“Sebepsiz hatırlamalar:” İnsan neden kendine yalan söyler?

"İnsanın kendine yalan söylemesinde, kendini ötekileştirmesine, düşünceyi oluşturan sessiz diyaloğun hakikatle yüzleştirici işlevinden kaçıp megafonla ötekinin (kendi benliğinin) kulağı dibinde bağıran bir cazgıra dönüşmesine şahit oluruz."

21 Mayıs 2020 16:12

Sıklıkla birçok yalanla karşılaşıyoruz. Bu, daha öncesinden yüz yüze ve sınırlı kitle iletişim araçlarıyla olurken, şimdi ise (diğerlerine ek olarak) bir çoğumuzun dahil olduğu sosyal iletişim mecrasında her gün ısrarla tekrar edilen bir hâl oldu.

İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle insanlar kendini; karşısındakinin olağan akışkan suretini görmediği, vücut dilini bilmediği, ses tonunu duymadığı bir ilişkiler ağının içinde buldu. Bu münasebet türünün iletişim alanı da (doğası gereği), ilişkilerde temel bağlayıcılık etkeni olan söz ve eylemden sorumlu olma işlevinden bağımsız seyreden kalabalık ve hızlı bir otoban gibi... Galiba bu kadar çabuk ve çok benimsenmesinin nedenlerinden biri de bu sorumsuzluk hali.

Hafızamda yer etmiş sahne vardır: Cep telefonlarının henüz fotoğraf çekmediği zamanlarda bir arkadaşımla Assos’a gitmiştik. Yanılmıyorsam mart ya da nisan ayıydı, ortalık sakin ve güzeldi. İkinci gün yürüyüş yaparken kapısı açık olan amfitiyatroya girdik. Tiyatronun taş sıralarına çıktık, birimiz bir yere, diğerimiz başka yere oturduk. Hem dinleniyor, hem de yormayan güneşin tadını çıkarıyorduk. Zihnimde bu mekânın oyun oynanan eski bir zamanını canlandırmaya gayret ettiğimi hatırlıyorum. İnsanlar nasıldı, oyun nasıldı, burası yaşarken nasıl bir yerdi diye... Bu düşünceler aklımdan geçerken, tiyatronun kapısının önünde bir araba durdu. İçinden bir kadın ve bir adam çıktı. Önce kadın tiyatronun taş girişinin önünde durdu, poz verdi; adam bir kaç kare fotoğraf çekti, sonra adam aynı yere geçti, poz verdi, kadın onun fotoğraflarını çekti ve arabaya binip gittiler.

Neden bunu yaptılar diye düşünmüştüm. Büyük bir ihtimalle tatil fotoğrafı çektiler. Peki bir kişi neden tatil fotoğrafı çeker? Diğerine göstermek ve “oradaydım” dediğine inanması için bir kanıt sunma gerekçesiyle mi? Ya da başka bir zaman bu fotoğrafla karşılaşıp güzel anılara dalmak için mi?

Her iki ihtimal de şahit olduğum bu eylem karşısında bana çok tehlikeli geldi. Çünkü birincisini düşünürsek, arkadaşına oradaydım demek için gösterse bile o fotoğrafı –aslında orada değildi, kapısında sadece bir dakika durdu– arkadaşına yalan söylemiş ve bunun için de sahte bir kanıt sunmuş olacak... İkincisinde ise kendisine yalan söyleyecek, çünkü orada değildi. İşte tiyatroda otururken tarihin en eski oyunlarından biri karşımda sahnelenmiş oldu.

Öncesinden bu piyesin teşhir aracı fotoğraf albümleri ve ona bakan sınırlı sayıda kişiyken şimdi bu albüm sosyal medyaya taşındı, böylece söylenen yalanın muhatabı herkes oldu.

Ya da şu sorunun cevabını da düşünebiliriz: Karşımızda çok güzel bir heykel, resim, bina, göl, ağaç gibi bir şey varken, neden sadece onun fotoğrafını çekmekle yetinmeyip, kendimizi o nesneyle fotoğraf makinasının arasına sokarız?

Yazının devam eden kısmında insanın kendine yalan söylemesinin psikolojik katmanlarından değil de, bu psikolojiyi oluşturan dış etkenlerden birini öne çıkarmaya gayret edeceğim.

Yalan söyleme, TDK ve diğer sözlüklerde şöyle izah ediliyor.
“Doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz.”
“Aldatmak amacıyla ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz.”
“Doğru, gerçek olmayan, uydurma, asılsız söz, haber vb.”

