Nasıl küçülebiliriz?

“Hickel büyümenin dünyaya verdiği zararı rakamlarla ve grafiklerle gösteriyor. Artık kaçacak yer kalmadı. Kapitalosen basit bir matematik formülüyle tıkanmış durumda. Sermayenin daha fazla ve daha fazla büyümesi için ihtiyaç duyduğu kaynaklar artık yok.”

 

Büyük siyasal, toplumsal ve ekonomik dönüşümlerin öncesinde, o dönüşümü talep eden fikirlerin “aşırı” ya da “aykırı” olarak damgalanması hiç de sıra dışı değildir. Hem de bu fikirler mevcut sistemin en hayati noktalarını hedef alıyorsa, tedirgin edicilikleri daha da artar. Çünkü onlara içselleştirilmiş, sorgulanmayan ön kabullerin gözlüğüyle bakılır; başka türlüsü kimsenin aklına gelmemiştir ki… Mevcut sistem krizler karşısında yetersizliğini sergiledikçe, yeni fikirlerin şok ediciliği azalır, insanlar onları duymaya ve konuşmaya daha hazır hale gelir.

“Küçülme iktisadı” günümüzden sadece birkaç yıl öncesine kadar şok edici ve çelişkili bir kavram, hatta bir oksimoron gibi geliyordu kulağa. Bugünse küçülme uygulamaları bazı ülkelerde deneniyor, çoğu ülkede konuşuluyor ve dünyada bu konuda bir literatür oluşuyor. Avrupa Birliği’nde ise 2019 sonunda ilan edilen Yeşil Mutabakat çerçevesinde sürdürülebilirlik odaklı yeni bir ekonomi anlayışı geliştirilmeye çalışılıyor. İlk şok atlatıldıktan sonra sıra bu yeni fikrin uygulamada somut olarak hangi değişiklikleri getireceğini kavramaya gelmiş durumda.

Jason Hickel’in geçtiğimiz aylarda yayımlanan Çoğu Zarar Azı Karar - Dünyayı Küçülme Kurtaracak kitabı, küçülme ekonomisi fikrini “aşırı” ve “aykırı” olmaktan uygulanabilir olmaya taşıyan bir aracı rolü üstleniyor. Yeşil Mutabakat’ın hazırlanmasında danışmanlık yapan Hickel, kitabını tam da koronavirüs pandemisinin yeni başladığı dönemde yazmış. Hayatın durması sayesinde dünyaya her gün neler yaptığımızla yüzleşebildiğimiz o sıra dışı günlerde… Dünyanın o sessiz günleri Hickel’in konuyu daha önce pek ilerlemediği noktalara taşımasına yardımcı olmuş. Büyüme odaklı kapitalist ekonominin eleştirisi, dünyanın sınırlı doğal varlıklarının yağmalanması, eşitsizlik tamam da, daha önce de işlenen bu konuların yanı sıra yeni bir düzenin nasıl başlayabileceğine dair somut önerileri ve hatta büyüme düzeninin ontolojik arka planını da ele almış Hickel.

Kitabı üç eksende okumak mümkün; büyümeci kapitalizmin eleştirisi, ikici felsefenin eleştirisi ve küçülme ekonomisine dair öneriler.

Kapitalizm eşitsizlik yaratır

Hickel’in hedefinde kapitalizm var: Günümüz dünyasında her şeyi sorgularken, her alanda yeniliklere açıkken, yeni teknolojileri kolayca kabullenirken kapitalizm dışında bir modeli hâlâ düşünemiyor olmamız Hickel’e şaşırtıcı geliyor. Yüzyıllardır ekonominin sermayeyi büyütmek amacıyla işlemesine fazlasıyla alışmış durumdayız. Hatta çağımızı bile ekonomik sistemden yola çıkarak adlandırmak Hickel’e daha doğru görünüyor:

“İçinde bulunduğumuz çağa Antroposen değil, Kapitalosen demek gerekiyor” (s. 60)

