Murat Çelik'in öyküleri: Bitmek bilmeyen gürültüleri nasıl anlatmalı?

Geçenlerde Yunus Nadi Öykü Ödülünü Kadri Öztopçu'nun Kimsenin Bilmediği İnsanlar kitabıyla paylaşan Murat Çelik’in Eve Dönmeyen Hayvan’ında bitmeyen, bitmek bilmeyen şeylerin gürültüsü…

16 Kasım 2020 13:16

Murat Çelik, Eve Dönmeyen Hayvan’daki[1] kimi öykülerinde dilin yerleşik kural ya da kullanımlarını esnetmekten, söyleyişleri eksiltip yerlerini değiştirmekten ya da birbirine eklemekten sakınmıyor. Kuşkusuz yadırgatıcı bir tutum bu. Kitabın daha ilk öyküsünde, “Zaman dursun için gözüne baktığım çiçekler masada [vurgu eklenmiştir],” diye başlayan bir cümle, okuduğu metne kendisini kaptırıp anlatılan dünyaya bodoslama girmeyi murat eden okur için en azından şaşırtıcı ve duraklatıcı oluyordur tahmin ederim – düzeltmen uyumuş diye düşünenler de çıkacaktır. “İçin”in bu şekildeki kullanımı oldukça enderdir; yeğlenen “zaman dursun diye” ya da “zamanın durması için”dir. Murat Çelik’in öykülerinde birkaç kez rastlarız bu söyleyişe: “Pencere konsun için duvarda boş bırakılan alan…” “Konaklasın için ahır göstermiş.” “Seni tanısın için…” Başka örnekler de verilebilir Murat Çelik’in söyleyişleri eğip bükmesine: Bilmezden gelmek anlamında “bilmez yapıp” diyor; ya da “Kimmişti?” diye soruyor, kokuyu dağların “sıkınmış” olduğundan söz ediyor.

Yerleşik kullanımların yetmediğini, eski söyleyişlerle ifade ya da tarif edilemeyen bir şeyleri aktarabilmenin peşinde olduğu düşünülebilir Murat Çelik’in. İmkânsızlıkların farkında olduğu kesin, itiraf da ediyor. “İlk buluşma bazı taşları eritmiş. Taşların kalbine bir duygu eklenmiş. Adı şeye, tarif edilemeyen, benziyor [vurgu eklenmiştir].” İmkânsızlığı baştan kabul etmekle birlikte, bir de şöyle tarif etmeye çalışayım deyip bir kez daha yenilmeyi göze aldığını sanmıyorum yine de, esas gayesinin yadırgatmak olduğu kanısındayım. Söyleyişleri eğip bükerek okumakta olduğumuz cümleye, anlatılmakta olana yabancılaşmamızı istiyor sanki. Dikkat edilirse yukarıda bir-ikisini verdiğim örnekler Türkçenin “yabancı”larca kullanımını andırıyor – “yabancı”yla kastettiğim ana dili Türkçe olmayanlar değil, dile henüz tam aşina olmamış çocuklar ya da dili ve zihni sürçüp durduğu için konvansiyonun dışına çıkanlar daha çok. Bu dil, bu söyleyişler, bu sekmeler bize öykülerin anlatıcılarıyla ilgili de bir şeyler söylüyor; onların kalabalıkların içerisindeki yabancılıklarını, uyumsuzluklarını.

Derviş Aydın Akkoç, Eve Dönmeyen Hayvan’daki öykü kişilerinin yavaşlıkları ya da yavaşlığa duydukları özlem nedeniyle yaşadıkları uyum sorunlarıyla ilgili olarak üç parçadan oluşan ayrıntılı bir inceleme kaleme almıştı.[2] Öykü kişilerindeki yavaşlığın dünyanın artan hızı karşısında hangi anlamlara geldiğini ve bu şekilde nelere kafa tuttuklarını tartışan Akkoç, yavaşlığın yazıdaki görünümlerine de değinmişti.

“[Murat Çelik] dünyadan beklediği yavaşlık isteğini kendi yazma sahasına da kaydırır, ağır ağır, cümle dizilimi, kelime sarfiyatı üzerinde düşünerek ilerler, kaplumbağa adımlarıyla, tek tek öykülerdeki derli topluluk, yoğunluk, ince işçilik yavaşlık sayesindedir.”