Bu tanımlardan yola çıkarak, kabaca yalanı –var olması için şart olan– gerçeğin karşıtı olarak tanımlayabiliriz.

Gerçek kelimesine yine sözlüklerden bakacak olursak şunlar karşımıza çıkıyor:
“El ile tutulup göz ile görülecek biçimde tam anlamıyla var olan, varlığı hiçbir biçimde yadsınamayan, bir durum, bir olgu, bir nesne ya da bir nitelik olarak var olan.”
“Yalan olmayan, doğru olan şey, hakikat.”

Aristo’ya başvuracak olursak da temiz bir ayrımı önümüze koyar, “Olan şeye yok ya da olmayan bir şeye var demek yanlış, olan şeye var ve olmayan şeye yok demek doğrudur.”

Sözlüklerde açıkça vurgulanmasa da yapılan tanımlardan yalanın çoğunlukla diğerine karşı icra edilen bir amel olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz.

Bu sebepten ötürü, insanın kendisine yalan söylemesinden önce neden ötekine yalan söylediğine biraz bakmak gerekiyor... Platon, Devlet kitabında şöyle der:

“Gerçekten ayrılma yetkisi yalnız devleti yönetenlerde olmalıdır. Devletin yararı gereği, düşmanlarına ya da yurttaşlarına yalan söyleyebilirler.”
(Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1999, s. 78-79)

Bu cümlede yalanın, devletin varlığını muhafaza etmek için, kendisini yurttaşlardan ayıran ve onları kandırmak için kullandığı olağan bir mefhum olarak tanımladığını görürüz. Bu o kadar keskin bir ayrımdır ki, Platon şöyle vurgular onu hemen peşinden gelen cümlede:

“Bunun dışında kimse bu yola başvuramaz. ...büyük bir suçtur.”

Bu ayrımı şöyle de yorumlayabiliriz: Devlet semavi ve semavi olmayan dinlerin en büyük günahlardan biri saydığı (bazı istisnai hâller dışında) bu eylemi yapmakta serbesttir. Ya da ilişkilerde ahlaki bir bağlayıcılık işlevi olan dürüstlük ilkesinden kendini ırak tutar. İnsanlar için geçerli olan bu günah ya da ayıp onun için geçerli değildir.

Burada devletin, toplumsal sözleşmenin bir tarafı olmaktan ayrılıp kendi varlığını devam ettirme amacından başka birşey gütmeyen mitolojik bir varlığa dönüşmesinin işaretlerini görebiliriz.

Vakti zamanında Platon tarafından iyi niyetle yapılmış olan “Devlet” tasviri ve ona tanınan bu hak, zaman içinde onun bir Leviathan’a dönüşmesini engellemedi. Belki de iyi niyetle yapılan tanımlar onun dönüşüm yolunda karşısına çıkacak olan duvarları temizledi.


"Büyük Lider"

Dünyanın ister istemez etkilerine maruz kaldığı popüler bir kişiden örnek vermek gerekirse, Nisan 2019 tarihli Washington Post haberine göre, Donald Trump günde ortalama 23 yalan söylemiş.

Bir başka habere göreyse Trump'ın bu eğilimi, göreve geldiği 20 Ocak 2017'den bu yana her yıl artış göstermiş. Rakamlar şöyle: Görevinin ilk yılında bin 999, ikinci yılında 5 bin 689 ve 2019'da da 8 bin155 "yanlış ya da yanıltıcı" ifade kullanmış. Yani Trump, görevinin ilk 3 yılında 15 bin 843 defa yalan söylemiş.

Galiba böyle istatistik tutulmamakla birlikte eskiden de durum bundan pek farklı değilmiş. Zira, George Orwell 1946’da Horizon dergisinde yayınlanan “Politika ve İngiliz Dili” makalesinde şöyle diyor:

“Zamanımızda ‘politikadan uzak durmak’ gibi bir şey söz konusu değildir. Tüm konular politiktir ve politikanın kendisi yalanlar, kaçınmalar, ahmaklık, nefret ve şizofreni yığınıdır. Genel atmosfer kötü olduğunda, dil de bunun acısını çeker.”

Sonra da Politik Dil”in ne olduğunu izah ediyor:

“Politik dil yalanları doğru göstermek, cinayeti saygın kılmak ve metanet (dayanıklılık, sağlamlık) görüntüsü dalgalandırmak için tasarlanmıştır.”