Bu önerisini biri doğa tahribatıyla, diğeri eşitsizlikle ilişkili iki nedene bağlıyor:

“‘Antroposen’ yanlış bir sözcük, çünkü önceki ekonomik sistemler küresel ekolojiyi kapitalizmin bugün yol açtığı zarar ölçeğinde tehdit etmiyordu. Ayrıca günümüzde de bütün insanların sorumluluğu aynı değil.” (s. 123-124)

Yine de bu alışkanlık aşılamaz değil, kapitaloseni sona erdirmek mümkün. Hickel bu konuda umutlu:

“Sonsuz sermaye birikimi yerine insanların huzuru ve refahını merkeze alan bir ekonomi, yani bir post-kapitalist ekonomi yaratabiliriz.” (s. 51)

Kapitalizmin tarihi boyunca ekonominin çarkları sadece sermayenin daha fazla büyümesi için işledi. Büyümenin tıkanıklıkla karşılaştığı noktalara gelindiğinde, sistem her zaman bir yolunu bulmayı başardı; sömürgecilik, doğanın talan edilmesi ya da savaş… Sermayenin en büyük başarısı, belki de sadece kendi iyiliğine işleyen bir sistemin aslında herkes için iyi olduğuna insanları ikna etmesiydi. Oysa yakın zamanlara kadar ana akım iktisatta görmezden gelinen, 2000’lerin sonunda itibaren de büyük bir şevkle keşfedilen bir konu oldum olası kapitalizmin temelinde yatmaktaydı: Eşitsizlik. Hickel için büyümeciliğe dayalı kapitalist sistemin en belirgin özelliği, onun eşitsizliğe dayalı ve onu sürekli yeniden üreten bir yapı olmasıdır. Eşitsizlik sermayede ve gelirde olduğu gibi, sermayenin dünyaya verdiği zararın sorumluluğunda da sürdürülür:

“Dünya çapındaki ekolojik yıkım neredeyse tamamen yüksek gelirli ülkelerin aşırı büyümesinden ve özellikle de en zenginlerin elindeki aşırı birikimden kaynaklanıyor; bunun sonucunda da Küresel Güney ve yoksullar orantısız bir şekilde zarar görüyor. Son tahlilde bu durum, başka şeylerin yanı sıra bir eşitsizlik krizi.” (s. 41)

Hickel kitabı boyunca yoğun bir şekilde “zenginleri” ekolojik yıkımdan da, ekonomik eşitsizlikten de sorumlu tutuyor. Zenginler derken kimi zaman kişileri, kimi zaman da Küresel Kuzey’i, yani ülkeleri kast ediyor. Sorunu, büyümeci ekonominin sadece zenginlerin yararına çalışıyor olmasında ve onların da sermayelerini büyütürken dünyaya verdikleri zararın sorumluluğundan kaçmasında görüyor.

Ancak artık kaçacak yer kalmadı. Kapitalosen basit bir matematik formülüyle tıkanmış durumda. Sermayenin daha fazla ve daha fazla büyümesi için ihtiyaç duyduğu kaynaklar artık yok. Hickel son 40 yılda tüketilen hammadde oranına bakılınca, büyümenin dünyaya verdiği zararın ortaya çıkışını rakamlarla ve grafiklerle gösteriyor. Oysa büyümenin bu tükenmeye tahammülü yok, onun matematiği çok daha fazlasını gerektiriyor. Şöyle ki:

“2000 yılındaki küresel ekonomiyi ele alalım ve her yıl yüzde üç büyüdüğünü düşünelim. Bu makul sayılabilecek artış oranıyla bile her yirmi üç yılda bir ekonomik üretimin iki katına çıkması gerekir, yani daha yüzyılın ortasına gelmeden (yarım insan ömrü geçmeden) ekonominin dörde katlanması gerekir. Aynı hıza büyümeye devam edersek yüzyılın sonunda ekonominin yirmi kat büyümüş olması, 2000’ler gibi hareketli bir döneme göre bile yirmi kat daha fazla şey yapmamız zorunlu olur. Bunun üstüne yüz yıl daha eklerseniz 370 kata, yüz yıl daha eklerseniz 7.000 kata çıkmak zorunda kalırsınız ve oranlar bu şekilde katlanarak gider. Gerçekten de insanın hayal gücünü zorlayacak bir gidişat bu.” (s. 107)

Nedir büyümesi gereken? Nedir beş yüzyıldır büyüyen? Sermaye, yani paranın “değişim değeri”. Oysa bunun yerine ekonomi “kullanım değerine” de kayabilir. Üretim ve tüketim devam edebilir ama sadece kullanımı, yani ihtiyaçları gözeterek. Hickel kapitalizmin yıkıcılığının özünde büyüme tutkusunu saptıyor:

“Buradaki sorun büyüme değil, büyümecilik; yani insan ihtiyaçlarını gidermek ya da toplumsal hedeflere ulaşmak için değil, sermaye birikimi için, büyümek için büyümeye odaklanmak.” (s. 117)

Hickel’e göre artık dünyadan onun yeniden üretebileceğinden daha çoğunu almamamız, kaldırabileceğinden daha çoğunu atık olarak atmamamız gereken noktaya geldik, hatta geçtik bu noktayı. Birbiriyle ilişkili bir bütün halinde atmosfer kirliliği, toprağın aşırı kullanımı ve kirlenmesi, ormansızlaşma, denizlerdeki atıklar, vb. artık daha da acil bir alarm düzeyi veremeyecek durumdalar.

Peki “kaynaklar” tükeniyor diye gerçekten büyümeyi, kapitalizmi terk etmek zorunda mıyız? Yok mu bunun bir yolu? Mesela sürdürülebilir büyüme mümkün değil mi? “Dersimizi almış olalım” deyip, yepyeni teknolojilerle daha temiz enerji üreterek yolumuza devam edemez miyiz? Hickel için büyümenin sürdürülebilirlikle uyumlu olabileceği söylemi bir aldatmacadan ibaret. Yeni teknolojiler sayesinde enerji kirliliğini çözme senaryolarını şiddetle eleştiriyor. Çünkü büyüme enerji talebini öyle hızlı yükseltiyor ki, yeni enerji türleri öncekilerin yerini alamıyor, onların üzerine ekleniyor. Hickel yeni temiz enerji türlerine karşı değil; onlar da olmalı ve kirli enerjilerden yenilere geçilmeli diyor. Ama sorun, büyümenin enerji talebini bu dönüşüme izin vermeyecek kadar hızlı bir şekilde artırması. Büyümeyi durdurmadan enerji dönüşümüne odaklanmayı “sürekli derinleşen bir kuyuya kürekle kum atmaya” (s. 153) benzetiyor:

“Mesele sadece ne tür enerji kullanacağımız değil, o enerjiyle ne yaptığımız” (s. 162)

Yine büyümeye harcanacak olduktan sonra temiz enerji, enerjiler arasında farklı tür kaynak kullanımı gerektiren bir çeşni olmaktan öte bir değer taşımayacak.

Kapitalizmin ontolojisi: İkilik

Böylesi yıkıcı bir ekonomik düzene nasıl ulaştık? Nasıl oldu da onu kabullendik ve değiştirmekte zorlanıyoruz? Ekolojik yıkımları nasıl göz ardı edebildik? Düşünce dünyamızın derin dehlizlerinde bütün el koymalara cevaz veren neydi? Hickel kapitalizmin felsefi boyutunun aslında çok köklü kabullenişlere uzandığını keşfediyor.

