Salgın hastalıklarla mücadelede hat san’atı: Tâun duâsı

"Çok sevdiğim, bu kasvetli günlerde ufkumu (yahut hiç olmazsa duvarlarımı!) aydınlatan hat san’atı ile veba arasındaki ilişkinin ilginç ve iç açıcı bir konu olacağı kanaatindeyim. Nasıl bir ilişki mi? Vebaya karşı duâların (tâun duâsı) san’atlı bir şekilde yazıldığı hat eserlerinden bahsedeceğim kısaca."

Geçenlerde internette dolaşan bir video vardı, birçoğumuz seyrettik sanırım. Elazığ’da çarşının tıklım tıklım olduğu bir saatte corona virüsünden korkup korkmadıkları sorulan birçok keskin zekâlı vatandaşımız “korkmuyoruz, imânımız kuvvetlidir” diye cevap vermişti. Aklıma bir hadîsi getirdi bu sözler. Sıklıkla, ama genellikle yanlış bir biçimde aktarılan Enes b. Mâlik’in rivâyetine göre adamın biri Peygamber’e “Yâ Resûlallâh, onu bağlayıp mı tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül edeyim?” diye sormuş. Peygamber cevaben “Onu bağlayıp tevekkül et” demiş. (Tirmizî, Kitâbu’s-sıfati’l-kıyâme ve’r-rekā’ik ve’l-vera‘. Meraklısı için not: Genellikle sözü edilen “o”nun bir deve olduğu söylenirse de görüldüğü gibi metnin aslında bu belirtilmemiş. Bu hadîsin sıhhati tartışmalıdır, bazılarına göre münker, bazılarına göre garîb, bazılarına göre ise hasen’dir.) Yani imânı kuvvetli olmak, virüsün işini kolaylaştırmayı değil, aksine önlem almayı gerektirir. Önlem aldıktan sonra tevekkül etmek lâzımdır, önlem almak yerine değil. Bazı vatandaşlarımız bırakın usçuluğu, İslâm’ın özünü de pek kavrayamamış anlaşılan.

Her ne ise, şu salgın günlerinde “evde kal” çağrılarına uyan aklıselim sâhibi biri olarak Mustafa Arslantunalı’nın “hadi, salgınlar hakkında bir yazı yaz” davetine nasıl icâbet etsem diye biraz düşündüm. Önce yabancı gezginlerin Orta Doğu’da veba salgınlarına ilişkin yazdıklarından söz etmek geldi aklıma, yani işin “şarkiyatçılık” tarafı. Ne de olsa tıp tarihçisi değilim, üstelik Osmanlı İmparatorluğu bağlamında salgın hastalıkların tarihi son yıllarda birçok çalışmaya konu oldu: Nükhet Varlık, Yaron Ayalon, Burcu Kurt, İsmail Yaşayanlar, Orhan Kılıç, Birsen Bulmuş, Mesut Ayar... Onların yazdıklarına benim ekleyebileceğim bir şey yok.

Yalnız şunu söyleyeyim, konunun önemi basit bir istatistikten anlaşılabilir: Daniel Panzac’ın tesbitine göre 1701–1850 arasındaki 150 yılın 94’ünde İstanbul’da irili ufaklı veba salgınları vuku bulmuştur. (La peste dans l’Empire ottoman: 1700–1850 [Louvain: Peeters, 1985], s. 198.) Yani neredeyse her üç yılın ikisi! Nasıl etkilemiştir acaba bu sık tekrarlanan salgınlar toplumu? Ölen eş, dost, akraba bir yana, insanların gündelik ihtiyaçlarını karşılayan bakkalların, manavların, kasapların, terzilerin, marangozların, amelelerin, imamların, müezzinlerin bir biri ardınca ölüp gitmesine toplum olarak nasıl intibâk edilmiştir? Doğrusu eskiden beri tarihteki kopuşlar, sürekliliklerden daha fazla ilgimi çekmiştir, ki doğal afetler böyle kopuşların başta gelen sebeplerindendir —koca imparatorluklar, hattâ iktisadi/toplumsal sistemler çökmüş, yok olmuştur salgın hastalıklar nedeniyle. Geçirmekte olduğumuz salgın bakalım uzun dönemde neler getirecek.