Hannah Arendt de 1974 yılından (yazar Roger Errera ile yaptığı söyleşiden) seslenerek şöyle diyor:

"Totaliter ya da başka türden bir diktatörlüğün hüküm sürmesini olanaklı kılan şey, insanların bilgilendirilmemesidir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilir misiniz? Herkes size mütemadiyen yalan söylüyorsa, bunun sonucu, yalanlara inanmanız değil, artık hiç kimsenin hiçbir şeye inanmaması olur. Çünkü yalanlar, doğaları gereği, değiştirilmek zorundadır; yalan söyleyen bir hükümetin de kendi tarihini durmadan yeniden yazması gerekir. Bunun muhatabı olarak, sonuçta önünüze hayatınızın sonuna kadar inanabileceğiniz tek bir yalan konmaz, siyaset rüzgârı nereden eserse ona göre değişen sayısız yalan konur. Artık hiçbir şeye inanamaz hale gelmiş bir halk da hiçbir konuda karar veremez. Sadece eylemde bulunma kabiliyetinden değil, düşünme ve muhakeme etme kabiliyetinden de mahrum kalır. Ve bu hale gelmiş bir halka dilediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz..."

Bu cümlelerin ışığında Trump örneğine geri döndüğümüzde, onun bu kadar çok yalan söylemesinin perdesi biraz aralanıyor gibi... Çünkü söylediği yalanlar onun mitoman olmasından değil, uyguladığı iletişim ve yönetim politikasından kaynaklanıyor sanırım. Yani Platon’un izah ettiği gibi sadece devlete hak görülen yalanı, o devletin başkanı olarak gayet doğal ve iyi bir şekilde uyguluyor.

"Devleti hissetmek"

Arendt’in sorduğu “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilir misiniz?” sorusu mühim. Fikir sahibi kişilerin varlığı genellikle biraz önce aktardığım gibi olan yönetim biçimleri tarafından istenmeyen bir durumdur. Ve bunun oluşması da bir kişiye veya kitleye bilgi akışının ya da doğru bilgi akışının kesilmesiyle engellenir. Yani insanların bilgilendirilmemesiyle... Bu da aslında bir başka deyişle, üzerinde çalışılmış ve işlenmiş bir cehaletin kamu üzerine salınması anlamına gelir.

Roger Waters, bunu yapan muktedirler için ağır konuşur. The Wall konser/filminin bir sahnesinde, Fransa’da, I. Dünya Savaşı’nda ölen dedesinin mezarının başına gider ve cebinden çıkardığı Gabriel Chevallier’nin ‘Korku’ isimli romanından şu kısmı okur:

"Yönetenlerin çoğu yalan söyler, ne var ki yalanlar, Chevallier'in de belirttiği gibi seçilmiş ve işlenmiş cehaletten daha şoke edici değildir. Bu cehalet, merhamet uyandıran şeyin gerçekliğini reddeder. Bu gibi savaş liderlerinin ya da günümüz ekonomi stratejistlerinin merhametsiz olduğunu düşünmek hatadır. Onlar onursuz birer alçaktır! Bunu kafamıza iyice sokmalı ve ona göre davranmalıyız. Onlar onursuz birer alçaktır!”

Devlet, birçok örneğinde yaşadığımız gibi yalan söyler, peki bu yalanla karşılaşanlar çoğunlukla ne yapar? Cevabını Mark Twain, “Gizemli Yabancı” öyküsünde veriyor,

“Ardından devlet adamları ucuz yalanlar uyduracak, suçu saldırılan ulusa yükleyecek, vicdanları yatıştırmak için yapılan bu yalancılıklardan da herkes memnun olacak, bunları dikkatle inceleyecek, ama bunları çürütecek her türlü şeyi incelemeyi reddedecek, böylelikle o kişi yavaş yavaş kendisini o savaşın adil olduğuna ikna edecek, bu garip kendi kendini kandırma sürecinden sonra da tadını çıkardığı rahat uykusu için Tanrı'ya şükredecek."
(Mark Twain, Seçme Öyküler, çev. Yurdanur Salman, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019, s.113)

Yalan, onu söyleyenle ona inanan arasında hedef olarak seçilen kişiyi veya kitleyi etki olarak bağlar. Misal A kişisi, C hakkında B’ye yalan söylüyor. B de yalana inandığı için C ile konuşmuyor ve hiçbir şeyden haberi olmayan C bu etkiye maruz kalıyor.

