"NRS ve 21YYB"

Cem Akaş'ın bu hafta sonu yayımlanacak son kitabı Zamanın En Kısa Hali'nden kısa bir alıntıyı Tadımlık olarak sunuyoruz: "Bellek bir depo metaforuyla değil, bir deşifre mekanizması metaforuyla daha doğru anlaşılabilir..."

19 Ekim 2020 10:29

1

Kaydıraktan aşağı kontrolsüzce kayıyor, kaygan zeminde hızı giderek artıyor. Durdurabileceği bir şey değil. Boğulmasını anımsamıyor; kaç kişinin, nasıl bir telaşa kapılarak onu havuzdan çıkardığını, içindeki suyu nasıl boşalttıklarını, onu çimenlerin üstüne kimin yatırdığını, annesinin korkudan, dehşetten ne yaptığını hiç bilmiyor. Gözlerini açtığında, ona kolluk almaya gitmiş babasının dönmüş olduğunu görüyor; o gelmeden kaşla göz arasında havuzun kaydırağına tırmanıp kendini aşağı bıraktığı için azar işitmiyor, şu an işitmiyor. Yattığı yerden kalkmadan, babasının şişirdiği kavuniçi kolluklara uzanıyor ve incecik kollarına geçiriyor. Annesi onun saçlarını çekiyor alnından.

2

Sen ölü doğdun, diye anlatıyor annesi, ikinci sınıftayken; Doktorum olan kadın, doğumdan on gün önceki muayenede senin kalp atışlarını duyamadı, bize bunu lafı hiç dolandırmadan söyleyiverdi, ama biraz daha beklemeyi önerdi; sonunda doğum yaptım, sen gayet sağlıklı çıktın, biz sevinçten çıldırdık, çok ağladım, bir daha da kadın bir kadın doğum doktoruna gitmemeye yemin ettim.

3

Yirmi yaşına bastığı yaz, tüm ergenliği boyunca başına bela olmuş, yaz tatillerinden nefret etmesine yol açmış sivilcelerinden kesin olarak kurtulmak için harekât başlatıyor. Gittiği hastanenin cildiye uzmanı kadın, bir karaciğer tedavisi öneriyor – ağır bir ilaç kürü bu, dudakları şişip kıpkırmızı oluyor ama sivilceler de geçiyor. Üç hafta sonra kontrole gittiğinde doktor, paravanın arkasına geçmesini ve bluzunu çıkarmasını söylüyor, tüm sırtına yayılmış sivilcelerin ne durumda olduğunu görmek için. Söyleneni yapıyor, fazladan bir de sutyeninin kopçasını açıyor ama çıkarmıyor. Az sonra doktor geliyor yanına, sırtına bakıyor, kendiliğinden bir, Çok güzel, çıkıyor ağzından, Yani epey düzelmiş, diye düzeltiyor hafif gülerek. Bir iltifat olarak çok da parlak değil belki, ama ona çok iyi geldiği belli. Soluğu yazlıkta alıyor, güneş batmadan arkadaşlarıyla denize girebilmek için.

4

Bir gece kumsala iniyor, babasının yeni hediyesi gitarıyla – ortalık yerde gitar çalıp şarkı söylemek gibi bir huyu yok ama çok sıcak bir gece, arkadaşları ya şehirde ya da dışarı çıkmamış, o da evden oturmak istememiş. Duvarın dibine, karanlık kısma oturup kendi kendine bir şeyler çalıyor. İki kız geliyor bir süre sonra, kendisinden küçükler, taş çatlasa liseye gidiyorlar. Teklifsizce yarım metre ötesine oturup dinlemeye başlıyorlar. Joan Baez’den, Marianne Faithfull’dan şarkılar söylüyor. “Five Hundred Miles”ı bitirdiğinde kızlardan biri, Ne güzel söylüyorsunuz, diyor, Ama nasıl aklınızda tutuyorsunuz sözleri, yabancı dilde ezberlemek zor olmuyor mu? Ne diyeceğini bilemiyor birden, Yoo, diyor, Aslında hafızam çok da iyi değildir ama Türkçeden bir farkı yok. Diğer kız onun çok zeki olduğuna karar vermiş olmalı ki, Benim abim de çok zekidir, diyor, İlk girişinde Anadolu Üniversitesi’ni kazandı. Okuduğu üniversiteyi söylemek zorunda kalmamak için hemen “Tie A Yellow Ribbon”a başlıyor.

5

Üniversiteye kaydolacağı gün annesi götürüyor onu okula, hızlı kullanıyor arabayı. Öğütler veriyor bir yandan – dersler, hocalar ve arkadaşlarla ilişkiler, erkekler konusunda dikkat edilmesi gerekenler. Dinlememeye çalışıyor annesini; yolu, yol kenarındakileri izlemeye çalışıyor; arada kendini tutamayıp kısaca tersleniyor ama uzatmıyor hiç. Tam lafının ortasında sesi gidiyor annesinin, derin bir nefes alıp yolun kenarına çekiyor arabayı, başını arkaya yaslayıp gözlerini kapıyor ve öylece kalıyor. Buruşmuş bir yüz. Ne olduğunu bile soramıyor annesine, Anne?, bile diyemiyor, elini tutabiliyor yalnızca, nefesini bir de.