Sâmi Efendi’nin celî sülüs hattıyla yazdığı H. 1319 (1901–2) tarihli tâun duâsı levhasının zırnık mürekkebiyle hazırlanmış ve iğnelenmiş kalıbı. (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, GY 98) 

Sonra vazgeçtim şarkiyatçılık konusundan. Onun yerine çok sevdiğim, bu kasvetli günlerde ufkumu (yahut hiç olmazsa duvarlarımı!) aydınlatan hat san’atı ile veba arasındaki ilişkinin daha ilginç ve iç açıcı bir konu olacağına kanaat getirdim. Nasıl bir ilişki mi? Vebaya karşı duâların (tâun duâsı) san’atlı bir şekilde yazıldığı hat eserlerinden bahsedeceğim kısaca. (Not: Okuduğunuz yazıyı bitirdikten sonra kısmen bu eserlere değinen bir başka makaleye Mehmed Özçay dikkatimi çekti, kendisine teşekkür ederim: Fatih Özkafa, “Ehl-i Beyt ve Hacı Bektâş-ı Velî Muhtevalı Hat Eserleri”, IV. Uluslararası Alevilik Ve Bektaşilik Sempozyumu  (18-20 Ekim 2018 Ankara): Bildiriler Kitabı içinde, der. Orhan Kurtoğlu ve Ayşe Çamkara Erginer [Ankara: Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, 2018], c. 2, s. 265–291, özellikle s. 268–272.)

Böyle eserler arasında en sık görülenleri, yukarıda ve aşağıda birer örneğini verdiğim, bazen Abdülkādir Geylânî’ye atfedilen (ve bestesi de bulunan) şu Arapça beyitin yazılı olduğu levhalardır:

lî hamsetün utfî bihâ harre’l-vebâ’i’l-hâtıme
el-Mustafâ ve’l-Murtezâ ve’bnâhümâ ve’l-Fâtıme

Yani “bende beş [kişi] var ki onlarla kırıp geçiren veba ateşini söndürürüm: Mustafâ [‘seçilmiş olan’, yani Hz Muhammed] ve Murtezâ [‘beğenilmiş olan’, yani Hz Ali] ve oğulları [yani Hz Hasan ve Hz Hüseyin] ve [Hz] Fâtıma.” Kısacası Peygamber’in ailesi, yani Ehl-i Beyt: Kendisi, kızı, damadı, iki torunu.

Bu ibarenin yazılı olduğu birçok levha gördüm; ilginç bulduğum bir husus, gördüklerimin hep geç dönemlere ait olması: Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi (ö. 1849), Kadıasker Mustafa İzzet Efendi (ö. 1876), Mehmed Şefik Bey (ö. 1880), Filibeli Bakkal Arif Efendi (ö. 1909), Mehmed Sâmi Efendi (ö. 1912), Reisü’l-hattâtîn Ahmed Kâmil Efendi (Akdik, ö. 1941), Neyzen Emin Dede (Yazıcı, ö. 1945), Hâmidü’l-Âmidî (Aytaç, ö. 1982)... Gerçi İstanbul’da 1812’de ve 1834–36’da iki çok ciddi salgın vuku bulduğuna göre (Panzac, a.g.e., s. 219), 19. yüzyılın ilk yarısında konuya önem verilmiş olması akla yakındır. Ama daha önce de veba salgınları vardı, veba hakkında risâleler yazılırdı, acaba böyle levhalar yahut (özellikle levhaların henüz yaygınlaşmamış olduğu 19. yüzyıl öncesinde) kıt’alar neden daha önce yazılmamış? Yoksa yazılmış da günümüze mi ulaşmamış? Yahut ulaşmış da ben mi görmemişim? Doğrusu bilmiyorum. Tabii 20. yüzyılda veba salgınları giderek tarihe karıştığından yakın tarihli levhaların —örneğin Hâmid Bey’inki gibi— daha ziyade hattatın san’atını sergilemek amacıyla yazıldıklarına şüphe yok. Ama daha öncekiler, koruyucu (profilaktik) olacakları inancıyla yazılmış olmalıdır mutlaka.

Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin ta‘lîk hattıyla yazdığı H. 1240 (1824–25) 
tarihli tâun duâsı. (Alif Art, eski Ali Kazgan koleksiyonu.)

Mahmud Celâleddin (ö. 1829) ve Çırçırlı Ali Efendi (ö. 1902) gibi bazı hattatların yazdığı birtakım levhalarda yukarıdaki beyite iki satır daha eklenmiş olduğu görülüyor:

tehassantü bi-bismillâhi ve tevesseltü bi-Resûlihi’l-kerîm
şâzira nâsıra erîşâ bedîşâ emrevâ garfıt

İlk satırın anlamı açık: “Kendimi Allah’ın adıyla korudum ve kerîm olan Resûl’ünü vesile edindim.” İkinci satırı ise ilk okuduğumda hiç anlayamadım. Hattâ bırakın anlamayı, farklı levhalarda farklı harekeler olduğundan tam olarak nasıl okunması gerektiğini bile çıkaramadım. Mahmud Celâleddin’in aşağıda görülen levhasında satırın sonuna “rıdvânu’llâhi ‘aleyhim ecma‘în” (Allah’ın rızası hepsinin üzerine olsun) ibaresi eklenmiş olduğundan bu altı kelimenin özel isim olması ihtimali aklıma geldi, ama yalnız o kadar. İşte böyle zamanlarda insanın bilgili bir çevresi olmasının önemi iyice anlaşılıyor. Mehmed Özçay’ın tavassutuyla Cafer Kelkit’ten gelen bilgiler sayesinde durum biraz aydınlandı. Her ikisine de teşekkür ederim. Söz konusu isimlerin mahiyeti konusunda fikir birliği olmamakla beraber, Acem yahut cinnî sahâbe, ricâlü’l-gayb, abdalân gibi —Cafer Bey’in ifadesiyle— “tevessül edilen, def-i beliyyât için teberrüken isimleri kırâ’at olunan zevât” imişler.

Mahmud Celâleddin ketebeli, iki farklı kalınlıkta sülüs hattıyla yazılmış tarihsiz
tâun duâsı levhası. (Bugün nerede olduğunu bilmiyorum.)

Açık seçik vebadan söz etmemekle birlikte keza tâun duâsı addedilen daha uzun bir başka metin ise (ufak tefek farklar ile) şöyledir:

e’ûzü bi-kelimâti’llâhi’t-tâmmâti min şerri mâ halak
lî hamsetün utfî bihüm harre’l-hutûbi’l-hâtıme
el-Mustafâ ve’l-Murtezâ ve’bnâhümâ ve’l-Fâtıme
ve hamsetün ahfâdühüm ulû’t-taviyyeti’s-sâlime
el-kutbü İdrîsü ellezî lehü’l-meziyyetü’d-dâ’ime
ve İbnü Meşîşin neclühu muhyi’l-kulûbi’n-nâ’ime
ve’ş-Şâziliyyü tilmîzühu zü’l-menkıbâti’l-kā’ime
ve’l-Gilâniyyü min nefsihi fî’l-celâli’l-hâ’ime
ve İbnü Süleymâni’l-Cezûliyyi zü’l-me‘âliyyi’l-lâzime
bi-câhihim yâ Rabbenâ ıtfi nâre’l-hâtıme