Beri yandan, başta sözünü ettiğim, cümle dizilimlerindeki sıçrama, sekme ya da eksiltmelerin bir başka anlamı daha olabilir. Bu bahse geçmeden önce, söyleyişleri tersyüz etmenin, esnetmenin yanı sıra, Murat Çelik’in klasik öykü yapısıyla yetinmediğini de belirtmek lazım. Bütün öykülerinde değil, ama bazılarında. Kısa parçalardan oluşan yapıda iki öykü var kitapta: “Yumru” ve “Ölü Kelebekler Evi.” Kitabın en nevi şahsına münhasır öyküsüyse “Fotoğrafhane ve Geçimsiz Tarih Hakkında” başlığını taşıyor. Murat Çelik, arayışlarını en uç noktaya taşıdığını düşündüğüm bu öyküde hem görseller kullanıyor hem de noktalama işaretlerinden ve büyük harflerden büsbütün vazgeçmiş. Bu öykü de parçalardan oluşuyor, ama “Yumru”da olduğu gibi alt başlık ya da “Ölü Kelebekler Evi”nde olduğu gibi rakamlarla birbirinden ayrılmıyor parçalar; bunların yerine her parçanın başında bir fotoğraf ve birkaç cümlelik metinler var. (Fotoğraf altı metinlerde noktalama ve kapital harften vazgeçilmiş değil.)  

“Fotoğrafhane ve…” öyküsündeki özellikle bir fotoğraf ve birkaç cümle Murat Çelik’in yazma tutumu hakkında ipucu olabilir. Sözünü ettiğim bir buzlu cam fotoğrafı. Öykünün noktalama işaretlerine takılmaksızın cümleleri art arda sıralayan anlatıcısı bir yerde, “ben camın arkasından konuştum sana en çok camın arkasında gökyüzü var camın berisinde karanlık bir balkon merdivenlere uzanıyor,” diyor. Bir yanıyla bu ifadeden ötürü camın dışarıyla içeriyi ayırdığını düşünmek mümkün. Murat Çelik’in öbür öykülerinde de ev bir sorunsal olarak çıkar karşımıza,[3] karanlık balkon” ve uzandığı “merdivenler”in evi ya da evin iç çeperini işaret ettiğini düşünebiliriz. Gelgelelim, bu cümleleri anlatıcının az sonra aktaracaklarıyla birlikte ele almakta yarar var.

“yeni bir dil icat etmek isterdim bu yüzden konuşmanın mümkün olmadığı sadece yazı yoluyla harflerle imgeler ve sözcüklerle iletişimin mümkünlüğünü bu dille herhangi bir sanat yapılamasın isterim oyun yapılamasın benzetme yapılamasın gönderme yahut abartma pekiştirme yapılamasın çünkü insan gözü tüm bunları yapabilir gözleriyle konuşanın çalımlı kelimelere alengirli uğraşlara gereksinim duyması garip ama gene de güzel şeyler söylemek istiyorum sana…” (s. 77)

Parçanın başındaki buzlu cam fotoğrafından kırılarak önümüze düşen ışıkla baktığımızda meselenin salt ev içi ya da dışıyla ilgili olmadığı sonucuna varmak mümkün. Buzlu cam bir engel, bir eşik, var olanı kıran bir nesne, bölüm arasındaki metinde şöyle deniyor: “Camın arkasına gökyüzü ve bulutlar duruyor.” (Murat Çelik’in ilk öykü kitabı Epey’de[4] de şöyle bir cümle var, “Camları hayat geçirmezdi.”) Beri yandan bu alıntıda bir başka engel daha söz konusu: konuşmak. Anlatıcı, konuşmanın mümkün olmamasını, tek mümkün iletişimin yazı, harfler, imgeler ve sözcüklerle gerçekleşmesini istiyor, ama buna da bir şerh düşüyor: Bu dilde de benzetme, gönderme, abartma, pekiştirme olmasın. İnsan gözleriyle bunları yapabilirken sanata ne gerek var! Peşinden başa dönüyor – “gene de güzel şeyler söylemek istiyorum sana.” (“Yazmak istiyorum” demiyor, konuşma yeniden öne çıkıyor.)

