Mülkiyet hakkı, insan hakları ve ötesi

"Türkiye’de gel-git’li bir seyir izleyen insan hakları son on küsur yıldır hızlı bir erozyona maruz kaldı. Bu erozyonun dip noktası mülkiyet hakkına dokunan yerdir – bir bakıma bıçağın kemiğe dayandığı yer. Onca zamandır bu ülkede demokratik ve sivil haklar için mücadele verilmekte; görülen o ki, bundan böyle mülkiyet hakları için de mücadele gerekecek. Bu, Türkiye’de gayrimüslimlerin ezelden beri iyi bildiği bir mücadeledir, fakat anlaşılan o ki, artık ‘has vatan evlatları’nın da yakından tanıyacağı bir mücadele olacak."

15 Temmuz 2021 10:30

Eski Amerikan filmlerinden bildiğimiz bir durumdur: Lokantalar ve bilhassa pizza zincirleri ABD’de mafyanın vitrini ve para aklama mahalleridir. ‘Suç örgütü lideri’ Sedat Peker’in son açıklamalarına bakılırsa, günümüz Türkiye’sinde ölçekler hayli farklı: Artık mafyanın operasyonlarını gizlemeye pizza zincirleri yetmiyor, milyarlık devasa oteller gerekiyor. Herhalde şimdi dünyada da böyledir, fakat kapısına tankla dayanıp otele el koyma vaziyetleri Türkiye dışında pek duyulmuş şeyler değil.

Mafyanın bir otele el koyması elbette yeterince vahim; hele kapısına tankla dayanması fazlasıyla grotesk; ancak asıl vahim olan bu el koyma işini bir zamandır bizzat hükümetin yürütüyor olması. Özellikle 15 Temmuz darbe teşebbüsünden bu yana, AKP iktidarının ‘Fetöcü’ suçlamasıyla çok sayıda şirket ve holdinge el koyduğuna yahut kendi yandaşlarının zimmetine geçirmek için zemin hazırladığına tanık oluyoruz. İktidarın bununla da yetinmeyip, Can Dündar örneğinde olduğu gibi, bizzat muhalif gazetecilerin evine barkına dahi el attığını, üstelik kimi zaman bu girişimlerinde mahkeme kararına bile gerek duymadığını görüyoruz. Hoş, mahkeme kararı olsa ne yazar, o ayrı. Böylece, önceleri mafya jargonunda kullanılırken birden yaygın dolaşıma giren ‘çökmek’ fiili, suç örgütlerinin yanı sıra hükümete de yakıştırılmaya başladı.

Geçenlerde, İyi Parti başkanı Meral Akşener, “tapu delinmesi” diye nitelediği bu gidişattan duyduğu endişeyi şöyle ifade etmiş: “Fabrikanın, otelin tapusu, şimdi de ev tapusu… Buradan ilan ediyorum, ben bundan korktum.” Bu durumun Osmanlı’da bile görülmediğini söyleyen Akşener, normal düzende “hapse girersin (ama) tapu sende kalır” diyerek, bugün ise raconun bozulduğundan, hâkimi her “ayarlayanın” elâlemin tapusuna konabildiğinden yakınmış.

Akşener’in Osmanlı ile ilgili varsayımı doğru değil elbet. Tanzimat-öncesi ‘has’ döneminde Osmanlı’da kulun padişah karşısında boynu kıldan inceydi, malum. Padişah, sadrazamlarına varıncaya dek istediğinin canına kıyar, malını mülkünü de tek fermanla müsadere ederdi. Özel mülkiyetin ve getirdiği güvencelerin yokluğu Osmanlı düzeninin en belirgin özelliğiydi. Lakin Cumhuriyet döneminde medeni hukukun yerleşmesi ve piyasa ilişkilerinin gelişmesiyle özel mülkiyet yaygınlaştı ve kökleşti. Akşener’in dediği gibi, artık hapse girenin bile tapusu cebinde kalabiliyor. Fakat Recep Tayyip Erdoğan imzalı tek adam rejimiyle birlikte, bu durumdan geriye –Osmanlı’ya?– doğru bir gidişatın işaretleri bollaşıyor.

