün mü? Bu türden sorulara son yıllarda sık rastlanır oldu. Nasıl sorular bunlar: Gerçekten bir cevap aranıyor mu? Hangi büyük kargaşalık, tarihsel dönüm noktası ya da savaş, insanları şiir yazmaktan, resim yapmaktan alıkoyabilmiştir ki – yemekten, içmekten, sevişmekten alıkoyamadığı gibi.

Bir şeyler değişti de sanat güncelliğe artık bu kadar yakından mı temas ediyor? Nasıl bir temas ki bu, sanatın ya da şiirin varlığını ve devamlılığını güncel olaylara göre tekrar tekrar ayarlamak, sorgulamak gerekiyor?

Tabii ki sanat da şiir de dünyanın geri kalanından etkilenmeyecek, dışa kapalı birer dünya değil. Ama bu dünyaların da kendi iç dinamikleri, ritimleri, işleyişleri var. 11 Eylül'le varlığının sorgulanması gerekiyorsa, şiir zaten çoktan (Hiroşima’dan, Vietnam’dan, Filistin’den... sonra) kayıplara karışmış olmamalı mıydı?

Bu soruların özgün olmadığını, daha önce sorulmuş başka bir soruyu tekrarladığını da biliyoruz: Adorno değil miydi, Auschwitz’den sonra şiir yazmanın barbarlık olduğunu söyleyen, dolayısıyla şiirin artık mümkün olup olmadığını soran?

Adorno’nunki şiirin sonunu ilan eden bir kehanet değildi: Tarihin gelmiş geçmiş en kapsamlı, en sistematik soykırımından sonra şiir yazmak nasıl bir şeydi? Şiir insan deneyimini içermek zorunda olduğuna göre, artık içeremeyeceği kadar sistematik vahşetle dolu bir deneyimle karşı karşıya gelince ne yapacaktı? Şiirin nesnesi olamayacak şeyler vardır. Onları dışarıda bırakmak zorunda kaldığında da şiir bu büyük suça ortak olmuş sayılmayacak mıdır?

Edward Mitchell, Virgül’deki “Auschwitz.com’dan sonra şiir olabilir mi?” başlıklı yazısında şöyle yazdıydı:

“Hangi sanat böyle bir gerçekliği hayal edebilirdi? Şurası kesin ki hiçbir sanatın kurtarıp onaramayacağı bir gerçeklikti bu. Ve onu önleyememiş olmak da her türlü ifadeyi susturmalıydı. Ama Adorno sonradan tavrını değiştirdi: Kurbanın çığlık atma hakkını yadsımış olmak istemiyordu.”[1]

Dolayısıyla Adorno ortaya kışkırtıcı bir soru atmıştı. “İşkence gören birinin çığlık atma hakkı gibi” şiirin de bir hak olduğunu sonradan kabul etmeseydi bile durum pek değişmezdi. Günter Grass’ın 1999 Nobel Edebiyat Ödülü konuşmasında belirttiği gibi, savaş sonrası genç Alman yazarları üzerinde hem ağır bir baskı oluşturmuştu bu sözler, hem de her zaman hatırda tutulacak ciddi bir uyarı.

Bu uyarılar bellekten silinince, 90'ların sonunda vizyona giren Benigni’nin Hayat Güzeldir filmi gibi korkunç denemeler ortaya çıkar: Bir toplama kampının oluşturduğu fonda masumiyet, şiir ve mizah. “Şiddetin şiiri”ni standartlaştırmış bir sinema endüstrisinin, 11 Eylül'ün şiddetiyle yüz yüze geldikten sonra uçaklı, gökdelenli, bombalı, Rambolu seri şiirlerine devam edip etmeyeceğini, ederse bunun barbarlık sayılıp sayılmayacağını sormamızın bir anlamı yok. Cevabı biliyoruz.

11 Eylül’ü ya da başka bir kıyımı, toplumsal felaketi hemen Adorno’nun sorusuna bağlamak, ne ortaya yeni bir soru atmaktır ne de eski bir soruyu yeni bir bağlama taşımak. Adorno’nun söylediklerini bağlamından koparıp bir vecizeye dönüştürmek, basmakalıplaştırmaktır belki.

Tamam, bazı soruların sık sık sorulması gerekir. Kabul, yeni olup bitenler karşısında pek çok şeyin yeniden düşünülmesi de gerekir. 11 Eylül saldırısının afallatıcı etkisiyle o sırada dünyanın dört bir köşesinde Auschwitz benzetmesine başvurulması, sonradan bu tür sarsıcı olaylarda benzer soruların sorulmaya başlanması anlaşılabilir. Yine de bütün bunlar soruların anlamlı olduğunu göstermiyor.