İletişim için yazıdan beklentileri olup konuşmayı dışlayan kişinin kaçındığı ne olabilir? Ses! Ses meselesi Murat Çelik’in metinlerinde yavaşlık kadar olmasa da sıkça karşımıza çıkıyor; suskunluk belki de ikizi yavaşlığın. Yavaşlığın hıza karşı bir direnme olması gibi, suskunluk da dışarıdaki gümbürtüye karşı bir tavır. “Fotoğraf ve…” öyküsünden bir cümle: “benim seslerimi kısıntı sayabilirler ama duymayabilirler dışarı öyle değil onun gümbürtüsü var onun razı olmadığı şeydir işitilmemek…” Beri yandan ses hız gibi büsbütün olumsuzlanmaz, sonuçta içeriden dışarı yol alan bir şeydir ses. Mahrem, kişiye özgü bir yanı var, üstelik dışarı usulünce çıkması da her zaman mümkün değil. Ama çıktığında artık bir alametifarikadır. Sesin hatırlanması da, unutulması da ayrı meseledir Murat Çelik’in öykü kişileri için. İki örnek:

“Bu kadarını beklemiyordum, dedin. Sesi aldı, şehrine götürdü. Seslerin hatırlanması hususunda konuşacağınız güne değin kaldı belleğinde.” (s. 99)

“İnsanın hafızası kimseyi kovamıyor. AsılÖlümde, ilk sesi gidiyor kulaklarından.” (s. 20)

Konuşmanın mümkün olmaması arzusuna dönersek; oradaki “güzel şeyler söyleme” isteğine mim koymak lazım. Benzetmesiz, göndermesiz, abartmasız bir güzellik arzusu söz konusu, bildiğimiz edebiyatın, edebi sanatların, oyunların ötesinde bir yazı dili – ama güzel şeyler olsun gene de. Beri yandan “çalımlı kelimelerle alengirli uğraşlara” laf dokundurduğu da dikkatten kaçmasın; “güzel şeyler söylemek isteği” bunları mazur görmemiz için de ifade ediliyor sanki. Gündemine aldığı meseleyi çoğunlukla tek boyutuyla, baştan verilmiş kararlarla tartmıyor Murat Çelik’in öykü kişileri. Bir gelgitin kaçınılmaz hareketleri sıkça hissediliyor. Doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyor. İkircimli, tansiyonlu anlar, haller. Aynı öyküden bir başka örnek. Bu öyküden yaptığım ilk alıntının az öncesi:

“camın kıvrımları arkasındaki ışık kırıldıkça belirginleşti kalınlık gözleri kısarsan farkına varırsın ama senin farkına varma endişen yok olabilse kirpiğinden avurduna düşen o ince kılı almak için elimi uzattığımda bunun sana dokunmaya bahane olduğunu anlardın öyle kolaycacık anlaşılır mı bu bilmiyorum sen de haklı olabilirsin farkında olmayarak işte ben camın arkasından konuştum sana…” (s. 77)

Gündelik hayattaki ikircimli hallere özel bir ikircim eklediğini zannediyorum Murat Çelik’in – aşırı yorum değilse yaptığım. Edebiyat ikircimi diyebiliriz buna, ya da hikâye etmenin ikircimi. Söz sanatlarını reddederken güzel şeyler söyleme isteğinden vazgeçmemek gibi, buzlu camın sınır ya da engel olmakla birlikte –gözlerimizi kısarak baktığımızda– içeriden dışarıdaki, dışarıdan içerideki bir şeyleri görmemize, sezmemize imkân vermesi gibi; ama bunu da önceleyen bir şey söylemeye çalıştığım. Edebiyatın kendisinde olan bir şeyler; yazmakla yaşamak arasındaki gerilim mesela, yazma çabasının insanı yaşananlara tanık kılması, ama tanıklığın da yaşamayı ketlemesi.

“Eve Dönmeyen Hayvan.lar” öyküsünden bir cümle:

“Bazı anlara dahil değilim de yaşıyorum, bazı anların kayıtçısıyım, o kadar.” (s. 59)

Burada bir eksiklik söz konusu ve buna hayıflanma. Ama bir de “Fotoğrafhane ve Geçimsiz Tarih Hakkında” öyküsündeki şu cümlede ifadesi bulan haller var:

“insanları dinledim hep dinledim gözlerine baktım onlar yaşadıklarını duyduklarını anlattılar ben anlattıklarını hikâye sanıp sayıp dinledim anlatılarındaki kahraman yaptım kendimi serüvenlere atıldım onların yaşamaklı olduğu anlara hayran kesildim bu yüzden çok yaşadım sanırım bu yüzden üzerimdeki ağırlık hareketsizliğim ve yavaşlığım ve yaşamakta ısrarsızlığım bu yüzden ben anlatmaya başladığımda onların kaçar görüntüsüyle karşılaştım… [vurgu eklenmiştir]” (s. 70)

