Ahmet Güntan, [Hikâyenin Tam Ortasından Diyaloglar] ve tavşanlar

"Güntan, gayet zor bir işe soyunuyor: İlk başta küçümsenebilecek, okurda kolaya kaçıldığı izlenimi uyandırabilecek, acemi bir kalemde sahiden de sırıtabilecek, dahası tiyatro yapıtının parantez içindeki, italik ve kurtarıcı (sağdan veya soldan girer; uzaktan ayak sesleri, kahkahalar işitilir; ışık giderek azalır vs.) komutlarından yoksun, diyaloglara yaslanan bir anlatı tarzının/roman tekniğinin imkânlarını alabildiğine zorluyor."

21 Mayıs 2020 13:25

İzmir’den İstanbul’a “dikkate değer bir öykücü” olarak geldikten sonra, rahmetli Enver Ercan’ın tavsiyesiyle Varlık Yayınları’nın Pier Loti sokağındaki binasında Ercan’ın ve/veya derginin gayri resmi “asistanı” sıfatıyla zaman geçirmeye başlamıştım; Leyla Erbil, Tomris Uyar gibi yazarların evine gitmiş, daktiloya çekilmiş yazıları karşılığında onlara para dolu zarflar vermiştim mesela. Zamanla uzun boyumun avantajını kullanmış, “arşiv odası”nda, alt raflardaki kitaplardan üst raflardakine ulaşmayı başarmıştım. Cemil Kavukçu’nun 1987 tarihli Patika’sıyla böyle tanışmıştım. Kitabı soluksuz okuduktan sonra geriye tek bir duygu kalmıştı: Aldatılmışlık.

Başta eleştiri, deneme kitapları olmak üzere, okuduğum pek çok dergi, roman, öykü kitabı oracıkta sapır sapır dökülüvermişlerdi; sanki bir olup beni yıllardır boş yere oyalamış, kasıtlı bir şekilde zamanımı çalmış, beni kandırmış, Patika’dan mahrum bırakmışlardı. Türkçe edebiyatın tarihi, bir kez daha, ihmaller tarihiydi. Oysa Patika bana göre, aklı başında, makul, vicdan veya ağız tadı sahibi bir edebiyat tarafından merkeze oturtulması, çevresinde dolanılması, her manada didik didik edilmesi, defalarca okunması ve okutulması, sürekli başvurulması, ısrar ve işaret edilmesi gereken bir kitaptı.Benzer duygulara yıllar sonra, Ahmet Güntan’ın [Hikâyenin ortasından diyaloglar] üçlemesinin son kitabı Bukalemun Manifesto.’yu okurken kapıldım. Üçlemenin diğer kitaplarını (Olanlık. ve Tam o sırada.) da bir mahcubiyet duygusu eşliğinde bir çırpıda okudum. “Türksel Necmi’nin Yeri Çay Çorba”, Yatılı Erkek Lisesi ve Adliye gibi “ortalık” yerlerde, o adına güzellik denen ateşin etrafında çıra gibi yanmak için bir araya gelmiş, içlerine filozoflar, şairler, katiller, masumlar kaçmış, yaşını başını almış adamların, hekimlerin, hâkimlerin, keşlerin, asabi oğlanların sohbetleriyle kendimden geçtim. Güntan’ın (Neskafe Nebil, Tikli Tekin, Kız Cengiz, Beket Şevket, Kirpi İsmail, Toy Esrârî, Adalet Manitusu gibi) lakapları olmasa olmayacak, konuşan ve bazen de konuşmayan, varlıkları kimi zaman şüpheli “ibret figürleri” ile hâlihazırda dışarıda yaşayan, memleketin dillerine her manada musallat olan, gel gör ki “mücbir sebebler”le yazıya getirilme (içeriye buyur edilme) hususunda ölü muamelesi gören, bahtları pek de açık olmayan insan manzaralarını çizme becerisine, arzusuna şapka çıkardım.

Güntan, gayet zor bir işe soyunuyor: İlk başta küçümsenebilecek, okurda kolaya kaçıldığı izlenimi uyandırabilecek, acemi bir kalemde sahiden de sırıtabilecek, dahası tiyatro yapıtının parantez içindeki, italik ve kurtarıcı (sağdan veya soldan girer; uzaktan ayak sesleri, kahkahalar işitilir; ışık giderek azalır vs.) komutlarından yoksun, diyaloglara yaslanan bir anlatı tarzının/roman tekniğinin imkânlarını alabildiğine zorluyor. Mekân, ses tonu, fizyonomik özellikler gibi anlatısal gereklilikleri, metinden kendi başlarına taşsınlar, vücuda gelsinler diye diyalogların arasına sıkıştırıyor. Nihayet Bukalemun Manifesto.’da keşiflerini daha da ileriye taşıyarak, kahramanlarını anlatıcıya dönüştürüyor:

MUSTAFA MISTIK: Sen misin bu anlattığın?