Düşünmek dediğimiz şey her zaman serinkanlılık ister. Güncelliğin serinkanlılığa çok vakit bırakmadığını biliyoruz. Her zaman biraz heyecana gerek duyan dergilerde, internet sitelerinde böyle soruların “magazinleştirilmiş” şekilde yerleri hep vardır ve bunları belki de çok ciddiye almamak gerekir. Ciddiye alınacak şey, bu afallamış ve bol referanslı heyecanın bir fikir yürütme biçimi haline gelmesi. Her şeyin birbirine karışması...

“Klişelerin hayatı kolaylaştıran bir yanı olmalı ki böylesine yay­gın” diyor Necmiye Alpay:

“Gazeteci, olayı anmak zorunda; duygusuz görünmek de istemi­yor. Gelgelelim, o duyguyla uğraşması fiilen olanaksız: Ne zaman yeter buna, ne yer, ne de enerji. Dolayısıyla, birinin bir ara yaptığı kötü edebiyata o da sarılıyor ya da iyisini yineliyor. Klişeler, rüküş dilin aksesuarları.”[2]

Rüküşlük her zaman sevimsiz bir şey değil: Popüler bir fantastik metni, polisiyeyi ya da aşk romanını okurken, televizyon dizisi izlerken çoğumuz klişelerden yakınmayız, tam tersine içine girmesi kolay, tanıdık dünyalar yarattıkları için bayılırız onlara. Kimi zaman bu klişelerden yeni bileşimlere varılmasına tanık olmak gibi sürprizler de cabası.[3]Yeşilçam filmlerinin ait oldukları dönemin yaşayışını hiç mi hiç yansıtmadığı kolaylıkla söylenebilir, peki seyrettiğimizde bize hâlâ haz veren şey, üst üste binen onca klişenin gülünçlüğü müdür sadece, yoksa bir dönemin ruhunu başka pek çok şeyden daha iyi yansıtmaları mı?[4]

Öte yandan her parlak fikir, her veciz cümle ya da metafor günün birinde bir klişeye dönüşebilir. Çiğnene çiğnene önce yeniliğini ve parlaklığını yitirir, sonra bağlamını, dolayısıyla anlamını. Yeni klişelerin tehlikesi, ilk bakışta görünmez olmalarıdır.

'Klişelerden hoşlanmadıkları için' taziyelerden köşe bucak kaçınanlarımız, bu bahaneyi ileri sürmenin de ayrı bir klişe haline geldiğinin farkındalar mı? Her sabahki günaydınlar, cenazedeki "başınız sağolsun"lar birer klişe değil kalıp sözdür, basmakalıp ya da klişe ise başka bir şeydir, düşünüyormuş gibi yapıp düşünmemektir, bir şey anlatmaktan çok o şeyden söz etmemeye, onu unutmaya yarar. Umutsuzlukla "Sözün bittiği yerdeyiz" diye bir başlık atılmıştır günün birinde, sözün hiçbir zaman bitmeyeceği, bitemeyeceği, bitmemesi gerektiği düşünülmeksizin – belki de düşünülerek, sadece bir çığlık olsun, birilerinin dikkati çekilsin diye... Sonra sonra sakız olur bu deyiş, içi boşalır, her korkunç haberin –hatta giderek sıradan haberlerin– ardından bir de bakarız, aynı yere, 'sözün bittiği yer'e gelmişiz: Çığlığın sesi işitilmez olur.

İlk dile getirildiği anda bile basmakalıp olan sayısız şey de yok mudur – o cümleyi, o şarkı sözünü ya da şiir dizesini önceden hiç işitmemiş, okumamış olsak bile, daha ilk anda klişe olduğunu anlarız; izlenen yolun çok bilinirliğini, kurulan benzerliklerin, bağlantıların aşınmışlığını, kelime oyununun ucuzluğunu, ortaya çıkan işteki fırsatçılığı örtemez cümlenin yepyeni oluşu.[5]

Bir kıyımı anmak, unutulmamasını sağlamak üzere tabutlarla ya da ayakkabılarla bir “iş” yapılmıştır, sonra bin bir türlü başka “iş”te aynı şey tekrarlanır, kopyalanır, çoğaltılıverir, “renklendirilir” – üstelik bazen de iş olsun diye. [6] Klişe aslında mesele üzerine düşünmemenin, çaba harcamamanın bir sonucu –bir tür refleks– olduğu için ya abartılı bir şey söylemiş olunur ya da olay hafifsenir. Ağıtlar halayla iç içe geçer. Orhan Koçak’ın dediği gibi: “Her şey kolayca klişeye karışmaktadır ve klişe de çoğu zaman duygunun daha yaşanmadan def edilmesini sağlıyordur.”[7]

