Mülkiye, Bahri Savcı ve ‘yaşam hakkı’ üzerine...

"Nedir yaşam hakkı; ölmemek, yalnızca nefes almak mı? Başına her ne gelirse gelsin, hangi koşullarda yaşıyor olursa olsun hayatta kalmak mıdır yaşam? Yoksa, yaşamı insanca yaşanır hale getirmek için yapılması gerekenler, yaşam hakkı kapsamında mıdır?"

15 Temmuz 2021 12:30

İnsan hakları alanında çalışan akademisyen ve araştırmacıların ufku, diğer alanlarda çalışanlar gibi, ulaşılabilen kaynaklar ile sınırlı kuşkusuz. Bilişim teknolojisindeki baş döndürücü ilerleme bundan on yıllar öncesiyle karşılaştırılamayacak ölçüde olanak sunuyor araştırmacılara. Sınıfsal ve bölgesel yoksunluklardan kaynaklanan engellerin varlığını ihmal etmemekle birlikte, artık ulaşılamayan bir kaynak, mahkeme kararı, kitap ya da makale neredeyse kalmadı. “Dünya küçük” denir ya, ‘insanların’ serbest dolaşımı bakımından doğru olmasa da, kaynağın ulaşılabilirliği bakımından büyük ölçüde kabul edilebilir bir yargı artık.

Ancak ‘kolay/hızlı ulaşılabilirliği’ yaratan koşullar, diğer yandan, ulaşılan ve kullanılması salık verilen kaynağın niteliğini de belirliyor. Hâkim ideoloji, hâkim dil ve kültürler ve onların akademik yazın üzerindeki dil, zihniyet, yöntem baskısı görmezden gelinecek gibi değil. Söz konusu baskı, kaynak kullanımını ve çalışmanın yönünü çiziyor.

Hal böyleyken, özellikle yeni başlayan araştırmacıların, çalıştıkları alanın kökleriyle, kurucu isimleriyle ilgilenme, hatta haberdar olma ihtimalleri azalıyor. Bunda araştırmacıyı eksik bırakan bir yan olduğunakuşku yok. Vahim olan, pek çok ‘kurucu’ akademisyen hakkında son derece sınırlı bilgi oluşu ve kurumların/akademinin belleksizlik sorunu. İnsan hakları alanında çalışan genç bir akademisyenin, örneğin Dworkin ve Rawls bilmesi şart, ancak Bahri Savcı adını hiç duymamış olma ihtimali var ki pek kabul edilebilir değil bu.

Bahri Savcı Hoca’nın yaşam öyküsüne ilişkin bilgiyi, kendisi için çıkarılan Bahri Savcı’ya Armağan başlıklı kitapta (1988, Mülkiyeliler Birliği Vakfı yayınları-7), Kürsü hocam Cem Eroğul ile söyleşisinde bulmak mümkün. Ben bu yazıda, Cem Eroğul’un 21 Kasım 2019 tarihinde Mülkiyeliler Birliği’nde yaptığı, Mümtaz Soysal’ı anma konuşmasından yararlanacağım.

Mülkiye, 1935 yılında Mustafa Kemal’in kendisine verdiği adı alarak “Siyasal Bilgiler Okulu” olur ve 1936’da Ankara’ya taşınır. O sırada okulun bir anayasa kürsüsünü yönetecek kadrosu olmadığından, ‘Kürsü’ yönetimini İstanbul’dan gelen Ali Fuat Başgil üstlenir; o İstanbul’a dönünce, Ankara Hukuk hocası Bülent Nuri Esen tarafından devralınır. Bahri Hoca ise Mülkiye’ye girene dek öğretmenlik dahil geçici işler yapar ve 1942 kışında kadro açılınca asistan olur. 1947’de doçent olup Kürsü yönetimini devralır ve Mülkiye Anayasa Kürsüsü’nün ‘gerçek’ tarihi böylece başlar. SBO (Siyasal Bilgiler Okulu) 1950 yılında Ankara Üniversitesi’nin bir parçası olur ve bugünkü adını alır: SBF (Siyasal Bilgiler Fakültesi). Bahri Savcı 1954’te profesör olunca, Türkiye’de insan hakları eğitimini başlatmak üzere çalışmaya başlar.