BİZİM ARİF: Bir daha asla o silik ama zalim adamın ona yuva dediği iki oda bir salon işkence evine geri dönmeyecekti. Kendini deniz kıyısında buldu. Yağmur hafiften tenini ıslatıyordu. Annemin kokusunu üstümden alacak bu yağmur diye düşündü, ama o koku onun içine işlemişti, asla bir yere gitmeyecekti.

Annemin kokusu o beğendiğiniz koku.

MUSTAFA MISTIK: Devam etsene…

BİZİM ARİF: Sonra hayat birden hızlanmıştı. (…)

Güntan, kendisinin ve kahramanlarının, Bataille’ın “yaşamak için aralıksız gerekli olan kurban etme” diye tanımladığı pratiğin işlediği mekânlarda ne halt ettiklerini, üç romandır ne diye dolandıklarını sekiz yıl önce, 2012’de yayımlanan ilk kitabında (Olanlık.) söylüyor:

Hayatım boyunca izlediğim sesten kurtulmak için geliyorum buraya. Buranın sessizliğini özlüyorum. Sessizlik bile değil, ses sanki icat edilmemiş henüz, konuşmuyoruz da sanki birbirimizin önüne katı maddeler koyuyoruz burada.

Güntan, sanki Bataille’ın bıraktığı yerden devam ediyor; çünkü sorsanız, Güntan için de “iletişim” muhtemelen “… içlerindeki varlığı oyuna sürmüş, varlığı ölümün ve hiçliğin sınırına dayanmış varlıklar ister”.

Seslerden ibarettir Güntan’ın kahramanları; “bütün kelimelerin” “en sapkın ve şiirsel” olanından, sessizlik’ten doğmuş, “kendisini söz olarak susturan bir sessizlik”tir bu (Bataille). Şanslıdır bu kahramanlar: Felsefenin şüpheyle baktığı o ezeli ve sapkın güzellik ülküsü uğruna şeyleri giydirmeye, süslemeye, düzenlemeye, tasnif etmeye, çarpıtmaya vs. kalkışan “güzel yazı”nın karşısına zaafları, çelişmeleri, aksaklıkları ile söz’ü, sözün “saf” gücünü öneren, daracık mekânlarda dolanan kahramanlarına “geniş” bir özgürlük/müdahale alanı sağlayan bir yazara çatmışlardır. Her şeyden önce iyi ve edebi bir öğrencidir bu yazar; Dosto, Sokrat, Affan, Beket gibi kahramanlarının darmadağın olmuş, kedere batmış tasvirlerine kendini bırakmış; gözü atlamış, hayatın Adliye’deki bir mübaşirin, bir garsonun ağzında bile olmadık biçimlere dönüştüğüne kulaklarıyla tanıklık etmiş; yan masaları da atlamamış, hasılı kendisini ağızlara teslim etmekten başka bir çıkar yol bulamamıştır.

ESRÂRÎ : Sen nasıl yaşayabileceğini sanıyorsun çıkış kararları olmadan, bir şeyi başka bir şeye çabucak bile olsa iyi kötü bağlamadan, düşüncelerin birbirini okşamadan, bir kontur, bir çevre çizgisi atmadan? Ağız oyuğunun esiri mi olmak istiyorsun?

YAN MASA : Dinliyor musun arkadakileri. Deli bunlar. Ağız oyuğunun esiri dedi adam ya, inanmıyorum.

İyilik veya kötülük ile izah edilebilecek, olumlu veya olumsuz herhangi bir yargı çizgisinde hizaya getirilebilecek “kahramanlar” değildir bunlar, kahramanlıkları şüphelidir, tırnak içindedirler. Allah onları âdeta bir güzellikle sınamaktadır; güzellik karşısındaki teslimiyetleri veya yırtıcılıkları, kararlılıkları ve kararsızlıkları, başlarına ya bir iş ya da bir aşk açacak seçimleri, söndürdükleri veya biledikleri arzuları ile onlar ıslanmaktan korkmamak üzere yağmura aldırmayan (yağmurun altında yavaş yavaş yürüyünce sanki beni filme çekiyorlar sanırdım.), hayatın en uzak, yani tam göbeğindeki bir sınırda dolanan kahramanlardır.