6

Kırklı yaşlarında; bir akşam babasını hastane odasındaki yatağından kaldırıyor, koluna girip tuvalete götürüyor ve işemesine yardım ediyor. Bakmamaya çalışsa da görüyor – seyrek kahverengi kasık kıllarının arasına kaçmış olan penisini yakalıyor babası titrek parmaklarla, biraz çekiştirip uzatıyor, sonra klozeti tutturmaya çalışarak işiyor; bilinçli değil alışkanlıkla yapılmış bir harekete benziyor bu daha çok. Ellerini şöyle bir ıslatıyor işi bitince, yüzüne bakıyor – yatağa dönmeye hazır. Yavaş adımlarla, koltuk altından destek vererek yatağa götürüyor babasını, bir anda bembeyaz, hatta yeşile çalan bir beyaz kesildiğini görüyor yüzünün, aynı anda yere yığılıveriyor adam – bir deri bir kemik kalmış olsa da tutmaya gücü yetmiyor. Apar topar ameliyata alıyorlar, sekiz saatin sonunda ölüyor babası, ama ölüm anı olarak hep yatağın dibinde, yerde bir yığın olarak duruşunu hatırlayacak.

7

Annesiyle el ele tutuşmuş, caddenin karşısına geçecekler. Annesi yürümeye başlayınca o da yoğun trafikli caddeye adım atıyor, atmasıyla da annesinin onu kolundan sertçe geri çekmesi bir oluyor. Sağına soluna bakmadan, araba gelmediğinden emin olmadan karşıya geçmeye kalktığı için azar işitiyor annesinden, eli hâlâ onun elinde. Ama sen de geçiyordun, diye itiraz edecek oluyor; Bana ne bakıyorsun, diyor annesi, Ya seni öldürmeye çalışıyorsam? Önünde açılan bu yeni ve derin ufka sessizce bakakalıyor.

8

En iyi arkadaşı, ailesiyle birlikte akşam oturmasına gelmiş – anne babalar yemekten sonra salonda iskambil oynuyor, onlarsa salona girmeden, odasının önündeki küçük alanda, mizansenini kendisinin yaptığı bir oyuna dalıyorlar – arkadaşı Kızılderililere esir düşünce onu kurtarıyor, ardından yeni alınan doktor çantasının içindeki plastik oyuncaklarla muayene ediyor onu. Kısa eteğinin altından donunu çıkarıyor arkadaşının, elindeki aletle karıştırıyor kukusunu. O sırada annesi, elinde tepsiyle mutfağa giderken yanlarından geçiyor, çayları tazeleyip oyun masasına dönüyor ama onlara bakmıyor bile – an­nesinin arkasından bakıyor bir süre, sonra devam ediyor oyuna. Biraz kan bulaşıyor parmaklarına. Nasıl temizle­diğini anımsamıyor.

9

Kocasıyla henüz sevgiliyken, ilk kez birlikte oldukları gece uzun uzun, birbirlerinin teninden kopamıyormuş gibi seviştikten sonra uyuyakalıyorlar ama arada kendini uyandırıp, yanında yatan adama odaklıyor gözlerini karanlıkta, sol eliyle saçını okşuyor. Gün yavaş yavaş ağarırken sevgilisinin sırtına baka baka yeniden uykuya dalıyor.

10

Beşinci sınıfta dünya coğrafyası dersinde parmak kaldırıp öğretmenine komünizmin ne demek olduğunu soruyor; öğretmen daha cevap veremeden apartmanda komşusu olan arkadaşı kalkıp, Bizim yaşımız küçük, böyle şeyleri anlayamayız, diyor; Anlayacağımız şekilde anlatılırsa gayet iyi anlarız, diye cevap verince sınıf karışıyor, her kafadan bir ses çıkıyor, kimisi arkadaşını destekliyor, kimisiyse onun büyüyünce avukat olması gerektiğini, kendini çok iyi savunduğunu söylüyor, öğretmense konuyu geçiştiriyor. O hafta sonu arkadaşına oynamaya gittiğinde ve öğle yemeğine oturduklarında, arkadaşının babası konuyu açıyor, komünist sistemde insanların koyun olduğunu ve bir çoban tarafından güdüldüğünü, kimsenin kendi istediğini yapamadığını anlatıyor. Anladım, diyor memnuniyetle.

