Necmiye Alpay, Beklediler Gitmedik: Şiir eleştirisi, yeniden! 

"Beklediler Gitmedik, Alpay’ın 2005’ten günümüze gelen süreçte yazdığı şiir yazılarını bir araya getiriyor. Kitap, 'Sunuş' ve 'Gerekçe' olmak üzere, iki yazıyla açılıyor; her ikisi de ilk defa kitapta yayımlanan yazılar. Alpay’ın şiire yaklaşımına ilişkin anlayışının temel kavramlarını, düşüncelerini, görgü ve ilkelerini bu iki yazıda bulmak mümkün."

20 Eylül 2020 14:30

Beklediler Gitmedik, şiir üzerine yazılardan oluşan bir kitap için, beklenmedik bir isim. Şiir eleştirisinden çok aslında şiire yakın bir isim. Bu düşünüş biçimi kabul görür ise, “beklediler gitmedik” sözü, o zaman egemene yönelik bir söz olarak okumaya açık bir söz olur. Gitmemizi, terk etmemizi beklediler, gitmedik. Buradan hareketle, İsmet Özel’in bir kitabının adını, Toparlanın Gitmiyoruz kitabını çağrıştırdığını söyleyebilir miyiz? Ama Beklediler Gitmedik, bir şiir ya da bir şair kitabı değil; şiir ve şiir kitapları üzerine düşünceler kitabı. Şiirin, son yıllarda gündemden düşmesini hesaba katarak, buradan hareketle akıl yürütmek mümkün olabilir mi, şiir ve şairler toplamı söz alıyor olabilir mi burada, şiirin gündemden düşme konusundaki direncini dile getiriyor olabilir mi? Beklediler gitmedik ifadesinin anlamı nedir?

“Yamalı bohça değil, yapboz bütünlüğündeki toplam”

Beklediler Gitmedik, Alpay’ın 2005’ten günümüze gelen süreçte yazdığı şiir yazılarını bir araya getiriyor. Alpay’ın, şiir yazılarını da içeren edebiyat yazılarını bir araya getiren Yaklaşma Çabası, 2005 yılında yayınlanmıştı ve 1992’den beri kaleme alınmış yazıları bir araya getiriyordu. Bu ilk kitaba yazdığı “Sunuş” yazısında Alpay şöyle diyordu:

“Bu kitap bir yazılar toplamı. Yamalı bohçadan çok, yapboz bütünlüğündeki toplamlardan. Yapbozun bazı parçaları eksikse de, oluşan tablonun uçları açık.”

Ben de, her iki toplam için “yapboz bütünlüğündeki toplam” ifadesini kullanacağım. Otuz yılı kapsayan bir süreçte, farklı bütünlüklerde, farklı şairler, şiir kitapları hakkında kaleme alınmış yazılar evet ama şiirin neliğine ilişkin fikri, anlayışı, görgüsü yolda değil daha yazmaya başlamadan önce oluşmuş ve her biri bu şiir anlayış ile kaleme alınmış yazılar toplamı. Şöyle söyleyeyim; sözgelimi bazı şairler hakkında yazmamış Alpay. Alpay, kimileri için neden yazmadığını söylemiyor elbette.. Ama Alpay’ın, “şiir” derken neyi anladığını anladığımızda, bu bazı şairleri yazmama nedenini anlıyoruz; varsa elbette böyle bir neden..

Necmiye Alpay, esas itibariyle yaşayan şiire, “günümüz şiiri” denilen şiire odaklanıyor, arşive değil.. Otuz yıla yakın bir süreçte kaleme alınan bu yazılar, 60’lardan günümüze gelen süreçte ortaya çıkmış yeni şiiri, şiirimizin 60 yılını konu ediniyor; elbette 60 öncesinde ortaya çıkmış ve yaşamını devam ettiren şiiri de. 

Şiir eleştirmeninin ontolojisi

Beklediler Gitmedik, “Sunuş” ve “Gerekçe” olmak üzere, iki yazıyla açılıyor; her ikisi de ilk defa kitapta yayımlanan yazılar. Alpay’ın şiire yaklaşımına ilişkin anlayışının temel kavramlarını, düşüncelerini, görgü ve ilkelerini bu iki yazıda bulmak mümkün.

Alpay’ın eleştirel yaklaşımının ayırıcı özelliği, şiire daha önce ortaya çıkmış başka bir anlayışla ya da belli bir teoriyle değil, söz konusu şiirin kendisinden hareket ederek yaklaşmasıdır. Kuşkusuz bir şiirin kendisinden hareket etmek de, bir şiir bilincini gerektirir. Ama bir kişiye, bir şiir hakkında yazma hakkını veren şey, bu şiir bilinci değil, bu bilincin nasıl elde edildiğidir. Bu bilinç, belli bir yaşta, söz gelimi üniversitede öğretim yoluyla didaktik bir biçimde mi, yani dışsal olarak mı elde edilmiştir yoksa deneyim yoluyla, henüz yazgının belirmediği saflık yaşında, yaşanan zamanda yazılmış bir şiirden kendiliğinden gelen bir etkilenme yoluyla, yani içsel olarak mı edinilmiştir. Şiir hakkında yazma hakkı veren işte bu ikinci bilinçtir. Burada keşif ve yaratıcılık söz konusudur; şiiri, doğuştan bilir gibi bildiği için [doğuştan bilmek, çocukluktan bilmek demektir] yeni şiiri hemen tanır. Zaten yazarlığın nedensel özelliği, kendi içselliğinden gelen bir itkinin sonucu olarak keşif ve yaratıcılıktır.  