Gene tanık ya da kayıtçı olduğunu düşünebiliriz, ama bir fark var, önemli bir fark. “çok yaşadım” diyor anlatıcı, kendisini başkalarının anlatılarında kahraman yapmasının sonucunda. Gelgelelim, ikircim, salınım, gelgit bitimsiz! Bu, “çok yaşadımlık” hali onu yavaşlatırken yaşamakta ısrarsız da kılabiliyor. Edebiyat ikircimi dediğim böyle bir şey. Başkalarının anlatılarını dinlemekten ötürü “çok yaşadım” olmak, sonra da bir başka tür yaşamasızlıklara düşmek! [5]

Murat Çelik’in noktasız, virgülsüz yazmasının bir nedeni noktalama işaretlerinin yerleştirildikleri yere göre anlamın değişebildiğine işaret etmek olsa gerek. Konuşmadaki gibi; konuşurken de noktalamalar yok – son zamanlarda giderek daha sık tanık olduğumuz iki elin iki parmağını baş hizasına getirip eğip bükerek konulan “tırnaklar” hariç. Noktalamasızlığın ifade ettiği başka durumlar da söz konusu olabilir: kimi meselelerdeki girdapvari dolanıklığın yarattığı ikircimleri ya da zihnin kurmaya başladığında bitimsizce çalışmasını, gevezeleşmesini.  

Başkalarının anlatılarını dinlemek / tanık olmak bahsine klasik bir kurgu ve söyleyişle yazdığı “Her Gün Rüya Görüp Dağların Karına Bakmaya Giderdim” öyküsünde de rastlarız. Askerlikteki aylarını anlatır öykü kişisi burada. Şanslıdır, silahlık sorumlusu olarak görevlendirilmiştir. Bütün gün bir deftere silah sayılarını kaydetme dışında özgürdür silahlıkta, kitap okuyor, “ufak dizeler” not alıyordur. Dizeleri düşürdüğü deftere asker arkadaşlarının nöbettaşlarının hikâyelerini de kaydetmeye başlamıştır bir zaman sonra.

“Ben bir kuyu olmuştum. Kimisi bakıp geçiyordu, kimisi konuşuyordu suyun üzerindeki sureti göre göre. Kimisi kuyunun içine düşmüştü de benimle çıkmaya uğraşıyordu. Ben ne düşmüştüm, ne vardım, ne de akıbetim belliydi. Ben oraya hallice doğmuş bana anlatılması gerekenleri dinlemekle yükümlüydüm.” (s. 66)

Bu satırların “Fotoğrafhane ve Geçimsiz Tarih Hakkında”dan yukarıda alıntıladığım “insanları dinledim hep dinledim…” diye başlayan bölümü andırdığı dikkatlerden kaçmamış olmalı. Yine aynı öyküde geçen, “zamanın ilerlemesine tanıktım anları bilmezdim” cümlesini de andırıyor kısa dönem öykü kişisinin hali. Kendi hikâyesi de yok değildir, birkaç cümleyle bir kırık aşktan sahneler aktarılır, ama öbürlerinin yaşadıklarının yanında hayat gibi değildir, daha doğrusu, öykü kişisinin deyişiyle “tutturulabilmiş” bir hayat değildir. Seyretmek, dinlemek, kaydetmekle yükümlü hissetmesi bundandır.

Hep başkası mıdır kaydedilen? “Ölü Kelebekler Evi”nin anlatıcısı kendi geçmiş kayıtlarından birkaç sahneyi aktarır, ama öncesinde bu kayıtlarla ilgili de bir şerh düşer.

“Bellek, utandığımız, bizi çocukluğumuzun yakasından tutup bugüne fırlatan görüntüleri bir projektörle yansıtmak konusunda oldukça temkinli. Bununla yüzleşebilirim, bunu hatırlarım, bunu da ve sonsuza dek silinmiş olur görüntüyü bir defa, yalnızca bir defa net olarak yansıtabilirsem.” (s. 123)

Anlatıcının bu çocukluk hatıralarındaki kız arkadaşıyla yolları çoktan ayrılmıştır, anlattıklarını “hatırlayıp gülemeyece[klerdir.]” Bununla beraber, “Ben kaydetmiştim ama,” der anlatıcı, “elbet bir gün.” Bir de itiraf çıkar kayıtlardan.