16. yüzyılda bir yandan Avrupa’dan Güney Amerika’ya yönelik bir sömürgeleştirme hareketi başlarken, diğer yandan Avrupa ülkeleri içinde de “çit çekme” yoluyla doğa özel mülkiyet haline getiriliyordu. Sistem basitti: Doğaya el koy, insanları bedava ulaştıkları şeylerden yoksun bırak, sonra da o şeyleri metalaştırıp satarak sermaye birikimi elde et. O günden sonra da kapitalizm el koymayı ve kıtlık yaratmayı alışkanlık haline getirdi. Bu el koymanın normalleştirilmesi ise yine aynı dönemde Descartes’ın “ikicilik” anlayışını ortaya atması sayesinde oldu. Alıcısı hem sermaye hem kilise olan bu fikir hızla benimsenip güçlendi. İkicilik çerçevesinde insan tek akıl sahibi varlık olarak kabul edilirken, doğa onun karşısında şeyleştiriliyordu. Bu şeyleştirme yöntemi, kölelik bağlamında insanlara da, beden ve ruh ikiliği bağlamında insan emeğine de uygulandı. Kapitalizmin doğaya ve emeğe bir nesne olarak el koymasının düşünsel altyapısı o dönemde oluştu ve günümüze kadar da işlemeye devam etti.

Hickel doğayı bir “şey” olarak görmeyi ne kadar içselleştirdiğimizi çarpıcı bir örnekle gösteriyor:

“Doğrudan ‘çevre’ kavramı bile (onu korumak gibi bir görevden bahsediyor olsak dahi) canlı bir sistem olan dünyanın edilgen bir mahfazadan ibaret olduğunu, insanların başrolde olduğu hikâyenin dekoru olduğunu varsayıyor.” (s. 97)

Oysa dünyayı istediğimiz parçasını alıp kullanabileceğimiz bir malzeme deposu olarak değil, bizi de kapsayan bütüncül bir sistem olarak kavramamız gerek. Ancak bu sayede büyümeden kurtulabiliriz. Yazarın dediği gibi:

“Kıtlık büyüme uğruna yaratılıyorsa, yapay kıtlıkları tersine çevirerek büyümeyi gereksiz kılabiliriz.” (s. 243)

Gustave Doré tarafından yapılan bu 19. yüzyıl gravür, sanayi işçilerinin yaşadığı kalabalık ve pis mahalleleri tasvir ediyor.

Bunun için de öncelikle el koymayı ve kıtlığı benimsememizi sağlayan ikicilikten arınmaya yönelik düşünsel bir değişime ihtiyaç var. “Yalnızca toprakların ve ormanların değil, zihinlerimizin de sömürgelikten kurtulması gerekiyor” (s. 261) diyen Hickel’e göre bu ihtiyaç ekolojinin diğer acil gereksinimlerinin yanında yerini alıyor:

“Ekolojik krize radikal politika değişiklikleriyle karşılık verilmesi gerekiyor. Yüksek gelirli ülkelerin aşırı enerji ve malzeme kullanımını azaltması gerekiyor, hızla yenilenebilir enerjiye geçmemiz gerekiyor, kesintisiz büyümedense insanların mutluluğuna ve ekolojik istikrara odaklanan bir post-kapitalist ekonomiye geçmemiz gerekiyor. Ama bundan fazlasına ihtiyacımız var, yaşayan dünyayla ilişkimizi düşünmenin yeni yollarını bulmalıyız.” (s. 291)

Zihinlerimiz sömürgelikten kurtulduğunda başka hangi alternatiflerle karşılaşabilir? Yaşayan dünyayla başka nasıl ilişki kurabiliriz? Hickel, ikicilikle hesaplaşırken dünyayı bir bütün olarak kavrayan ve doğadaki varlıkları “kişi” olarak gören farklı kültürlerinden animizm örnekleri veriyor. Ayrıca Batı dünyasının da ikicilik haricindeki fikirlerden yoksun olmadığını hatırlatıyor: Descartes’la aynı dönemde yaşayan Spinoza’nın tam tersi bir birlik düşüncesi ileri sürdüğünü, ama alıcısı olmadığı için o dönemde bunun benimsenmediğini anlatıyor. Oysa bugün hem ekosistemlerin incelenmesinde hem biyolojinin bakterileri ve evrimi ele alan dallarında hem de büyük patlama teorisinde Descartes’tan ziyade Spinoza’yı doğrulayan gelişmeler olduğunu aktarıyor.