(Olanlık.’ta) yalnızca konuşmaları değil (… nasılsınız Kamil Bey, a çok iyiyim sağolun karga dala kondu, siz nasılsınız, çok iyiyim sağdan yanağıma bir rüzgâr vurdu) kendileri de bölünür (Kamil abi, âşık olmak istiyorum ben, öyle bir bağlanmak istiyorum ki bendeki bu bağlanma ihtiyacı var ya, hatta hepsi, bendeki bağlanma ihtiyaçlarının hepsi dönsün bükülsün, kalın tek bir sicimde toplansın, birisi de ucundan tutsun, tek birisi, onu bulamadığım için görüyorsun kaç kişiye bölünüyorum), “hikayenin ortasında yitip gitmek”ten korkarlar, “biri bana sen benimsin dediğinde” hızla tahrik olurlar, yaptıkları heykelin önünde arzuyla diz çöken abilerinden kaçarlar, ayak sesleri onları korkutur, anneleri boş çantaları sürekli açıp kapatır; (Bukalemun Manifesto.’da) “cami cemaatinin şerrinden camiye sığınır”lar, tırtılları çekmecelerinde beslerler… Olan ve olmayan, dile gelen ve gelmeyen hatıralar cumhuriyetinin takırdayan korkunç iskeletleridir onlar, birbirlerini “hiç beklemedikleri yerlerden” vururlar, “kendinden başka biri olmayı” ayıplamak yerine ihtiyaç addederler, “geride bıraktıkları ayak izlerinden çoğaltılırlar”, birbirlerinin laflarının arasına girerler, ağızlarından “film” kelimesini eksik etmezler, filmlerden fırlamış değil de filmlere sızmaya çalışan “filmsiz” tiplerdir bunlar, kendileriyle konuşur, hatta kendilerine mektup yazarlar ve nihayetinde “PARAZİT NEFES: ‘Abi dur şu sineği öldüreyim de rahat rahat konuş!’”

Güzellik denen ateşin çevresinde toplandıklarını söylemiştik Güntan’ın hepsi de erkek kahramanlarının. Bataille’a ve onun İç Deneyim’de ağzından düşürmediği “kurban”a göz atmanın belki de tam yeridir bu ateş: Kurban etmeyi izleyen kutsallaştırma, “kurban” ile birlikte anılan (gülme, kahramanlık, şiir, erotizm, erime vs.) kavramlar, kurban etme edimi sırasında çıkagelen dram olgusu, “delilik ve bilgiden vazgeçme” olarak kurban, kurbanın birleştirici özelliği... Güntan’ın Üçleme’sinin her kitabında “en az bir” kurban vardır. Tarihin, toplulukların, kanonların olduğu kadar yazarın sinsi oyunlarının da kurbanıdırlar ve sonra “Kurban edenin kendisi, vurduğu darbeden darbe yemiştir, kurbanı ile birlikte batar, kaybolur”lar (Bataille). Güntan’da ise kurban etmek üzere “bir güzelliğe kurban” olurlar. Bir çemberi andıran bir kurban etme ritüelidir bu âdeta; çember/yapıt tamamlanır tamamlanmaz kurbanın yenisi diğerinin (Parazit’in) kanı, hatırası tüterken, lakabı elinde çıkagelir:

TÜRKSEL NECMİ : … Söyle delikanlı, ne istiyorsun?

TIFIL GARSON : Eleman arıyorum diye yazmışsın da abi.

TÜRKSEL NECMİ : Adın ne senin?

TIFIL GARSON : Tıfıl.

En başta Bukalemun Manifesto. olmak üzere, Güntan’ın Üçleme’si güvenli güzergâhlardaki, işlek caddelerdeki göz alıcı vitrinlere bakmaktan, “piyasa” yapmaktan sıkılmış, günün birinde bir delilik yapıp yan sokaklara sapmayı göze almış okurların karşısına aniden çıkıveren, biçimsiz, çatlak, harap bir mahalleye; başka deyişle, kederli, yamuk, sarsıcı ve bizzat sendeleyen bir gerçeğe çok benziyor. Bizim henüz tanımadığımız o mahal, bizi çok iyi tanıyor; korkutuculuğunun kaynağı da bu!

Bizim şair olarak bildiğimiz Güntan bu ve benzeri kitap tanıtım yazılarının kimseyi harekete geçirmeyeceğinin, herkesin yine “zaten bildiğini okuyacağının” farkında bir yazar. Biz bu yüzden Bukalemun Manifesto. gibi sonu noktalarla biten güzel kitapları, birileri gelsin ve iki nokta daha eklesinler… devam ettirsinler, yanlış anlasınlar ve hatta katletsinler diye, uyumaya bırakacağız; biz, şimdilik, tavşanlar gibi önümüzdeki ölü niyetlerden kaçamayacağız:

Şu niyet çeken tavşanlar var ya, hani bembeyaz, tertemiz, niyet kutusunun üstünde sessiz dilsiz konuşmayı reddetmiş̧ bir biçimde heykel gibi duran tavşanlar. Burunlarının ucunu ufak ufak oynatmasalar yaşadıklarını bile anlamazsın. Hiç̧ merak ettin mi onlar niye bir kere olsun sıçrayıp o kutunun üstünden kaçmıyor? Ön ayaklarını kırıyorlarmış̧ da ondan.