“Bilmiyorsun ki ben de seninle konuşmak istemezdim. Sana bakıp hayalimdeki seninle konuşur, ikimizi seslendirir ve bundan keyif alırdım. Çünkü ben konuşunca bir şeyleri bozuyordum, bana savrulan kelimeleri, cümleleri uğultu gibi karşılayıp yanıtlayamıyordum.” (s. 124)

Bir başka hayatı tutturamama hali de bu olsa gerek, başkalarının büyük doğallık ve maharetle yapabildikleri bir şeyi, üzerine “savrulan” kelimeleri karşılayamıyordur öykü kişisi. Hayali konuşmalarla ikame etmeyi yeğlemiştir. “Fotoğraf ve…” öyküsündeki kişinin neden konuşmanın mümkün olmamasını istediğine de bir yanıttır bu. Yazarak iletişim, kişinin üzerine savrulan kelimeleri karşılaması, göğsünde yumuşatması ve uygun (“tumturaklı” ya da “tutturulabilmiş”) biçimde yanıt verebilmesi için daha uygundur. Bu, bir bakıma kişinin kendisini bir anlatı gibi ya da anlatı içerisinde kurgulamasıdır – belki de hiç kimseye anlatılmayan bir anlatı. Bu “anlatılmayan” anlatılar kişinin kendisine mesafelenmesi olarak değerlendirilebilir. Nitekim öykünün başlarında şöyle der anlatıcı:

“Birinci ve ikinci tekilden sıyrılıp kendine üçüncü tekil bakabilince ne kadar ahmak olduğunu anlıyorsun. Olağan sonucu biliyor başka sonuç tasavvur ediyorsun, bile isteye kurduğun güzel yapıntıyı yıkman gerekiyor olağan sonuca varınca.” (s. 109)

Murat Çelik’in farklı öykülerinde üzerinde yoğunlaştığı ya da çevresinde dolandığı ortak meseleler var. Bunlardan birinin Derviş Aydın Akkoç’un dikkat çektiği gibi yavaşlık olduğunu belirtmiştim. Biri de mesafe. Özellikle “Eve Dönmeyen Hayvan.lar” öyküsünde uzaklık ve yakınlık bahsinin üç ayrı görünümüne rastlarız.

“Sesi duyduğunda traktörü göremezken, traktörü gördüğünde sesi duyamıyorsun. Yakınlık-Uzaklık.” (s. 55)

“Bizim köyde ne cami, ne kıraathane, ne sağlık ocağı ne de asfalt bir yol vardı. Her şeye yakın ama her şeyden uzaktık. Yakın-Uzaklık.” (s. 56)

“Sesler arıyorum, hava kararmış, ezan okunuyor, çakallar bağırıyor. Dağ sırtlarında, dere yataklarında bir yerdeler. Uzak-Yakınlık.” (s. 57)

İlk durumda mesafeye dair nesnel bir durum ifade ediliyor, fark duyu organlarının algılamaya çalıştıkları şeyle arasındaki mesafeden ya da aradaki engellerden kaynaklanıyor. Öbür iki durumdaysa “hissedilen mesafe”den söz etmek daha doğru; buradaki mesafenin boyu, menzili kişiye bağlı. İlkinde, uzaklık çok yakından hissedilirken, ikincisinde aslında hayli yakınlardaki (eve dönmeyen hayvanlar) uzaklarda hissediliyor. Murat Çelik’in bir başka öyküsünde, “Mavi Gül Çiçek, Nişli Çiçek”te bu duruma dair açıklama bulabiliriz.