Duânın her levhada bulunmayan ilk cümlesi hadîstir: “Allah’ın yarattıklarının şerrinden, O’nun tam kelimelerine sığınırım.” Bazı rivâyetlerde bu duânın akrep sokmasından koruduğu da belirtilir. (Müslim, Kitâbü’z-zikr ve’d-du‘ā’ ve’t-tevbe ve’l-istiğfâr; İbn Mâce, Kitâbü’t-tıbb; Ebû Dâvûd, Kitâbü’t-tıbb; Mâlik, Kitâbü’ş-şa‘r, Kitâbü’l-istîzân; Tirmizî, Kitâbü’d-da‘vât.) Metnin geri kalanı ise mealen şöyle: “Bende beş var ki onlarla kırıp geçiren dertlerin ateşini söndürürüm: Mustafâ ve Murtezâ ve oğulları ve Fâtıma. Ve beş torunları ki niyetleri sâlimdir; kutub İdris ki daimî meziyet sahibidir; ve oğlu İbn Meşîş ki uyuyan kalplere hayat verendir; ve öğrencisi eş-Şâzilî ki her yerde tekrarlanan menkıbeler sahibidir; ve el-Geylânî ki kendiliğinden azametin zirvesindedir; ve İbn Süleyman el-Cezûlî ki zâtına bitişik yücelikler sahibidir; onların şânıyla, ey Rabbimiz, kırıp geçiren ateşi söndürürüm.” Bu son beş kişiye “torunları” denmesi, her birinin Seyyid yahut Şerîf olduğuna inanılmasından ileri geliyor: İdris b. Abdillâh (ö. 793), Abdüsselâm b. Meşîş (ö. 1227), Ebü’l-Hasan eş-Şâzilî (ö. 1258), Abdülkādir Geylânî (ö. 1166) ve Muhammed el-Cezûlî (ö. 1465). İranlı olan Geylânî hariç bunların hepsi tanınmış Faslı sûfîlerdir.

Bu duânın hattat Mahmud Celâleddin ketebeli, upuzun bir tokça sülüs levhasını vaktiyle görmüş, ketebesinde bir aksaklık olduğundan ucuz olmasına rağmen almamıştım; çok pişman oldum sonradan, ama ne çare... Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin oldukça etkileyici bir levhası vardır, H. 1249 (1833–34) tarihli celî ta‘lîk hattıyla; bir benzeri de H. 1320 (1902–3) tarihli olup Ahmed Râkım Efendi’nindir (Boren, ö. 1940). Ama şüphesiz en önemlisi ve Osmanlı hat san’atının gerçek bir şâheseri, metnin Mustafa Râkım (ö. 1826) eliyle yazılmış, Suna ve İnan Kıraç koleksiyonundaki nefis sülüs levhasıdır. Yazıyı muntazam bir şekilde düz satıra oturtmak bile hayli zordur, nerede kaldı helezonî (yılankavî) satıra! (Meraklısı için not: Râkım’ın İstanbul’un Tophane mahallesinde bulunan Nusretiye Camii’ndeki [1823–26] kuşak yazısı da mihrab sofasının iki yanında gayet zarif bir biçimde yukarı doğru kıvrılır; buna hattat Sâmi Efendi “deve boynu” dermiş. İlgilenenler şu kitaba bakabilir: Süleyman Berk, Hattat Mustafa Râkım Efendi: Hayatı, San’atı ve Eserleri [İstanbul: Kaynak Yayınları, 2003], s. 112–119.)

Mustafa Râkım’ın sülüs hattıyla yazdığı H. 1227 (1812) tarihli tâun duâsı levhası.
(Suna ve İnan Kıraç Koleksiyonu.)