Alpay’ın “Gerekçe” başlıklı yazısında, tam da burada yaptığım ayrım bakımından önemli olan bir problemi, şiiri analiz ederken, şiiri analiz edenin, şiiri analiz etme edimini neye ve hangi olguya dayandırdığı sorununu konu ediniyor. Ona göre, şiirle ilişkimizin nerede, nasıl başladığı, bu ilişkinin devamlılık biçiminde sürüp sürmediği, üzerimizde bıraktığı etkiyi hatırlıyor oluşumuz ve bu etkiye/yankıya göre yönümüzü belirliyor oluşumuz, şiir hakkında yazıyor oluşumuzun gerekçesini oluşturur. Althusser, bir yerde bir yapıtın hakikiliği, onun oluşturduğu etkide/yankıda ortaya çıkar, der. Bir eserin etkisi/yankısı var ise, o eser hakikati dile getirdiği içindir.

"Her üç Türkten dördü gibi benim de hayatımda şiir az ya da çok hep oldu ama, bu konuda çağ atladığım anlar var. Bunlardan ilki, Çemişkezek’in bir 'nahiye'sinde ilkokulu bitirmeye yakın, 1957 olmalı, bir resmi törende seslendirmek üzere ezberlemek için İbrahim Gövsa’nın 'Atamızı Tavaf'  seçişimdi. Metni evdeki büyük boy Atatürk Albümü’nden kopya ettiğimi hatırlıyorum. (…) Sözün tarihsel haşmetini o ezberle keşfetmiş olmalıyım: 'Bir milletin melâlini söyler derin derin/ Derya, önünde çırpınarak Dolmabahçe’nin…' 

İkinci olay, bir Varlık antolojisinde Sezai Karakoç’un 'Pingpong Masası' adlı şiirinde 'tak tak' seslerine rastlayışımdı (lisenin ilk yılı, 1961): 'Beyaz iplik sert iplik ve tak tak/ Yuvarlak top küçük tok ve tak tak' Başka yerde görsem herhalde ciddiye alamayacağım bu durumun Varlık’ta olunca zihnimde oluşmuş şiir sınırlarını sarstığını iyi hatırlıyorum. (…) 

Bir şiirin beni sarsmaktan öte büyülemesi için, İsmet Özel’le karşılaşmam gerekecekti: 1964-65, Mülkiye birinci sınıf, 'Ölüler beni serinliğe yakınlaştıramaz/ çünkü hiç kimse çıkmak istemez bu mevsimden dışarı'. Akla da hayale de sığmayan, ancak ikisini de kendine çeken bir şiirsöz. İsmet’le aynı sınıfta değildik ama, SBF Fikir Kulübü’nde, aynı çevredeydik. Bizim 'şair'imizdi o, tepeden tırnağa şair. (…) 

Bir sonraki çarpılmayı aynı dönemler, Memleketimden İnsan Manzaraları ile yaşadım. Yeni yayınlanmıştı. Rastladığım yerde elimden bırakamayıp o gün boyunca aralıksız, sonuna kadar okudum. Bakış açımın neredeyse fiziksel olarak genişlediğini hissetmiştim. (…) Bu kitap okunmadan buralı olunmaz.

Nâzım’ın ardından Ahmed Arif’in yine başka kimsenin şiirine benzemeyen, şu dizedeki dümdüz soruyla kilitlenmiş şiirleri geldi: 'Anadolu’yum ben, tanıyor musun?' Tanıyor muyduk? Bu sorunun öznesi, belli ki bildiğimiz cumhuriyet şiirlerindeki, Anadolu değil, 'Otuz Üç Kurşun'lu filan bir yerdi." (s. 17- 18)

İbrahim Gövsa, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Nâzım Hikmet, Ahmed Arif.. Burada rastlantısal, kendiliğinden gelen bir karşılaşma söz konusudur. 50’li ve 60’lı yılların eğitim öğretim programında böyle bir sıralama söz konusu değildi şimdi de yoktur. Eğitim programında, lise veya üniversite, her şair belli bir sırayla belli bir amaçla öğretilir; kendiliğindenlik söz konusu değildir. Burada söz konusu olan tarihselliktir. İki tür tarihsellik. Birincisi, söz konusu şiirlerin yazıldığı dönemde, Türkiye’nin söz konusu tarihselliği ile ruhani olarak içermesinden kaynaklanan tarihsellik, buna siyasal tarihsellik diyelim; ikincisi, söz konusu şiirleri, yayınlandıkları dönemde okumanın sonucunda, şiirin taşıdığı ruhaniliği/ etkiyi ya da oluşturduğu yankıyı o anda, o zamansallıkta alımlamanın sonucunda, şiirleri okuyan kişide, yani okurda oluşan poetik tarihsellik. Bu iki tarihsellik, şiir eleştirmeninin ontolojisini, varlık nedenini oluşturur. Aynı zamanda, şahsiyetin oluşumunun da varlık nedenidir. Akademik eğitimin sonucunda oluşan şiir bilinci, işte bu tarihsellikten ve onun içerdiği keşif ve yaratıcılıktan yoksundur. Bir iki yıllık bir eğitimin sonucunda, şiirler ilgili teknik bilgiler, hangi şiirin öneminin ne olduğu öğrenilebilir. Bunun sonucunda şiir de yazılabilir, şiir hakkında yazı da.  Ama bu tarihsellik içermez. Ama bu sorunsal her dönemde ortaya çıkmıştır. Nitekim Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi’nin bir yerinde şöyle yazar; çok değerli bir analizdir:

Bu çok zararlı taklidçi zihniyetin daha şiddetle hüküm sürdüğü sonraki asılarda yazılan edebiyat kitapları, şair olmak isteyenler için “göz, kaş, kirpik, boy, saç” gibi şeylerin nelere benzetilebileceğini gösteren birçok misallerle dolu idi. Mesela “boy” denince mutlaka hatıra “serv ü arar”, “kaş” denince “yay”, “kirpik” denince “ok” gelecekti. (…) "Bu bilgi yükü klâsik tahsil görmüş insanlarca zaten elde edilmiş olduğundan hemen her okuyan tabiatiyle şiir yazıyordu. Son çöküş asırlarında, hakikî şâirlerin yok denilecek derecede az olmasına rağmen, Şuerâ tezkirelerinde binlerce isim bulunması, işte bundan dolayıdır. (Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Alfa, s. 147)

‘Sunuş’: Yeni biçim ve eleştiriye açıklık

Beklediler Gitmedik’in en önemli iki yazısından biri, belki de ilki ki ilk sırada yer alır; “Sunuş” başlıklı yazıdır. Yazının başlığı, “önsöz” anlamında sunuşu çağrıştırabileceği için oldukça tuzak içericidir. Bu yazıda, Necmiye Alpay, bir poetika, kendi şiir eleştirisinin poetikasını dile getirir. Poetika, bizde özellikle son yıllarda yaygın biçimde şairlerin biçim ve içerik açısından şiir anlayışlarının ayırt ediciliği, onu başkalarından farklılaştıran özellik anlamında kullanılır hale geldi. Ama poetika kavramı daha genel bir kavram ve bu genellik içinde, şiirin, her bir yeni tekilde/şairde varlığa gelme durumunu dile getirir; biçim bakımından birbirlerinden farklı ve bağımsız olacak ama taşıdığı içselliği, daha önce ortaya konmuş biçimlerin oluşturduğu etki biçiminde yeniden uyandıracak. Benim tanımlama tarzım yanıltıcı olabilir; Alpay’ın kendi ifadelerine bakmamız gerekir. Ama Beklediler Gitmedik’in açılışı, ezberi bozacak denli sert ve nettir; ve Alpay burada iki temel argüman ileri sürer. Sözünü ettiğim sertlik/netlik, ilk argümanda, kitaptaki ilkyazının girizgâhında ortaya çıkar.  

"'Sunuş' kavramı, şiirin ve sanatın neliği bağlamında ilk adım ölçütü olarak tek kalmaya aday. Son yüz küsur yıldır şiirin tanımlayıcısı olarak sunuştan başka ne varsa bir bir aşıldı. Daha önce, belirli şekil şartları yerine getirilmeden sözlü ya da yazılı bir metni şiir olarak sunmak akla gelmezdi. (…) ‘Şiir’de Ortaçağ boyunca mutlaka ölçü ve uyak seçenekleriyle düzenlenmiş güzel söz (=nazım, manzume, koşuk) olarak bilinirken, giderek bu şartlar art arda ortadan kalktı. Bugün şiirde, bırakınız ölçülü uyaklı olma şartını, sözel olma şartı bile dışlanabiliyor, bazı salt görsel nesneler şiir olarak sunulabiliyor. (…) bugün bir nesnenin sanat yapıtı olma ihtimalini akla getirecek tek vazgeçilmez ilke, yaratıcısı tarafından öyle sunulmasıdır." (s. 13)

Buradaki temel argüman, son cümlede, “bugün bir nesnenin sanat yapıtı olma ihtimalini akla getirecek tek vazgeçilmez ilke, yaratıcısı tarafından öyle sunulmasıdır” ifadesinde dile geliyor. Alpay, burada şiir ile sanat arasında, birbirini çağrıştırıcı, birbirini dışarda bırakmayan bir bağ kuruyor. Buradaki kilit ifade “yaratıcısı tarafından öyle sunulması” ifadesidir; dahası “öyle sunulması” ifadesidir. Burada “öyle” kelimesi, daha önce mevcut olmayan bir biçimde anlamını içerir. Alpay’ın üzerinde durduğu, yeni bir biçimle karşılaştığımızda, bu yeni biçimi, şiir olarak kabul etmemizi sağlayan kriterin ne olduğu sorunudur. Başka bir deyişle ona göre, yeni bir şiirin, yeni olup olmadığını belirleyen kriter, o şiirin, kendisinden önceki şiir biçimlerine uyması, benzemesi veya o biçimi devem ettirmesi değil, tam da tersine, o şiirin, şairi tarafında, bir şiir olarak, öyle sunulmuş olmasındadır. Yeni bir şairin ayırıcı özelliği de bu noktada ortaya çıkar; daha önce benzeri olmayan bir biçimi ileri sürmek. Ama burada bir nüans da var; Alpay, bu argümanını netleştirmek için, başka yazılarında yaptığı gibi kendi deneyimini dile getiren bir olay/anı anlatır. [sayfa 14, 3 paragraf] Der ki; şairi/yaratıcısı tarafından öyle sunulmuş ama bu sunuluş biçimi sunulanın bir kurmaca olduğunu bize hissettirmesi gerekir. Bu anlayışın tarihsel köklerini, “Gerekçe” başlıklı yazıda bulmak mümkün; özellikle yukarıda alıntıladığım ilk parçalarda. Alpay’ın ikinci argümanını, tam da bu noktada göz ardı etmemek gerekir.