Akşener ne kadar korksa azdır, zira sonuçta Türkiye kapitalist bir ülkedir, özel mülkiyet de kapitalizmin vazgeçilmez dayanağıdır. Aslına bakılırsa özel mülkiyet yalnız kapitalizmin değil, genel olarak beşeri medeniyetin de temelidir. En azından liberal kurama göre böyle. Bu anlamda özel mülkiyet, çağımızın olmazsa olmaz unsurları sayılan ifade ve din özgürlüğü, seçme/seçilme ve toplanma özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi, bireyin özellikle devlet karşısındaki haklarının koruyucu zırhıdır. Mülkiyet hakkı kuşkusuz tek başına bu hakların mevcudiyetini garantilemez; bazen bu hakların bulunmadığı rejimlerde de tek başına içi boş bir kale gibi var olabilir. Fakat aksi mümkün değildir: Çağımıza damgasını vuran asli insan hakları, özel mülkiyet çıpası olmadan ayakta kalamaz.

Türkiye’de gel-git’li bir seyir izleyen insan hakları son on küsur yıldır hızlı bir erozyona maruz kaldı. Bu erozyonun dip noktası mülkiyet hakkına dokunan yerdir – bir bakıma bıçağın kemiğe dayandığı yer. Onca zamandır bu ülkede demokratik ve sivil haklar için mücadele verilmekte; görülen o ki, bundan böyle mülkiyet hakları için de mücadele gerekecek. Bu, Türkiye’de gayrimüslimlerin ezelden beri iyi bildiği bir mücadeledir, fakat anlaşılan o ki, artık ‘has vatan evlatları’nın da yakından tanıyacağı bir mücadele olacak.

11 Kasım 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi ile azınlıkların mallarına el konulmuş, vergiyi ödeyemeyenler ise Aşkale’ye çalışma kampına gönderilmişti. Varlık Vergisi sırasında hacizli mallar satılırken…

Bu mücadeleler uzunca bir süre Türkiye’nin gündeminde kalacağa benziyor. Bu kaçınılmaz, ancak hakların korunmasına odaklanmanın belirli bir perspektif kaybına yol açması ve Türkiye’yi esas vermesi gereken mücadelelerden alıkoyması çok muhtemel.

Tahmin edileceği gibi, bizzat özel mülkiyetle ilgili bir sorun olduğu ortada. Klasik liberalizm özel mülkiyeti özgürlük ve bireyin oluşumuyla özdeşleştirir; ama aksine, özel mülkiyeti sömürü ve esaretle özdeşleştiren akımlar da vardır. Örneğin anarşizme göre özel mülkiyet, ortak kaynaklara daha işin başında doğrudan el koyma, günümüzün tabiriyle ‘çökme’ fiilinin, yani ‘hırsızlığın’ bir tezahürü ve ürünüdür. Sosyalizm de en hafif tabiriyle özel mülkiyetten hazzetmez, ona kuşkuyla bakar. Keza Marksizm de, daha özgül ve nüanslı bir bakış açısıyla da olsa, sınıflar-arası eşitsizliğin ve en genel anlamda ‘yabancılaşma’nın kaynağında özel mülkiyeti görür.

Özel mülkiyetin çağdaş uygarlığa katkısının olumlu ve olumsuz yönleri ezeli bir tartışma konusudur kuşkusuz. Fakat küreselleşmenin geldiği noktaya bakınca görülen o ki, eksileri artılarına ağır basmakta. 2. Dünya Savaşı ertesindeki son dalga küreselleşme ile birlikte dünya ekonomileri baş döndürücü bir hızla büyüdü, bu büyümenin getirdiği zenginleşme sonucu mutlak yoksulluktan kurtulanların sayısı arttı. Buna karşılık sınıflar ve zümreler arasındaki uçurum da derinleşti, artan zenginlik artan oranda ‘Yüzde Bir’in elinde toplanır oldu. O kadar ki, böyle bir büyümenin sürdürülebilir olmadığı aşikâr-ötesi bir hal aldı.

Dünyanın sürdürülebilir ve dolayısıyla hayli sınırlı bir büyüme döneminin eşiğinde bulunduğu ortada. Mantıki sonuçları düşünülürse, gerçek anlamda sürdürülebilir bir ‘büyüme’nin kontrollü bir ‘küçülme’yi öngördüğü açık. Bu ise kimi haklar (en basit düzeyde, şehirlerde yaya hakları örneğin) genişletilirken, kimi hakların da sınırlandırılmasını gerektiriyor. Bunların arasında, hatta başında mülkiyet hakları da var.