Son olarak metni hepsinden uzun olan, Filibeli Bakkal Ârif Efendi’nin hilye-i şerîfe şeklindeki iki tâun duâsı levhasından söz edeceğim. Biri Türkpetrol Vakfı’nda (resmi için bkz. M. Uğur Derman, İslâm Kültür Mirâsında Hat San’atı [İstanbul: IRCICA, 1990], no. 151), aşağıda görülen diğeri ise Kerem Kıyak koleksiyonunda bulunan, birbirine hayli benzeyen bu levhaların her ikisi de H. 1317 (1899–1900) tarihlidir. İkisinin de hilyelerde “baş” denilen kısmında sülüs hattıyla Besmele (en-Neml 27:30’daki şekliyle) vardır. Türkpetrol Vakfı’ndaki levhada Besmele’den sonra rikā‘ hattıyla şöyle bir hikâye anlatılıyor:

Rivâyet ederler ki er-Reşîd döneminde Bağdad halkı büyük bir tâun felâketi yaşamış. Pek çok kişi telef olmuş, o kadar ki, yaşlıların yanında 12.000 de genç ölmüş. Veba her bir eve girmiş, yalnız “mübârek” dedikleri bir tüccarın evi hariç. Bu acîb ve garîb durum halk arasında çok konuşulmuş ve sonunda olay er-Reşîd’in kulağına kadar gitmiş. O da tüccarın huzûruna getirilmesini emretmiş, getirilince ona sorular sormuş, nasıl olur da vebanın kendisine tesir etmediğini sual etmiş. Adam şöyle cevap vermiş: “Ey Emîre’l-müminîn, Allah (subhânehu ve te‘âlâ) beni ve evimin halkını bu hastalıktan bir duânın bereketiyle korudu. Rivâyete göre Ebû Hanîfe (Allah ondan râzı olsun) bu duâyı okuyanı, üzerinde yahut evinde bulunduranı ve de çocuklarını Allah’ın vebadan koruyacağını söylermiş.”

Söz konusu duâ, levhanın “göbek” kısımında nesih hattıyla yazılmış olup iki levhada aynıdır ve Türkçesi (aşağı yukarı) şöyledir:

Ey Allahım, Senden, yarattıklarının sayısınca ve tahtının ağırlığınca ve kendinden rızanca ve yüzünün nûrunca ve bilginin tamlığınca ve gücünün çokluğunca ve kudretinin genişliğince ve şükrünün hakikatince ve rahmetinin son noktasınca ve takdîrinin idrâkince ve zâtının bütünlüğünce ve tüm sıfatlarınca ve vasfının tamâmınca ve isimlerinin nihâyetince ve gizli sırrınca ve güzel koruyuculuğunca ve bol âlicenâplığınca ve nimet vericiliğinin mükemmelliğince ve cömertliğinin taşkınlığınca ve gazâbının şiddetince ve üstün rahmetince ve kelimelerinin sayısınca ve ermişliğinin çokluğunca ve ferdiyetinin tefrîdince ve vahdetinin tevhîdince ve bekānın kalıcılığınca ve ufuklarının sonsuzluğunca ve tanrılığının yüceliğince ve cebbâriyetince ve hamdince ve ululuğunca ve merhametince ve bağışlayıcılığınca ve lûtfunca ve ihsânınca ve hakkınca ve hakkının hakkınca diliyorum: ey Allahım, Senden diliyoruz ki bize şifâ ver ve endişelerden ve gamlardan ve vebadan ve belâdan ve yok olmaktan ve dünyada ve âhirette bütün âfetlerden ve sakatlıklardan çıkar yol göster, kef-he-ya-ayın-sad hakkı için ve ta-have ya-sin ve sad hakkı için ve ha-mim ayın-sin-kaf hakkı için ve şüphesiz Biz sana apaçık bir fetih verdik hakkı için ve rahmetin için ey merhamet edenlerin en merhametlisi.