1955’te yeni yönetmeliğe, “Amme Hürriyetleri” adıyla bir ders koydurtmayı başarır. 1956-57 ders yılında lisans ve lisansüstü düzeyde okutulmaya başlanan ders, o zamandan beri aralıksız olarak sürmüştür. Görüldüğü üzere, Türkiye’de insan hakları eğitimi Mülkiye’de başlar; o devirde bu eğitimin henüz dünyada dahi pek yaygın olmadığını söylemekte yarar var. Söz konusu ders başladıktan sonra Mülkiye’de her yıl yapılması gelenek olan lisans seminerlerden biri, mutlaka insan haklarına ayrılmıştır. DP (Demokrat Parti)’nin askerî darbeyle yıkılmasının ardından hazırlanan anayasada Mülkiye Anayasa Kürsüsü’nün ve kuşkusuz Bahri Savcı’nın önemli payı olur. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından 1961’de toplanan Temsilciler Meclisi’nin Anayasa Komisyonu’nda, Kürsü üyesi Bahri Savcı ile birlikte o esnada doçent olan Muammer Aksoy ve asistan Mümtaz Soysal da yer alır. Bunun bedelini öderler tabii ve 12 Mart 1971 muhtırasından sonra üçü de hapse atılır.

1973 seçimlerinin ardından Mülkiye’de insan hakları eğitimini geliştirmek için yeni arayışlara girişilir ve 1977-78 ders yılında “Uluslararası Alanda İnsan Hakları” dersi okutulmaya başlanır. 1978 yılında bir insan hakları merkezinin kurulmasına girişilir. Ağustos 1978’de, Dekan Cevat Geray, bu enstitüyü hazırlamak üzere kendi başkanlığında bir komisyon kurar. Rona Aybay, Cem Eroğul, Can Hamamcı, Ömer Madra, Yavuz Sabuncu ve Fazıl Sağlam bu komisyonun üyeleri. Cem Eroğul ile Can Hamamcı, altışar haftalık birer staj için Paris’e, UNESCO İnsan Hakları ve Barış Bölümü’ne gönderilir. Merkezin yanı sıra, UNESCO’nun öncülüğünde uluslararası insan hakları konferansı toplama hazırlıklarına girişilir. SBF İnsan Hakları Merkezi’nin kuruluş yönetmeliği 18 Aralık 1978 günlü Resmî Gazete’de yayınlanır, ancak o günleri etkisi altına alan şiddet eylemleri (peşi sıra Ecevit hükümetinin sıkıyönetim ilanı) nedeniyle Merkez, ilk kuruluş toplantısını yapmakta dahi zorlanır. Çünkü (19-26 Aralık arasında) Kahramanmaraş kıyımı gerçekleşmiş ve Ecevit hükümeti sıkıyönetim ilan etmek zorunda kalmıştır.

İnsan Hakları Merkezi’nin kuruluş toplantısı, yönetmeliğin öngördüğü seçimleri gerçekleştirmek üzere 5 Ocak 1979’da yapılabilir. Merkez’in başkanlığına Bahri Savcı seçilir, Mümtaz Soysal başkan yardımcısı olur. İçinde bulunulan siyasal bunalıma karşın Merkez, tasarlanan uluslararası konferansın toplanması için olağanüstü çaba harcar. UNESCO’nun da onayladığı bir yaklaşımla, konferansa Türkiye’nin sınır komşularıyla Yugoslavya’nın çağrılması kararlaştırılır ve böylece Birleşmiş Milletler tarihinde benzeri görülmemiş biçimde, Varşova Paktı, NATO, tarafsız Yugoslavya ve Üçüncü Dünya ülkelerinin katıldığı bir İnsan Hakları Konferansı kotarılabilir. Konferans İstanbul’da, Tarabya Oteli’nde, 28-30 Mart günlerinde, Karel Vasak yönetimindeki UNESCO İnsan Hakları ve Barış Bölümü, SSCB, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Yunanistan, Suriye ve Irak temsilcilerinin, Türkiye’den de çok sayıda üniversite öğretim üyesinin katılımıyla gerçekleştirilir. İran ise o esnada gerçekleşen ‘Molla’ devrimi nedeniyle bu toplantıda yer alamamıştır ki, Molla rejiminin İran’ı bir anda dünyadan koparan niteliğini göstermesi açısından önemli. Toplantıda sunulan bildiriler, Cem Eroğul’un büyük çaba ve emeğiyle kitaplaştırılır.