Ama bir de D kişisi var. A’nın yalan söylediğini bilen ama buna karşın o yalanı durdurmak yerine taşıyan kişi.

Yalan söyleme hakkına sahip olan devlet adamının yalan söylediğini bilen, o palavraya inanmayan ama onu tekrar ederek yalanın sözcülüğünü yapan (ve sıklıkla karşılaştığımız) bir figür olarak da tasvir edebiliriz D’yi.

Konuşulan her dilde bu kişiyi tanımlamak için bir kelime mutlaka vardır. Ama bu durumu Kanada McGill Üniversitesinden Yacob T. Levy şöyle izah ediyor:

"Doğru olmadığı besbelli bir şey söylemek, sonra da maiyetinizdekilerin aynı yalanı yüzleri kızarmadan tekrar etmesini sağlamak, onlar üzerinde özellikle ürkütücü bir güç gösterisidir. Bilhassa totaliter rejimlerde sık rastlanan bir durum. Bariz bir yalanı tekrar etmek durumunda kalmak insana net bir şekilde kendisini güçsüz hissettirir, üstelik suça da ortak eder. Şeref ve haysiyetinizin ihlalidir. Ahlâken kendi ayaklarınız üzerinde durma, direnme ve yalanı ifşa etme becerinizi yitirirsiniz."

En üst kurum ve onu temsil eden kişiler tarafından yalanın bu kadar rahatça ve organize bir şekilde söylenmesinin bu yalana maruz kalanlar açısından Twain’in işaret ettiğinden bir başka etkisi daha olur.

Şöyle ki: Yalana sürekli maruz kalanlar zamanla dinleyen olmaktan çıkıp yalan söyleyen olurlar. Çünkü kanaat önderleri ve temsili güçlü kişiler bu kadar rahat ve çok yalan söylebiliyorsa, bu eylem onlar için normalse, doğal olarak yaşamın diğer alanında da normalleşir ve sorgulanmayan bir eylem olarak yerini alır. Bir çocuğun aile büyüklerine bakarak biçimlenmesi, onların davranışlarını doğru olarak kabul etmesi gibi... (Bizler de “Devlet Baba”nın, hayatımıza, düşünüşümüze, eylemlerimize müdahale ettiği çocukları değil miyiz?)

Hannah Arendt’in, “Totaliter rejimin ideal öznesi gerçekle kurgu, doğruyla yanlış arasında bir ayrımın kalmadığı insandır” cümlesine bakarsak, yalanlarla sistem için ideal hale getirilmiş öznenin günlük hayatında da özel hayatında da doğru ile yanlış, gerçekle kurgu arasında bir ayrımın kalmadığını ve hatta bunu önemsemediğini düşünebiliriz.

Buradan, yalan hakikat olmuştur paradoksuna ulaşabiliriz ki, 2016 yılında Oxford sözlüğü tarafından yılın kelimesi olarak seçilen post-truth bu duruma parmak basıyor.

Yani hakikatin düştüğü, gerçeklerin yerine kanaatlerin geçtiği, herkesin kendi bakış açısına göre gerçeği büktüğü bir zaman dilimi içindeyiz.

Nietzsche de ölümünden sonra yayımlanan 1873 tarihli “Ahlâkdışı Anlamda Doğruluk ve Yalan Üzerine” makalesinde, “Olgular yoktur, yalnızca yorumlar vardır” diyerek aslında bu halin daha öncesine dayandığını gösteriyor. Makalenin bir başka yerinde de dile aynı şeye işaret ediyor, şöyle diyerek :

“...bu barış kararı adeta o esrarengiz hakikat güdüsüne ulaşmanın ilk adımı gibi görünen bir şeyi beraberinde getirir. Yani şimdi, bu andan itibaren ‘hakikat’ olacak bir şey belirlenir, yani şeylerin herkes için eşit derecede geçerli ve bağlayıcı bir nitelemesi icat edilir ve dilin ilk yasası hakikat ve yalanın karşıtlığı burada ilk olarak ortaya çıkar.”

Dilin ilk yasasının hakikat ve yalan üzerine kurulması önemlidir çünkü anlamlar, davranış tutarlılığı ve bunun bağlayıcılığının temeli buradan çıkar.

Dil ve düşünce arasındaki organik bağı birbirinden ayıramayız, yani dil mi düşünceyi doğurur düşünce mi dili ayrımını yapmak zordur.  Yine Arendt’e bakarak bu ikisinin birlikte çalıştığını kabul edebiliriz. Şöyle der, “Sokrates ve Platon'dan bu yana genellikle düşünmeye ‘Benlikle olan sessiz diyaloğa kendini kaptırmak’ diyoruz.”