"Sunulmak sanat yapıtı için ‘gerekli şart’ olmakla birlikte ‘yeterli şart’ olabilir mi? Yapıtın kabul görmesi için, yaratıcısı tarafından sunulduktan sonra bütün bir eleştirel alımlama sürecinden geçmesi gerekmiyor mu? (…) Sunulanın sanat olma iddiasını yerine getirip getirmediği, göreceği eleştirel karşılıkla belirleniyor." (s. 14)

Alpay’a göre, yaratıcısı tarafından ileri sürülen yapıtın, eleştirel alımlama süreciyle kendisini sınaması gerekir. “Eleştirel alımlama süreci” diyor Alpay… Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme’nin bir yerinde, hakikate/doğruya ulaşmada eleştirel tartışmanın önemine dikkat çeker.. Kutsal Kitap’ı yorumlama yöntemini irdelerken, her eleştirel tartışmanın, metnin daha önceden görülmeyen bir yönünün/yerinin görünmesini sağlayacağını ileri sürer Spinoza. Ona göre, hakikate ancak eleştirel tartışma sonucunda ulaşılır. Alpay’ın, bu ikinci argümanı Spinozacı bir karakter taşır. Bu bağlantı noktasına işaret etmekle, yapmak istediğim şey, Alpay’ın bu yaklaşımı ile Spinoza arasında bir bağ kurmak değil sadece amacım. Metne yönelik eleştirel düşünme biçimi, Spinoza’yla, Teolojik-Politik İnceleme’yle ortaya çıkar. Bu düşüncelerinden dolayı Spinoza aforoz edilmiş ve cemaatten uzaklaştırılmıştır. Şunu demek istiyorum: Eleştiri, her zaman aforoz edilmekle karşı karşıyadır. Alpay’ın argümanını radikalleştirdiğimin farkındayım. Ama Alpay da, aslında bir soru soruyor; diyor ki, ileri sürülen metnin “bir eleştirel alımlama sürecinden geçmesi gerekmiyor mu?” Bu soru, eleştiriden rahatsız olan itiraza yönelik bir sorudur aynı zamanda.

Necmiye Alpay’a göre, yeni şiirin devamlılığı nasıl mümkündür?

Eğitim, tekrar ve taklit demektir; daha önce ortaya konmuş insan başarılarını, bu yolla öğreniriz. Başka bir deyişle, ortaya koyduğumuz başarıların, bizden sonra da devam etmesini istiyor isek, yeni nesillerin de bu başarıları gerçekleştirebilecek düzeye getirene kadar ödünsüz bir biçimde çalışırız. Ödün, boş verme, ihmal ve bencillik yıkım getirir. Eğitimi antik Yunanlılar keşfetti. Ama nüansı gözden kaçırmamak gerekir. İnsan başarılanın ne olduğunu bilmek eğitimi, yani taklit ve tekrarı gerektirir ama devam ettirmek taklitle olanaklı değildir. Taklit, tekrardır, devam değil; devamlılık yeni başarıların ortaya çıkmasıyla olanaklıdır. 

Necmiye Alpay, yeni olanla, öncekini tekrar ve devam ettirmeyenle, “yaratıcısı tarafından öyle sunulan” ve bu “öyle sunulan”la ilk defa karşılaşmamız gerektiğini söylüyor. Aynı zamanda, kitabın değişik yazılarında farklı vesilelerle dile getirdiği başka bir argüman var: Türk şiiri son atılımını İkinci Yeni ve İsmet Özel ile yapmıştır. İkinci Yeni atılımı daha önce de söylenmiştir. Ama “Türk şiiri son atılımını İsmet Özel’le yapmıştır” argümanı, bir eleştirmen olarak Alpay’a ait. Burada, bu argümanın doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu değil, Alpay’ın bu argümanla neyi kastettiğini irdelemek istiyorum. Şu sorulabilir:  İsmet Özel’den sonra Türk şiiri neden atılım yapmıyor? Bunu sorabiliriz.

Asıl soru şu: Necmiye Alpay’a göre, İsmet Özel’in, Türk şiirinde son atılımı yapmasını sağlayan şey ne ki, o şey tekrara düşmeden, devam ettirilmeden ortaya çıkmıyor? Başka bir deyişle, Alpay’a göre, İsmet Özel’in şiirinin ayırıcı özelliğini, onu tekrar etmeden, onu devam ettirmeden ortaya koymak nasıl mümkündür?