“Hem uzağı görmek her zaman gözlerle değil, uzağı da yakınsar insan, mesafeler alt üst edilmişse bile, yakınsar.” (s. 103)

Aynı öyküdeki bir başka tespit Murat Çelik’in meramını daha doğrudan anlamamıza yardımcı olabilir:

“İkinci buluşma büyük bir alışveriş merkezinde, kitapçıda o. Uzaktan izliyorsun, mesafeye dair başka bir mesafe [vurgu eklenmiştir].” (s. 100)

Nesne ya da kişilerle arasındaki mesafeyi tartmanın yanında, mesafeyle kendi ilişkisini de tartmaktır öykü kişisinin derdi. Kendisini de tartıya koymadan duramıyordur. Yavaşlığın bir nedeni de bu olmasın. Bir yandan kendini tartarken dış dünyayla arasındaki mesafeyi belirlemek, korumak, uzak-yakın etmek. Benzer bir mekanizma yukarıda değindiğim “kaydetme” meselesinde de gündemindedir öykü kişisinin. En baştaki “Yumru” öyküsünün “Ölümü Gömdüm Geliyorum” parçasında şunu söyler:

“Durup baktığım renkler birbirine koşuyor. Kavuşmanın telafisi yok. Yek zamanda, aynı düzlem üzerinde, ben ve aklım, ayrı ayrı izleyip kaydediyor. Birinci olmayan ve ikinci olmayan.” (s. 21)

Kayıt altına almak da düzayak bir işlem değil, kaydı alan belli ki bir yandan kaydediciyi (kendisini) de dahil ediyor sürece. Bu bahsin de edebiyatla örtük bir bağı varmış gibi geliyor bana. Edebiyatın bizi nasıl hayırlı bir şekilde yavaşlattığına, duraksattığına dair bir tespit. Sadece bir şeyler kaydederken kendine bakmak, orada gördüklerini de kayda ve kale almak değil duraksamanın nedeni, bakma eyleminin kendisine de bakmak, onu da tartıya koymak. İkircimin katmerleri.

Murat Çelik’in öykülerinde, yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi, anlamın kendisini hemen açık etmediği cümleler az değil. Yazı boyunca anlamı bir öyküden öbürüne sekerek kovaladığım dikkatten kaçmamış olmalı. Öykülerin birbirlerine atıfları bu yaptığıma imkân ve meşruiyet sağlıyor – ya da öyle olmasını umuyorum. Murat Çelik’in “Bu kitap 1000 adet basılmıştır, bir daha basılmayacaktır,” notuyla yayımladığı ilk öykü kitabı Epey’deki bir cümleden de icazet alıyorum. “Çünkü benim sekip duran bir belleğim var,” diyordu orada. Geçmişin muhasebesinin öne çıktığı, dolayısıyla belleğin sürekli işlediği bu öykülerde de birinden öbürüne sekip taşan bir şeyler var. Murat Çelik, Epey’in sonunda yer alan “Epey Zamanlar” öyküsüyle kitaptaki metinleri ortak paranteze almıştı; Eve Dönmeyen Hayvan’daki öykülerse, ister klasik öykü kurgusuyla ister yukarıda kimi örneğini verdiğim farklı yapılarla kaleme alınmış olsunlar, birbirlerine yakın-yakın atmosferleri ve ortak temaların, sorunsalların üzerinde yoğunlaşmalarıyla bir bütünlük oluşturuyor.

Yukarıda değindiğim ses/konuşma meselesi öyküleri birbirine bağlayan iplikçiklerin başlıcası.  Yazı boyunca pek değinmediğim ya da üzerlerinde çok az durduğum öykülerden de örnekler verilebilir. Çalıştığı özel okuldan ayrılan genç öğretmenin öyküsünden, “Küçük Şehrin Kusuru”ndan bir cümle:

“Biri var hikâyeyi izliyor. Hikâyeye hâkim. Biri var sesi çıkmıyor, müdahale etmiyor. Okuldan neden ayrıldığını kimseye izah edemeyecek bu karışık zamanda. Yumru. Boğazında kalın kalın tutuyor, zenginlerin ve alçakların ve güçlünün yanında duran dalkavukların. [Vurgu eklenmiştir.]” (s. 91)

Aşk yüzünden işlenmiş bir cinayetin bilinçli kurgu sürçmeleriyle ilerleyerek anlatıldığı, “Kadir, Mevla ve Ayten” öyküsünün anlatıcısı kahvehane işleten, konuşması, hal ve hareketleriyle bitirim olduğu anlaşılan biridir. Kahvehane solcu, sendikacı, “anarşik” bilinen babasından kalmıştır. Babasından ona kalan sadece bir mekân değildir. Babasının annesiyle tanışma sahnesi aktarılırken değinilen şey anlatıcı (ve başka öykülerdeki kişiler) için de geçerlidir.