Peki, nasıl küçüleceğiz?

Çoğu Zarar Azı Karar kitabının aynı alandaki benzer çalışmalara kıyasla ayırt edici yanı, küçülme ekonomisine geçişi çok yakın ve somut bir olasılık haline getirmesi. Hickel bunu öncelikle diliyle yapıyor. Dönüşümün zamanlamasını diline yansıtıyor. Örneğin “Mekanizmanın nasıl işlediğini anladığımızda birden çözümler de görünür olmaya başlıyor.” (s. 243) diyor ve kitap boyunca böyle cesaret verici ifadeler kullanıyor. Kendisi de ekoloji yazınının karamsar havasından sıkılmış, farklı bir duygu vermek istiyor:

“Bu bir kıyamet kitabı değil. Bir umut kitabı. Tahakküm ve kaynak sömürüsüne dayalı bir ekonomiden, canlılar dünyasıyla karşılıklılık esasına dayanan bir ekonomiye nasıl geçebileceğimizi anlatıyor.” (s. 24)

“Nasıl?” sorusu önemli. Söz konusu fikirlerin günümüz gerçekleriyle iyice uzak düştüğü, hâlâ şok edici bulunduğu durumlarda daha da önemli. Küçülme ekonomisinin herkesin fakirleşeceği bir sefalet ekonomisi olmadığını vurgulamak iyi bir başlangıç noktası olabilir. Aksine, büyüme ekonomisi insan refahını değil, sermayeyi büyütmeye odaklı olduğuna göre artık birilerinin de insan refahını düşünmeye başlaması gerek. Büyüme bunun için bir ön koşul değil, aksine refahla hiç ilgisi yok:

“(…) asıl mesele insan refahını artırmak olunca anlamlı bir etki yaratan müdahaleler yüksek GSYH gerektirmiyor. GSYH ve insan refahı arasındaki ilişkiyi grafiğe döktüğümüzde getirilerin hızla azaldığı bir doyma eğrisi görüyoruz. Belli bir noktadan sonra (ki yüksek gelirli ülkeler bu noktayı çoktan geçmiş durumda) daha yüksek GSYH insanların refahına çok az katkı sağlıyor, ya da hiç etki etmiyor. Aradaki ilişki tamamen yok oluyor.” (s. 187)

Yazar bu tespitin ardından GSYH’si düşük olup da refah, mutluluk, vb. seviyesi yüksek olan ülkelerden örnekler (Portekiz, Kosta Rika, Finlandiya) veriyor. Bu ülkelerin ortak özelliği, kamu yatırımlarıyla insanların sağlık, eğitim ve diğer ihtiyaçlarının karşılanması. Bütün bunlar sermayeyi büyütmek için gerekenden çok daha azıyla karşılanıyor. Dolayısıyla Hickel’e göre çözüm yolu kendiliğinden ortaya çıkmış durumda:

“İşe yarayan formülü kesin bir şekilde biliyoruz: Eşitsizliği azalt, kapsayıcı kamu varlıklarına yatırım yap, gelir ve fırsatları daha adil dağıt.