Beklediler Gitmedik’i oluşturan birçok yazıda, Alpay’ın, şiirde “çokseslilik” olgusuna mesafeli durduğunu, yer yer eleştirel sınırlara geldiğini söylemek mümkün. Söz gelimi, Süreyya Berfe ile ilgili, yazısında; Özkan Mert’le ilgili yazısında; Haluk Aker’le ilgili yazısında; Ahmet Telli ile ilgili yazısında… Hatta bir yerde Ataol Behramoğlu’nun şiirinde de böyle bir yönelim olduğunu söylüyor.

Şiirde çokseslilik, bir dönem poetik bir erdem olarak görülürdü; özellikle toplumcu şiirde. Çoksesli olmak, kitlesel bir ses oluşturmak, halkı şiire dâhil etmek, bireyci burjuva olmamanın bir kriteri idi. Alpay’ın şiirde çok seslilik derken kastettiği başka. Alpay, çokseslilik derken kastettiği, şiirde konuşan anlatıcı “ ‘ben’ ile başkaları arasında peşinen kabul edilmiş net sınırların yokluğu”dur; yani şiirdeki anlatıcı-ben çeşitliliği, çokluğudur. Eğer, “ben” ile başkaları arasında peşinen kabul edilmiş sınırlar net olarak belirgin değil ise, o zaman bir bakış tarzı da oluşturamazsınız. Türk şiirinde, yeni bir bakış tarzı ortaya çıkmıyor ise, bunun kökeninde, bu bakış tarzını dile getirecek, şiirde konuşan anlatıcı benin neliğini ifade eden sınırların silikleşmesi yer alır.

Necmiye Alpay’a göre, İsmet Özel’in şiirindeki anlatıcı-beni taklit ederseniz, bu yeni bir şiir olmuyor; ama İsmet Özel ya da daha öncesinde Nazım Hikmet ya da İkinci Yeni’de olduğu gibi sınırları net çizilmiş ama farklı ve devam ettirilebilir bir “ben” keşfetmeniz ya da yaratmanız gerekiyor.

Eril poetikanın sonu

Necmiye Alpay’ın bir tür aforozla karşı karşıya olduğunu da belirtmeliyim. Eleştiriye tahammülsüzlükten önce, burada söz konusu olan, bir eleştirinin bir kadın eleştirmen tarafından geliştirilmiş oluşudur. Türk şiiri, hâlâ erkek şairlerin oluşturduğu bir şiirdir. Diğer sanatlarla, sözgelimi görsel sanatçılarla kıyaslandığında, şairlerin eğitim düzeyleri oldukça düşüktür. Kabalık etmeyi, nezaketten ve görgüden yoksunluğu, şairlik olarak görenler de vardır. Ama bunlar bir gerçeği değiştirmeyecek. Necmiye Alpay, çok güçlü bir eleştirmen. Türk şiirinde, şiiri değerlendirmenin başatlığı erkeklerden kadınlara geçti. Necmiye Alpay bu miladın adıdır.

Cezaevinde poetik erlebnis

Cezaevi meselesi, kitabı oluşturan yazıların temel ve devamlılık izleklerinden biri olarak ortaya çıkıyor. Cezaevi meselesi bir konu olarak değil bir problematik durum olarak ortay çıkıyor; bir anlatı olarak değil, kendisini hatırlatan bir erlebnis (ilklik içeren deneyim) olarak.. Anlatı değil, çünkü kitap değişik zamanlarda yazılmış yazılar toplamı ve söz konusu yazının konusuyla bağlantısında ortaya çıkıyor cezaevi meselesi, kendi başına bir konu olarak anlatılmıyor. Yanı kurgulanmış olarak değil, satır aralarına sızmış olarak… Yani cezaevinde yatmış olmayı dile getirmek biçiminde değil, yazının konusu olan şairin, 12 Eylül günlerinde yazdığı bir şiirin cezaevinde olan entelektüel ve solcu ‘mahkûmlar’, yani politik tutuklular üzerindeki yankının anlatımı olarak.

Cezaevinde yatmış olmaklık, Türk şiiri ortamında, şairlere ve erkeklere, erkek şairlere ilişkin bir deneyim olarak dile gelir. Cezaevinde yatmış olmaklık, özel ve kolay elde edilmiş bir saygı getirir idi şiire. 12 Eylül’den sonra birçok şair/kişi, bu olgu üzerinden girdi Türk şiiri ortamına. İlk defa bir kadın entelektüel yazarın deneyimi olarak ortaya çıkıyor cezaevi problematiği. Bu problematik iki olgunun üstünü açıyor: Alpay’ın dile getirişinden anladığımıza göre, o yıllarda, yani 12 Eylül askeri darbesinin oluşturduğu darbe günlerinde, cezaevinde/cezaevlerinde yoğun bir şekilde şiir okunmakta idi. Bunun, bir durum olarak değil, bir ritüel olarak görülmesi gerektiği düşünülebilir. Çünkü cezaevinde kitap okumak, roman okunduğu gibi şiir de okunabilir ve bu ritüel bir durumdur, denilebilir. Elbette cezaevinde şiir de okunmaktadır; Homeros okuyabilirsiniz, Dante ya da Yunus Emre veya Nâzım Hikmet’in İnsan Manzaraları’nı, Goethe’nin Faust’unu okuyabilirsiniz. Ama Alpay’ın bahsettiği bu değil. Buradaki durumun ayırıcı özelliği, şiir okurunun, kişiliğini bulmuş belli şairleri değil, beki de kuşkusuz bunun ötesinde, yeni genç şairlerin şiirlerine odaklanmalarında ortaya çıkmaktadır.