Politik bir tavrı jeste indirgeyip basmakalıplaştıran siyaseten doğruculuk gibi mesela… Kristof Kolomb ya da köle taciri heykellerinin göstericiler tarafından devrilmesini, Diyarbakır’da Keçi Burcu’nun çatısından tabutların atılmasını vandallık diye adlandıran siyaseten doğrucular var. Peki, Sur-Hendek’ten sonra bu kadar klişeyle, bu kadar düşüncesizce ‘sanat yapmak’ barbarlık değil mi? "Kurbanın çığlık atma hakkı”na bile saygı göstermemek? Karin Karakaşlı’nın dediği gibi: Süregiden zulmün hele de olay mahallinde temsile ihtiyacı var mı?”[8]

İki nesne, iki olay, iki kişi arasında bir benzerlik kurmak, bu benzerliği daha önceden yazılıp çizilenlere, tasarlanıp yapılanlara dayandırmak, daha önce yapılan işlerden yola çıkarak yeni bir şey yapmaya çalışmak, bir adımdır elbette. Bellek analojilerle işler. Ama sadece bir adım ötesi, bu benzerliğin nerede bittiğini, farklılığın ne olduğunu anlamaya, klişelerden kaçınmaya çalışmaktır. Auschwitz ile 11 Eylül, biliyoruz ki birbirlerinden çok farklı şeyler. – Biliyor muyuz?

Bu dünya, 11 Eylül'den önce de, Sur-Hendek’ten önce de bir yangın yeriydi. 

 

 

NOTLAR:


[1]   Edward Mitchell, “Auschwitz.com’dan Sonra Şiir Olabilir mi?”, çev. Orhan Koçak, Virgül dergisi, sayı 23, s. 6.

[2] Necmiye Alpay, Dil Meseleleri: Uygulama Üzerine Yazılar II, Metis Yayınları, 2018, s. 98-99.

[3] Aklıma gelen ilk örnek, Taçlı Yazıcıoğlu’nun Yeşilçam klişeleriyle cesurca oynayan romanı Hep Sondan Başlar. (İletişim Yayınları, 2019)

[4] Bülent Somay Tarihin Bilinçdışı’nda klişelerin, yani “standartlaşmış türsel ve kültürel konvansiyonlar”ın bir çağın ruhunu anlamak için anahtar olarak kullanılabileceğini söylüyordu: “…türsel ve kültürel klişelerle hareket eden (‘kolay elde edilen, hızlı okunan ve anlaşılması için bilgi ve araştırma gerektirmeyen’) popüler edebiyat, tam da bu klişelere yerleşen kültürel bilinçdışının taşıyıcısı olmaya adaydır.” (Bülent Somay, Tarihin Bilinçdışı: Popüler Kültür Üzerine Denemeler, Metis Yayınları, 2004, s. 15-16)

[5] EDİTÖRÜN NOTU: Kemal Varol, K24’te yer verdiğimiz kolajında var olmayan bir şairin var olmayan bir şiir kitabını ele alıyor; daha doğrusu çok farklı yazılardan basmakalıp cümleleri bir araya getirerek bir ‘klişeler derlemesi’ sunuyor. Buradaki ilginç, kimi zaman tuhaf cümlelerin çok büyük çoğunluğunu daha önce hiç okumamışsak da, klişe olduklarını hemen anlarız – daha doğrusu, bu klişeleri hemen tanıyabilecek, onlara karşı bağışıklık geliştirebilecek kadar okumuş olanlarımız bir bakışta anlar; okuduğunun anlamını ya da anlamsızlığını tartmayanlarsa belki daha sonra… Peki ya yazanlar? K24’e ilk kez yazmak isteyenler, nasıl yazılar istediğimizi soruyorlar sık sık. Tarifi zor, ama şurası kesin; Kemal Varol’un parodisini yaptığı türden yazıları istemiyoruz, onlardan olabildiğince kaçınmaya çalışıyoruz.

[6] Bkz. Ahmet Güneştekin’in her şeyiyle tartışılan Hafıza Odası adlı sergisi. Vahit Tuna'nın 2019'da, bir yıl önce öldürülen 440 kadına dikkat çekmek için Fındıklı'da kamusal alanda yaptığı iş (Utanç Duvarı), 440 topuklu kadın ayakkabısının duvara yerleştirilmesinden oluşuyordu. Burada sorun, çok benzer işlerin daha önce yapılmış olmasından çok, tekrarın ve çoğaltmanın özensizliğiydi, bütün kadınları topuklu ayakkabı klişesine mahkum etmeye yol açan bir özensizlik.

[7] Orhan Koçak, Kopuk Zincir: Modern Şiir Üzerine Denemeler, Metis Yayınları, 2012, s. 113.

[8] Karin Karakaşlı, "Acının Hafızasına Ağıt", P24 Blog



GİRİŞ RESMİ:


Les Clichés d’Art, Guthrie Devine, 2010.
Sanat tarihinden 19 farklı resmin bir araya getirilmesiyle yapılmış illüstrasyon, sanatçının izniyle kullanılmıştır.