İletişim sırasına göre şöyle de sıralayabiliriz işleyişi: Arendt’in dediği gibi ilk sırada düşünce yani insanın kendi kendisiyle olan diyaloğu –buna monolog da diyebiliriz–, sonra bu monoloğun diğerine iletilmesi –diyalog– ve sonunda da eylem yer alır. Yani düşünce-dil-eylem.

George Orwell da dil ve düşünceyi birbirinden ayırmaz çünkü “Dil düşünceyi hastalandırabiliyorsa, düşünce de dili hastalandırabilir” der yukarıda ismini zikrettiğim makalenin içinde... Hangisi ilk önce hastalığı kapmışsa diğerine bulaştırır, o da hastalığı güçlendirerek diğerine geri iletir ve bu süreç sonunda hastalıklı bir eylem başlar. Hastalıklı bir söylemle zehirlenen bir kişinin 20 yıllık komşusunu başka bir dine inanıyor diye öldürmesi gibi...

Yalan çoğunlukla sosyal bir iletişim eylemidir ve bunun için öteki gereklidir. Issız adaya düşen bir kişi diğerine yalan söyleyemez çünkü diğeri yoktur. Böylece bu eylem kendiliğinden ortadan kalkar. Ama yine de ıssız adaya düşen kişi kendine yalan söyleyebilir.

O adaya düşme sebebi gemiyi hatalı kullanmasıyken, kazada hatası yüzünden yaşamını kaybeden 50 kişinin ölüm ağırlığını sırtlanmak yerine, bu ağırlığı hayatta olmayan ikinci kaptanın üzerine yıkabilir: “Verdiğim manevra emrini zamanında uygulamadı” diyerek. Ve buna da ikna olur. Ya da bütün bunların ötesinde, geçmişten gelen ve içine sinmeyen yaşanmışlıkların hayaletinden kurtulmak için bu eylemi yapar.

"Geçmişle hesaplaşma"

İnsanın kendine yalan söylemesinde, kendini ötekileştirmesine, düşünceyi oluşturan sessiz diyaloğun hakikatle yüzleştirici işlevinden kaçıp megafonla ötekinin (kendi benliğinin) kulağı dibinde bağıran bir cazgıra dönüşmesine şahit oluruz.

Kendi içinde kandırılacak bir öteki yaratma mesaisi de diyebiliriz buna. Devletlerin kullandığı dile ve onun politikasına uyum sağlayarak.

Bunun nasıl olduğunu bir filolog olan Victor Klemperer’in 1936-45 yılları arasında aldığı notlardan oluşan Nasyonal Sosyalizmin Dili kitabı izah eder. Yok edici Nazi dilinin gelişmesini, yayılmasını ve sorgulanmadan kabullenmesinin nedenlerini anlatırken dilin mühim bir fonksiyonuna değinir:

“Dil sadece benim için düzenlemek ve düşünmekle kalmaz, duygularımı da yönlendirir, kendimi ona doğallıkla, bilinçsizce bıraktığım oranda tüm ruhsal varlığıma yön verir. Peki ya dil zehirli unsurlara dayanarak gelişmiş veya zehirli maddelerin taşıyıcısı kılındıysa? Kelimeler küçücük arsenik dozları olabilirler. Farkında olmaksızın yutulurlar, bir etki yaratmıyor gibi görünürler ama bir zaman sonra zehir etkisini gösterir.”
Victor Klemperer, LTI - Nasyonal Sosyalizmin Dili, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2013, s.25)

Hülasa, bir politika aracı olarak çok eski zamanlardan beri yoğun bir şekilde maruz kaldığımız yalan bizi zehirledi ve insan kendine karşı bir birey değil, bir politikacı oldu. Bunun sonucunda da düşünürken kullandığı dil hakikatin değil politikanın diline dönüştü.

Mavi hapı yuttuk ve canıgönülden hakikate olan saygımızı yitirerek onun yaşamla olan bilinç bağından kendimizi azade kıldık.

 

GİRİŞ RESMİ:

 

"Bana gerçekleri anlat", Turgut Yüksel.
Yazıda kullanılan öteki resimler de yazarın 
Dünyada konumlanmış olmaya dair 100 ÇİZGİ (Ağaçkakan Yayınları, 2017) adlı kitabından alınmıştır.