“Peder bey, bu kız ne güzelmiş, demeye başlamış kendi kendine. İçine bir yumru oturmuş. Tutup kolundan iki laf etsem ya demişse de olmamış; becerememiş. Anam o gün ince ince yürümüş eve, anarşik Eşref’in de onunla yürüdüğünü bilmemiş güya. [Vurgu eklenmiştir.]” (s. 80)

Kitabın “Yumru” başlıklı bir öyküyle başladığını belirtmiştim. Yazı boyunca değindiğim konuşma meselesi, bu, çok zaman ne ve neden olduğunu bilemediğimiz yumrularla ilgili. Belki iç’in dış’a çıkmasına bir engel, buzlu bir cam, yumru. Nelerin dışarı çıkıp çıkmayacağına kişinin hâkim olamayacağının sezgisiyle, istenmeyen, beklenmedik şeylerin çıkmaması için kendiliğinden çekilen bir set olduğunu da düşünebiliriz. 1999 Düzce depremi sonrasında prefabriklerdeki yaşantıların bir çocuğun gözünden anlatıldığı, maden cinayetiyle depremin buluştuğu kritik bir ânın öyküleştirildiği “Prefabrikler”deki şu cümleye de uzanıyor iplikçiklerden biri:

“Ağladığını görmüyoruz, Hasan’ın gözlerini de görmüyoruz, maç bitmiyor, bitmeyen şeylerin gürültüsünü de görmüyoruz.” (s. 52)

“Bitmeyen şeylerin gürültüsü” yeterince yüksek, belki de öykü kişileri bu yüzden sessizler. Annesini kaybeden berber çırağı Kemalettin de onlardan, sessiz ve yumrulu.

“Ertesi gün erkenden çıktı Kemo, kahvenin oradan geçti, bakkala uğradı, selam verdi. İnsanlarla konuşma isteği yapıştı üzerine. Dalgaya vuracak meseleler aradı, dilinin ucuna geldi kelimeler de seslendiremedi, iri iri yutkundu.” (s. 43)

Murat Çelik, Eve Dönmeyen Hayvan’daki öykülerde bitmeyen, bitmek bilmeyen şeylerin gürültüsüne kulak kesiliyor, görülmeyenlerin, tarif edilemeyenlerin, anlatılmazların varlığına usulca mim koyuyor. Kullanageldiğimiz dilin kelime ve kurallarıyla bunları seslendirmenin anlamsızlığını, yetersizliğini sezdiğindeyse, yeni işaretlerden, eksiltmelerden, eklemelerden medet arıyor. Sessizliklerin, yutkunma anlarının, yumruların bu sayede özel bir ses ya da titreşim kuşanabileceğinden yana atıyor zarını.

 

NOTLAR:


[1] Eve Dönmeyen Hayvan, Murat Çelik, Everest Yayınları, Haziran 2019, 127 s.

[2] Derviş Aydın Akkoç, Murat Çelik: Yavaşlığın Estetiği-Siyaseti(I), Murat Çelik: Yavaşlığın Estetiği-Siyaseti(II), Murat Çelik: Yavaşlığın Estetiği-Siyaseti(III)

[3] Murat Çelik, ilk öykü kitabı Epey’in ilk öyküsü “Duvar”da farklılığa karşı duyulan tahammülsüzlüğü bir ev gibi inşa etmişti – öykünün ara başlıkları, “Boya,” “İnce Sıva”, “Kaba Sıva” ve “Tuğla”ydı. Eve Dönmeyen Hayvan’da yer alan “Küçük Şehrin Kusuru”nda da şöyle bir bölüm var: “Ev nedir? Köşelerinden, düzlüklerinden, geniş odalarının dar koridorlarından, tuvaletinin oval camından çıkılarak akıldakilerin dağıtılmaya başlandığı, öznenin nesne haline geçişe imkân tanıdığı, öznelerin birbirlerini kutsadığı alan dışında nedir ev.” (s. 94)

[4] Epey, Murat Çelik, Dünyadan Çıkış Yayınları, Mayıs 2018, 72 s.

[5] Yaşamasızlığın bir türü, ya da onu andıran bir durum da “büyümemek” olabilir. “Küçük Şehrin Kusuru” öyküsünden: “Şiir karın doyurmaz demişti ona bir kadın. Bir hayat kurulmaz şiirle. Kadınların haklı yaşları var, erkeklerin büyümesi hayli zaman alıyor. Hele şiire inanmışlar hiç büyümüyor.” (s. 91)