11

Mutfakta çay yapıyor kendine – gecenin bir yarısı, kocası yorgunluktan horlayarak uyuyor, dört yaşındaki kızları da derin uykuda, elinde sıkı sıkıya tuttuğu deniz canlıları kitabıyla. O ise son zamanlarda pek uyuyamıyor, dönenip duruyor yatakta, sonra kalkıp televizyonun başına oturuyor, gece geç saat yayınlanan tuhaflıklara bakarak kendinden kurtulmaya çalışıyor. Önceleri bu seyir seferlerine şarap ya da viski eşlik ediyor, sonra onlardan da bıkıyor ve çaya veriyor kendini. Elektrikli su ısıtıcısının hemen kaynattığı suyu fincanına döküyor şimdi, poşet papatya çayını bir süre sallıyor, sonra çıkarıp mutfak tezgâhında bekleyen kirli tabaklardan birine bırakıyor. Tam fincanıyla salona gitmek üzere döndüğünde kızını buluyor karşısında, fincana hakim olamıyor, kaynar çay kızının yüzünde patlıyor; çığlığı daha sonra atıyor, kızının yüzünün yanmaya başladığını görmesinden sonra, yaşamlarının o anda yepyeni ve çok daha zor bir yola girdiğini kavramasından bile sonra belki.

12

“Jive Pakistan” – bir pazar sabahı, çocukluğundaki evlerinin salonu, televizyonda beyaz kıyafetli çocuklar, ışıklı bir gün.

13

İlk ciddi sevgilisi, ­seviştiği, birlikte uyuduğu, baş başa tatile çıktığı ilk sevgilisi­ ona horladığını söylediğinde inanmıyor önce, Kızlar horlamaz ki, diyor, nereden böyle bir fikre kapıldığını soruyor sevgilisi, düşünüyor, Herhalde bizde yalnız babam horladığı için, diyor, Hem de ne horlama, üç kapalı kapı ardından duyulabilecek ve “ba­balar horlar” fikrini küçük bir çocuğun beynine kazıya­bilecek şiddette. Yine de bu düşünce onu fazla oyalamı­yor ve yüzüne bir küskünlük yerleşiyor – horladığına mı üzülüyor, bunu bir başkasının ­seviştiği erkeğin­ bilmesine mi, bilip de kendine saklama inceliği göstermemesine mi, yoksa tümden yalan söylüyor olma olasılığına mı, belli değil. İlişkileri bu noktadan sonra fazla sürmeyecek.

14

Evlendikten sonraki ilk gezilerini Almanya’ya yapıyorlar, amaçları Bauhaus mimarisini yerinde görmek, ama sonra daha eski binaların da büyüsüne kapılıyorlar, Köln, Berlin derken kendilerini Heidelberg’de buluyorlar. Almanya’ya indiği andan itibaren Almanca öğrenmeye ve öğrendiklerini kullanmaya başlıyor, kaşına gözüne bakmadan; kocasıysa gayet iyi Almanca bilmesine karşın tek kelime konuşmuyor, garsonlara ısrarla “kızım” ya da “oğlum” diye seslenip siparişini Türkçe veriyor, anlamadıklarını fark etmiyormuş gibi, Türkçe bilmemeleri düşünülemezmiş gibi davranıyor, şaşkın şaşkın bakan garsonlara her seferinde o anlatıyor kocasının ne istediğini, ama niçin böyle yaptığını sormuyor. Heidelberg’de nehir kıyısında yürürlerken yanlarına yaşlıca bir adam geliyor – kır saçlı, iyi giyimli, hoş bir adam bu­ ve bir “merhaba” ya da “afedersiniz” bile demeden, Felsefeciler Yolu buralarda mıydı, diye soruyor, Türkçe. Kocası da adamı yıllardır tanıyormuş ve kahvaltıdan beri birliktelermiş gibi bir rahatlıkla, Yürümeye devam et, diyor, Yürüdüğün yol, felsefeci yolu.

15

Henüz yirmi sekiz yaşındayken bölüm yöneticisi pozisyonuna getirildiği işi hakkında düşünmek, projelerini ve yapmak istediği değişiklikleri ayrıntılandırmak için küçük bir kafe belliyor kendine, hafta içleri bir ­iki akşam burada oturuyor, birşeyler atıştırıp birşeyler içiyor ve siyah kaplı defterine notlar alıyor. Hoş bir garson var ona bakan, zaman içinde konuşmaya da başlıyorlar. Kızın Fransız dili ve edebiyatı öğrencisi olduğunu öğreniyor, kızın Gide’i çok sevmesi ama adını “Jid” diye değil, Türkçe okunduğu gibi söylemesi hoşuna gidiyor, bozmuyor. Küçük bir adet geliştiriyor sonra – garson kız hesabı ufak bir kutu içinde getiriyor, o da parayla birlikte minik bir hediye bırakıyor kutuya – bir düğme, bir midye kabuğu, bazen eski bir fotoğraf. Kafe çalışanlarının ona bakışını fark ediyor ama aldırmıyor. Son kez gittiğini bilmeden kafeye gittiği o akşam hesap kutusuna bir film bileti koyuyor. Adını daha sonra unutsa da sonuna kadar izliyor o filmi o hafta sonu, yanı boş.

(s. 13-20)