Mülkiyet haklarının ortadan kaldırılması, tüm özel mülkiyetin bir kalemde kamuya devredilmesi söz konusu değil elbet. Öyle bir dünyada yaşamıyoruz. Halen ufukta bir ‘proletarya diktatörlüğü’ de yok! (Bir diktatörlük olacaksa, bunun proletaryasız bir ‘harbi faşist diktatörlük’ olma ihtimali daha yüksek gibi) Söz konusu olan, özel mülkiyetin başta vergilendirme olmak üzere türlü regülasyon enstrümanlarıyla tedrici şekilde sınırlandırılması. Bu sınırlandırmanın niteliği, sözgelimi bir arsa hakkındaki değişen mülkiyet algısından da anlaşılabilir: Eskiden “tapulu malım değil mi? Üstüne ister apartman, ister fabrika dikerim, kimse karışamaz!” diye düşünen ve hareket edenlerin şimdilerde böyle laflar etmesi kolay değil. Türkiye’de bile, arsa alım-satımlarında artık ilk sorunun ‘imar durumu’ ile ilgili olduğunu biliyoruz.

Mülkiyet haklarının sınırlandırılmasından bahsederken yalnız ‘üretim araçları’nı kastettiğimiz sanılmamalı. Gündelik yaşamdaki sıradan (ve sıradan olmayan) ‘tüketim araçları’nın da artan ölçüde türlü sınırlamalara tabi olması kaçınılmaz. Cebine para giren insanların sayısı yükseldikçe, onların daha çok araba, daha çok yazlık ev, daha çok motor yat, daha çok özel uçak, vb. gibi tatmin ve konfor nesnelerine dönük iştah ve taleplerini gezegenimizin sınırlı kaynakları ile karşılaması mümkün görünmüyor. Belirli bir refah ve tüketim düzeyini tutturmuş ülkelerin zaviyesinden, bu tür bir tüketim trendinin yeryüzünde yaygınlaşması halinde sonucun nasıl bir kâbusa dönüşeceği daha iyi anlaşılıyor. O nedenle, ‘çevre etkileri’ ve ‘dışsal ekonomiler’ gibi faktörlerin bu ülkelerde ciddiye alınması ve hesabının tutulması boşuna değil.

Zengin ülkelerle fakir ülkeler arasında halihazırda derinleşen bir uçurum varsa, bunun bir boyutu da bu iki âlemin mülkiyet meselesine yaklaşımıyla ilgili. Zenginler âlemi özel mülkiyetin zararlı etkilerini azaltmanın ve özel ile kamu arasında yeni mülkiyet ve tasarruf türleri bulmanın yollarını ararken, fakirler âlemi hızlı ve gözü kara bir mülklenme –yahut ‘mülklüleşme– gayreti içinde. Yani zenginlerde bir ‘kamuya dönüş’ eğilimi ağır basarken, fakirlerde bir özelleşme/özelleştirme furyası gözlenmekte.

Bu durumun bir sonucu da şu: Zenginler, mülkiyet hakları dahil temel hakların çoğunu belirli bir noktaya getirmiş ve düzenlerinde içselleştirmiş oldukları için, gündemlerinde ‘hak mücadelesi’nin ötesinde de konular var. Örneğin yoksulluğa, eşitsizliğe yahut çevre sorunlarına neşter atma mücadeleleri gibi daha etkin ve sert konular bunlar. Zengin ülkeler bu doğrultudaki mücadeleleri vermekte ne kadar başarılılar, tartışılır; fakat temel hakların mevcut bulunduğu bir ortamda bu mücadeleleri verme imkânları kuşkusuz çok daha fazla. Bu da onların lüksü.

Ne yazık ki Türkiye’nin böyle bir lüksü yok. Çok hamle yaptı ama zenginler ligine giremedi; bu gidişle pek gireceği de yok. Halen insanlarının haklarını aradığı bir ülke Türkiye.

 

GİRİŞ RESMİ:

Solda: 6-7 Eylül saldırılarında İstiklal Caddesi, Narmanlı Han’ın önü yıkımdan, yağmadan sonra. Sağda: 2009'da, Anayasa Mahkemesi'nin yeni hizmet binasının açılış töreninde dikkatleri çeken heykel. Adalet tanrıçası Themis'e benzeyen heykel, Anadolu tarzındaki giyimi ve Themis'in aksine açık gözleri ile konuşulurken, heykelin adının "adaleti temsil eden Anadolu kızı" olduğu belirtilmişti..