“1981-1984 arası üç yıl kaldığım Ankara Mamak Cezaevi’nda ders kitaplarının dışında her tür kitap yasaktı. Koğuş arkadaşlarım bana şiir yazdırmaya çalışacak kadar kıtlık duygusu içindeydiler. Şiirin gerçek bir ihtiyaç olabildiğinde en çok orada tanık oldum. 1984’ün ocak ayında başlayan büyük açlık grevinden sonra kitap kapısı kısmen açıldı. (…) En popüler şiir ise Haydar Ergülen’in ‘Anne’si. Bu şiir bana kardeşimin mektubuyla geldi ve koğuştan annelere gönderilen bütün mektuplarda yer aldı.” (s. 20-21)

“Haydar Ergülen’in ilk kitabı Karşılığını Bulamamış Sorular, şairini, bir anda Türkçe şiir varlığı içerisinde ön sıralara yerleştirmişti. O kitaptaki ilk şiir olan ‘Anne’den, Eskiden Terzi kitabındaki yine eşsiz ‘Yaz’ı’ şiirine ve genişletilmiş biçimiyle yayımlanan Zarf  kitabına kadar, unutulmayacak şiirler yazdı Ergülen. Kökleri derinlerdeydi yazdığı sözün.” (s. 208)

Burada önemli olan, tarihsel olarak belki de artık geçmişte kalmış olan bir şair biçiminin dile getirilişidir. Necmiye Alpay’ın bu betimlemesinde, günümüzdekinden çok farklı bir genç şair içeriği veya tanımı mevcuttur ya da Alpay özellikle bu tanımın o dönemde etkileyici olduğunun altını çizmektedir. Bu içerik ya da tanım, genç şairin, yaşanmakta olan anı, zamanı, bağlamı, o bağlam henüz oluş halinde iken hisseden ve bu hissi şiire aktararak başka insanlara da götüren kişi olduğunu dile getirir. Anı/zamanı oluş halinde iken yakalamak; şairin ayırıcı özelliği olarak ortaya çıkmaktadır burada. Bu tanımlamaya göre şair, oluş haliyle hemhal olarak var olan kişidir. Başka bir deyişle varlıkla, olup bitenle değil oluş haliyle, olmakta olan ile, varlığa henüz gelmemiş olan ile, ama varlığa gelmekte olan ile hem hal olan varlığın adıdır şairlik. Ama bu şair biçiminin, şairliğin bir biçimi olduğunu da gözden yitirmemek gerekir. Bu oluş halinin erlebnis’i, aslında 60’lı yıllarda ortaya çıkar. Sadece şiirde değil, hem şiirde hem romanda; sadece Türkiye’de değil, hem Türkiye’de hem de dünyanın diğer ülkelerinde. Romanda, oluş halinin anında varolma meselesini yakalayan Gabriel García Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık, 1967. [Ezberden dile getireceğim, Márquez’leri Nisan’a bıraktım: “Márquez’leri, bana bırak baba!”]  Romanın sonunda bir sahne vardır; karakterin, okuduğu kitabın son sayfaları, kendisinin o kitabı okuyuşunun sonuna geldiği zamanı anlatmaktadır, hızla sayfaları geçer, sonda anlatılanın/yaşanılanın ne olduğunu yaşamak/anlamak için.

Oluş kavramı ve problemi Herakleitos felsefesinin temelini/merkezini oluşturur. Herakleitos’un 60’lı ve 70’li yıllarda popüler olmasının nedeni, oluş anında olma meselesinin 60’larda ortaya çıkmasıyla bağlantılıdır. Marksist düşüncenin/hareketin yükselişine paralel olarak, Herakleitos, Sokrates’in yerine oturur. 60 ve 70’lerdeki popülerliği ise, dönemin en ünlü filozofu Sartre’la birlikte anılacak denlidir. Kavram veya fikirlerden dolayı hayatı veya olguları değiştiremezsiniz, ama hayat ve olgular değişince, fikir ve kavramlar da değişir. Hayat veya olgular değişince, değiştikçe yeni kavram ve fikirler ortaya çıkar. Bağnazlık, olguların değişmesine rağmen eski fikirlere bağlılıkla alakalıdır.