Her iki levhanın da alt kısmında yine rikā‘ hattıyla şöyle bir hikâye yazılı:

Ebü’d-Derdâ’ya (Allah ondan râzı olsun) demişler ki, “Evin yandı.” Yangın mahallesine sirâyet etmişti. O da “Allah bunu yapmaz” diye cevap vermiş. Ona haberi üç kere tekrar etmişler, o da her defasında “Allah bunu yapmaz” diye cevap vermiş. Sonra biri gelip ona demiş ki, “Yangın tam evine yaklaşmışken söndü.” O da “Bunu biliyordum” diye cevap vermiş. Demişler ki “Bilemedik, bu sözlerin acâyib.” O da demiş ki: “Peygamber’in (salâ’llahu ‘aleyhi ve sellem) şöyle dediğini duydum: ‘Bu kelimeleri gece gündüz tekrarlayana hiçbir zarar gelmez.’ Ben de tekrarladım.”

Hikâyenin el-Gazâlî’nin İhyâ ulûmi’d-dîn adlı eserinde yer aldığı belirtilmiş en sonda; gerçekten de eserin “Kitâbü’l-ezkâr ve’d-da‘vât” adlı bölümünde, aşağıdaki duâ ile birlikte aynen geçiyor. ([Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, 1433], c. 1, s. 417.) Ebü’d-Derdâ’nın duâsı nesih hattıyla levhanın “etek” kısmında verilmiş:

Ey Allahım Sen Rabbimsin, Senden başka ilâh yoktur. Sana tevekkül ettim ve büyük arşın Rabbi Sensin. Güç ve kuvvet sadece yüce ve büyük olan Allah’tandır. Allah’ın istediği oldu ve istemediği olmadı. Bil ki Allah her şeye kadîrdir ve Allah’ın bilgisi her şeyi kuşatmıştır ve her şeyi sayılarla hesaplamıştır. Ey Allahım, kendi şerrimden ve perçemlerinden tuttuğun bütün yaratıkların şerrinden Sana sığınırım. Gerçekten de Rabbim dosdoğru yol üzerindedir.

“Göbek” ve “etek” kısımlarındaki metinler kısmen muhtelif âyât, mukatta‘ât, ehâdis ve duâlardan oluşuyor —örneğin “şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik” (el-Feth 48:1), “merhamet edenlerin en merhametlisi” (el-A‘râf 7:151; Yûsuf12:64, 12:92; el-Enbiyâ 21:83), “büyük arşın Rabbi Sensin” (et-Tevbe 9:129), “kef-he-ya-ayın-sad” (Meryem 19:1), “ha-mim ayın-sin-kaf” (eş-Şûrâ 42:1–2), “güç ve kuvvet sadece Allah’tandır” (Buharî, Kitâbü’l-ezan; Müslim, Kitâbu’s-salât) gibi.


Filibeli Bakkal Arif Efendi’nin sülüs, nesih ve rikā‘ hatlarıyla yazdığı,
hilye-i şerîfe şeklindeki H. 1317 (1899–1900) tarihli tâun duâsı levhası.
Tezhibini Feyzullah Dayıgil’in (ö. 1949) desenlerine dayanarak Rikkat Kunt (ö. 1986) gerçekleştirmiştir
(Kerem Kıyak koleksiyonu.)

Daha önce sözünü ettiğim iki satırlık “lî hamsetün utfî bihâ...” duâsı Kerem Kıyak koleksiyonundaki levhanın “göbek” kısmının etrafında, dört köşeye paylaştırılmış. “Kuşak” kısmında ise bir hadîs yer alıyor: “Veba bütün Müslümanlar için şehâdettir.” Bazı rivayetlerde de şehâdetin beş çeşit olduğu, birinin veba(dan ölmek) olduğu belirtilir. (Buhârî, Kitâbü’l-cihâd ve’s-siyer, Kitâbü’t-tıbb; Müslim, Kitâbü’l-imâre; Ebû Dâvûd, Kitâbü’l-cenâ’iz; Nesâ’î, Kitâbü’l-cenâ’iz, Kitâbü’l-cihâd; İbn Mâce, Kitâbü’l-cihâd; Tirmizî, Kitâbü’l-cenâ’iz; Mâlik, Kitâbü’l-cenâ’iz.) Türkpetrol Vakfı levhasında ise dört köşede “Allah veliyyü’t-tevfîk” (Allah başarının sahibidir), “ni‘me’l-mevlâ ve ni‘me’r-refîk” (O ne güzel mevlâ ve ne güzel dosttur), “ve mâ tevfîki illâ billâh” (başarı yalnız Allah’tandır) ve “lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” (güç ve kuvvet sadece Allah’tandır) yazılı, “kuşak” yazısı ise yok.