Bu yaklaşımın heyecan verici yanı, bir canlı sistem olarak dünya üzerinde doğrudan olumlu etkisinin bulunması.” (s. 195-196)

Küçülmenin reçetesi basitçe büyümenin tersi olmamalı. Küçülme, ekonomiyi sermayeyi büyütme odaklı bir anlayıştan çıkartarak hem ekolojik dengeye hem de insan refahına odaklı bir anlayışa kavuşturmayı öneriyor. Bu noktada belki küçülmeyi bir daha etraflıca tanımlamakta fayda olabilir:

“(…) küçülme GSYH’yi düşürmekle ilgili bir şey değil. Ekonomimizin malzeme ve enerji kullanımını dünyayla daha dengeli bir ilişki kuracak seviyeye çekmekle, gelir ve kaynakları daha adil dağıtmakla, insanları gereksiz işlerden kurtarmakla, insanların daha iyi yaşayabilmek için ihtiyaçları olan kamusal varlıklara daha çok yatırım yapmakla ilgili bir şey. Küçülme, daha ekolojik bir uygarlık yolunda atılacak adımların ilki. Tabii ki bu GSYH’nin daha yavaş artması veya hiç artmaması, hatta azalması anlamına gelebilir. Sonuç bu olursa da sorun değil, çünkü önemli olan şey GSYH değil.” (s. 216)

Hickel 2019’da Yeni Zelanda, İzlanda ve İskoçya’nın böyle bir refah ekonomisi programı benimsediğini (s. 212) hatırlatarak uygulamaya geçmenin o kadar da gerçek ötesi bir uzaklıkta durmadığını hissettiriyor. Ne yapıyor peki bu ülkeler? Onları izleyen, küçülme düşüncesini benimseyenler ne yapmalı? Yazar burada okura somut bir reçete sunuyor: Planlı eskitmeyi bitirmek, reklamları azaltmak, sahiplikten kullanıcılığa geçmek, gıda israfına son vermek, ekolojik yıkıma neden olan sektörleri küçültmek (s. 218-229).

Bu ekonomik dönüşüm, bu geçiş sancısız olabilir mi? Pek olamaz herhalde ama en zorlu görülen noktalarla şimdiden yüzleşmek mümkün. Bunların başında GSYH küçülmesinin en tehlikeli görülen boyutu, yani işsizlik sorunu geliyor. Büyüme olmazsa yeni istihdam yaratılamayacağı söylemi hâlâ son derece güçlü. Oysa pastanın büyümesi gitgide zorlaşan seçenek; onu adil paylaşmak ise çok daha akılcı. Zaten büyüme yeni istihdam alanlarına değil, mevcut sermaye birikimine doğru bir akışı ifade ediyor. İstihdamı da burada, mevcut pastada aramak gerekiyor. Bunun yolu ihtiyaçlara dayanan gerçek işlerdeki pozisyonların hakkaniyetle paylaşılması, onun da yolu bazı ülkelerde denenen bir uygulama: Çalışma saatlerini kısaltmak. Bu uygulamanın verimliliği artırdığı görülmüş. Yazar, kısaltılmış çalışma saatlerinin olanakları zenginleştirdiğini şu sözlerle ileri sürüyor:

“Gereksiz işlerden kurtulursak, çalışma haftasını kısaltarak (Amerika ortalaması olan) kırk yedi saatten otuz saate, hatta belki yirmi saate indirebilir, gerekli işleri çalışan nüfusa daha dengeli dağıtabilir, tam istihdam sağlayabiliriz. Bu yaklaşım sayesinde herkes küçülmenin açığa çıkardığı zamandan fayda sağlayabilir.” (s. 231)

Jason Hickel’in kitabının özgün yanı küçülme ekonomisini bilinmez ve ürkütücü olmaktan çıkartıp arzu edilir, tartışılabilir ve uygulanabilir hale getirmesi. Genelde neyin yapılmaması gerektiğini söylemeye alışmış ekoloji yazını içinde neyin yapılması gerektiğini söyleyen yeni ve yapıcı bir yaklaşımı temsil ediyor. Sağlam ve somut bir tartışma yürüten bu tür kitaplar yazılmaya devam ettikçe, ana akım iktisadın da ekonomi yönetimlerinin de küçülme ekonomisi fikrini görmezden gelmeye devam etmesi hiç kolay olmayacak.

•