Oluş kavramını ya da olgusunu ateş metaforuyla anlatır Herakleitos. Ateş ve onun alev, köz ve kül gibi uzantıları Herakleitos’da oluş halinin neliğini dile getirir. Ateş’ın, köz ve alev halinde var olması için, odunun yanması, yani yok olması gerekir. Oluş, yok olma ile var olma arasındaki gerilimde vücut bulur; ateşin var olması için odunun yanması/yok olması gerekir. Nâzım’ın, etkileyiciliğini bugün hâlâ koruyan, ezberden dile getiriyorum, “ben yanmasam, sen yanmasan, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” dizelerindeki içerik, tam de bu oluş halinin gerilimini, ateş/aydınlık lehine dile getirmesinden alır.  Nâzım’ın bu dizeleri, 60’lı ve 70’li, yıllar boyunca, Türk devrimcilerinin sadece siyasal değil aynı zamanda ontolojik şiarı olmuştu. Oluş kavramı, felsefi bir kavram olduğu kadar teolojik ve mitolojik bir kavramdır da. Kavramın siyasal biçimi devrim kavramında ortaya çıkar. Devrim anı, Herakleitosçu oluş anıdır; odunun yanması ve alevin vücuda gelmesi.

Octavio Paz, 80’lı yıllar dönüşümünde yazdığı bir yazıda, “ihtilal mitosu” bitti demişti. Paz, Herakleitos’un logos yasası dediği bu dönemin sona erdiğine dikkat çekiyordu. Alpay’ın sözünü ettiği şiirler, şimdi daha net görülüyor belki, tarihsel olarak bu bitiş ânını, bir dönemin sonunu dile getiren şiirdi.

Alpay’ın işaret ettiği sorunsala geçmeden önce, “ateş” metaforunun bir yorumuna daha değinmek istiyorum. Bu yorum şairliğin varoluş anının neliğine ilişkin ilham içerir. Ateş’in, antik Yunan yorumunun dışında bir başka antik yorumu daha vardır; İbrani teolojisinin yorumu. İbrani teolojisine göre tanrı, ateştir.  Buradaki ateş metaforu, Hz. Musa’nın Miraca çıktığında, tanrıyı görmek istemesi talebinin sonucunda ortaya çıkar; tanrı, ateş biçiminde görünüşe gelir. İbrani teolojisine göre, ateş metaforu kıskançlığı dile getiren bir metafordur. Kıskançlık da ateş gibi, yakıcı ve kavurucu halde olmaktır. Yani, tanrı kıskançtır. İbrani tanrısı, kıskanç bir tanrıdır ve onun sesi şu buyruğu dile getirir: yalnız bana tapınacaksın, benden başka herhangi bir kimseye değil. Şair de tam bu eşikten konuşurken yakıcı ve kavurucu olanı dile getirir ve şiirin taşıdığı şey, şairin deneyimi bakımından ruhani olarak kavurucu ve yakıcı olan ateştir; ama oluş anını dile getirdiği ölçüde. Ama bu ateş, okurun tinsel dünyasında bir aydınlık alanı oluşturur.

Alpay’ın sözünü ettiği “Anne” şiiri şöyle. Bu şiir, bugünkü okura biraz ‘sade’ gelebilir, dönem değiştiği için ya da Ergülen bu şiirdeki cümle biçimini çoktan aştığı için.

sahi senden mi doğdum anne
yollar nehirler kuşluk vakitleri dururken
bir insandan mı döğer bir çocuk

anne senin yüreğin taş olsa dayanır mı
kuş olsa çiçek olsa gündüz olsa  
kırılmaz mı acıdan bir sap menekşenin boynu

bu kez dağlar doğursun beni anne
sen de ılık yağmur ol
durmadan yağ kanayan yerlerime.

                                                         1980

Ahmet Erhan’ın da bir anne şiiri vardır – tam adı “bugün de ölmedim anne”. Erhan’ın şiiri 1979 tarihlidir, yani 12 Eylül’den ve Ergülen’in şiirinden bir yıl önce yazılmış. Erhan’ın şiirinin cezaevinde tutmamış olması, anlaşılabilir ama dikkat çekicidir. Çünkü onun bu şiiri, ‘içerde’ etkili olmamış görünüyor ama ‘dışarıda’ tutmuş ve etkili olmuştu. “Bugün de ölmedim anne”, 12 Eylül öncesi anarşi ve terör ortamının yarattığı korku durumuna hümanist içerikli eleştirel bir yaklaşımı dile getirir. Ama 12 Eylül’den sonra, bu şiir 12 Eylül darbesini yapan askeri yönetimin ideolojik şemsiyesi altında kalır ve orada işlev görür. 12 Eylül’ün askeri yöneticilerinin yaygın ideolojik argümanlarından belki de ilki, toplumu anarşi ve terör ortamından ve onun psikozundan kurtarmak olduğunu dile getirir. Haydar Ergülen’in şiiri 1980 tarihli; acaba hangi ay içinde yazıldı, Eylül’den önce mi sonra mı, bilemiyorum çok da önemli değil ama şiir tam da bu tarihsel eşik sonrası durumunun duygu derinliğini dile getirir. Alpay’ın bu şiir hakkında söyledikleri retorik değildir, şiirin tinselliğini, bu tinselliğin oluşturduğu etkinin yaşantısını dile getirir: “Kökleri derinlerdeydi yazdığı sözün.”