Yukarıda da belirttiğim gibi böyle levhalar sadece dekoratif amaçlı değildi, zira duâ, “bağlayıp tevekkül et”menin “bağlama”, yani önlem alma tarafını kısmen karşılıyordu. Kısmen diyorum, çünki muskalar, tılsımlar, büyüler, okuyup üflemeler, muhtelif ilâçlar da kullanılmış, hattâ son dönemde karantinaya da başvurulmuştur. Gerçi Nuran Yıldırım, Şeri‘at’ta yeri olmadığı gerekçesiyle Osmanlı toplumunun zaman zaman karantinaya direndiğini göstermişti bir makalesinde. (“Osmanlı Coğrafyasında Karantina Uygulamalarına İsyanlar: ‘Karantina İstemezük’”, Toplumsal Tarih 150 [2006], s. 18–27.) Ama öyle hemen Osmanlıları, İslâm’ı suçlamayalım, Avrupa’da da karantinaya muhalefet edenler olmuştur. Örneğin F. Cholet adlı bir Fransız hekim, 1834’te İstanbul’da vuku bulan veba salgınında yaptığı gözlemlere dayanarak “contagioniste” (bulaşmacı) dediği yazarların söylediklerinin aksine hastalığın bulaşıcı olmadığını, dolayısıyla karantinanın gereksiz olduğunu iddia etmiştir. (Mémoires sur la peste qui a régné épidémiquement à Constantinople en 1834 et sur sa non-contagion, suivi de quelques réflexions sur les quarantaines et les lazarets [Paris: J.-B. Baillière, 1836].) Üstelik Hz Muhammed’in bazı sözleri karantinayı destekler mahiyette görünüyor: “Bir yerde tâun olduğunu duyarsanız oraya girmeyin; ve eğer bulunduğunuz yerde tâun vuku bulursa oradan çıkmayın.” (Buhârî, Kitâbu’t-tıbb, Kitâbü’l-hiyel, Kitâbü ahâdisi’l-enbiyâ, Kitâbü’l-kader; Müslim, Kitâbü’s-selâm; Tirmizî, Kitâbü’l-cenâ’iz; Mâlik, Kitâbü’l-medîne.) Yüzyıllar önce İbn Sînâ (ö. 1037) gibi bazı öncü düşünürler hastalıkların bulaşıcılığı üzerine yazıp çizmişlerdi, ama ancak Louis Pasteur’ün (ö. 1895) keşifleri sonrasında bilimsel bir “mikrop teorisi” artık yerleşmiş, bu sayede veba gibi bakteriyel hastalıkların her yıl milyonlarca insanı öldürmesinin önüne geçilebilmiştir. (Darısı virütik hastalıkların başına!) Tâun duâsı levhaları işte önceki zamanlardan yadigâr kalmıştır bizlere.

 

GİRİŞ RESMİ:

Reisü’l-hattâtîn Ahmed Kâmil Akdik’in celî sülüs hattıyla yazdığı H. 1338 (1919–20) tarihli tâun duâsı levhasının ilk satırı. Müdekkik dostum Zeynep Tek’e, hattat Mehmed Özçay’a ve İsmail Kara hocaya düzeltileri için teşekkür ederim; kalan hatâlar tabiatiyle benimdir.