Alpay’ın bu tanıklığı tekil değildir. Bu şiirin benim üzerimde de etkili olduğunu söylemeliyim; şiiri okuduğumda henüz 16 veya 17 yaşındaydım, bendeki etkisini hâlâ hatırlarım. O dönem bu şiire referans o denli idi ki, nitekim Ergülen, bir yerde sanırım yoruldu ve “yeter artık” diyerek tepki göstermişti; “başka şiirlerim de var” demek istiyordu ya da bu mealinde bir şey. Ama yoktu; bu şiirin dile getirdiği duygu derinliğini dile getiren bir başka şiiri yoktu. Karşılığını Bulamamış Sorular’ın diğer şiirleri, “Anne” şiiri kadar okuyucu üzerinde etkili olmamıştı. Bu şiir, Ergülen’in şiir bütünlüğü içinde tekildir, yalnızdır, bir arkadaşı yoktur. Neden? Tekrar Nâzım’a başvuracağım; 20. yüzyılın özeti gibi olan, “anlamak sevgilim gideni ve gelmekte olanı” dizelerini hatırlamamız gerekir burada. Nâzım Hikmet bu dizeleri yüzyılın ortasında bir yerde yazmıştı. Nâzım için, kırk yıl önce ‘gelmekte olan’, Ergülen’in bu şiiri yazdığı günlerde ‘gitmekte olan’ konumuna dönüştürülüyordu. O günlerde bunu söylemek mümkün değil idi ama bugün böyle olduğu daha net olarak görülmektedir. Ergülen’in bu şiiri, ‘gelmekte olan’ diye beklenenin, yani Türkiye devriminin, ‘gitmekte olan’ biçimine, yani karşı devrime dönüştürülme sürecine girdiği anda geçerken yakalanmış/yazılmış bir şiiridir. Onun şiiri, gerek sorunsalı, gerek cümle yapısı, gerekse imge biçimiyle 80 öncesi yazılan şiirden bağımsız yeni kurulan bir şiirdi ve Ergülen, “yeter artık” derken aslında, “benim şiirim o değil, ben başka bir şiir yazıyorum, ben başka bir şiirin şairiyim, lütfen artık ona bakın” demek istiyordu; olgular ve hayat değişmişti ve değişen olguları, yeni hayatın şiirini yazıyordu.

Beklediler Gitmedik ne demek ya da bu ifadenin içerdiği anlam nedir?

Kitabın adı, kitabı oluşturan yazılardan “Beklediler Gitmedik” başlıklı yazıdan geliyor. Beklediler Gitmedik, Akif Kurtuluş’un Herkes Gitmiş kitabına ya da şiirine değil, Hicri İzgören’in Zaman Ayarlı adlı kitabında yer alan “Bekledik Gelmediniz” şiirine bir atıf. Söz konusu yazı da, bu şiirin yer aldığı Zaman Ayarlı üzerine yazılmış… Bu şiirin girizgahı şöyle:

Bir kelime bir satır bir bakış bekledik sizden
Hayat ferahlayacak yeryüzü genişleyecekti belki
Sizin için antenlerimiz açık oldu hep belki ararsınız diye
Aramadınız sormadınız

Sizinle güzel olacaktı geceler ve gündüzler dedik
Gelmediniz
Ama biz hep bekledik sizi
Birlikte efkârlanır birlikte sevinirdik diye düşündük
Sizin için telefonlar açık tutuldu
Ararsınız diye düşündük
Saatin akrep ve yelkovanı her buluştuğunda umutlandık
Uykusuz gecelere uzadı yorgun gözlerimiz
Uzak kaldınız gelmediniz

Bir gün belki karşılaşırız diye geçtiğiniz yollardan geçtik
Siz durmadan kaldırım değiştirdiniz
Görmezlikten geldiniz

Sizin için yüreğimizin bir köşesini boş tuttuk hep
Demli çaylar içecek anılar tazeleyecektik belki
Bekledik gelmediniz

Yağmursuz ve rüzgârsız kaldık
Mevsimler unuttu mevsimliğini
Ağıtlarda bekletildik hep
Zulüm, zindan çizgileri çizildi suretimize
Yalana ve talana yazıldı adınız
Fermanlar çıkarıldı genç ömrümüze
Sılada gurbet olduk
Yerle bir edildi çocukluğumuzun oyun yerleri
 

Yazının başında bekleyen kim, gitmeyen kim diye sormuştum. Bekleyen Kürtler, gitmeyen Türkler ya da daha doğrusu Türk solu. Alpay'ın temel tespitlerinden biri, Türk şiirinin, tarihsel zamandan epistemolojik olarak koptuğudur. Kitabın adı, tam da bu kopuş anına bir işaret. İşaret edilen iki durum söz konusudur. Birincisi, şairin olmakta olan zaman karşısındaki körlüğü ya da görme yetisinin kaybetmiş olması durumudur. Çünkü şair, zamanı oluş anında gören kişidir. İkincisi ve çünkü: “Bekledik gelmediniz” ya da “beklediler gitmedik” ifadeleri ve İzgören’in şiiri, kader birliğinin bölündüğünü dile getirir. Bir toplumu var eden temel öğelerden biri, o toplumda yaşayan insanların kader birliğidir. Bugün Türk şiirinin en öncelikli ve en acil problemidir bu durum.

Eleştiri, her zaman yol açıcıdır; hakikate giden yolun açıcısı, bugün Necmiye Alpay’dır.