Bu kısa özet, Türkiye’de insan hakları eğitiminde Mülkiye’nin ve Bahri Hoca’nın derin izinin anlaşılabilmesi için yeterli olur sanıyorum. Aynı kürsüden Cem Eroğul’un insan hakları alanındaki çalışmaları, Fazıl Sağlam’ın özellikle Temel Hakların Sınırlanması ve Özü kitabı ve yıllar sonra AYM’ye bireysel başvuru (anayasa şikâyeti) konusundaki büyük katkısı, anayasaya komşu alandan Rona Aybay’ın kitap ve makaleleri, rahmetli hocam Yavuz Sabuncu’nun yine ‘bireysel başvuru’ konusundaki emeği, anılmadan geçilmemeli.

12 Eylül darbesi sonrasında yaşananlar malum; koyu faşizm, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na dayanarak gerçekleştirilen tasfiyeler... Bahri Hoca 7 Şubat 1983’te, üniversiteye ve Mülkiye’ye veda dersini hazırlarken kamu görevinden atılır. İlginç bir rastlantı, ben ve Kürsü arkadaşım Dinçer Demirkent de tam 34 yıl sonra aynı gün, 7 Şubat 2017 yılında atıldık. Bu durum Anayasa Kürsüsü’nün geleneklerine nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunun kanıtı kabul edilmeli! Hoca, 1997’de vefat edene dek bunun acısıyla, Cem Eroğul’un Bahri Savcı’dan aktardığı sözcüklerle, “insanın yüreğinde kalan bir ok gibi giderek daha çok kanayan ve acı veren bir üzüntü” içinde yaşar. Bahri Hoca’nın ardından Rona Aybay ve Cem Eroğul atılır, duruma tahammül edemeyen Fazıl Sağlam ise üniversiteden ayrılır.

Gelelim kitaba...

Yaşam Hakkı ve Boyutları başlıklı çalışmasını (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları: 449, İnsan hakları Merkezi Yayınları: 1) 1980’de yayınlar Bahri Hoca. Dolayısıyla bu klasik/öncü eser, o günün Türkiye ve dünyasının terminolojisi ile değerlendirilmeli, günümüz bakımından demode kabul edilebilecek bilgi ve yorumlar bu gözle okunmalı. Beni asıl ilgilendiren, Bahri Hoca’nın böyle bir konuyu yazma isteği, ele alma yöntemi, yaşam hakkına ve genel olarak temel haklara yaklaşımı.

Konuyu ele alma yöntemi, okuru soru sormaya ve tartışmaya sevk ediyor. “Bu budur, şu da şudur” keskinliğinden kaçınmaya çalışıp bunu çoğu zaman başaran, konuyu açarak ilerleyen ve kesin yargılara vardığı yerlerde dahi okuru o konuda düşünmeye sevk eden, satır arasında ve açıkça ‘kafa karışıklığına’ yönelten bir üslubu var. Dil konusundaki hassasiyeti ise çarpıcı. Bahri Savcı 1914 doğumlu, kişisel notlarını genellikle eski Türkçe (Osmanlıca) ile tuttuğunu biliyorum. Buna mukabil kitapta Türkçe sözcükler kullanmayı özellikle istediği, Türkçeyi amaçladığı açık ve bunu zarafetle yapıyor. Edilgenlik, yazın, istenç, öykünme gibi sözcük tercihleri var. Çocukluğunu I. Dünya Savaşı ve kuruluş yıllarında geçiren birinin yazım tercihi, dili de bir mücadele aracı kabul ettiğini gösteriyor.

Bahri Hoca, yaşam hakkının kuramsal anlam ve önemini anlatarak başlamış kitaba. Kolaylıkla kabul edilebileceği gibi, bir insanın hak ve özgürlüklerden yararlanabilmesi için, öncelikle yaşam hakkına sahip olması gerekir; eğer edebiyat dünyasından borç alırsam, tüm haklar yaşam hakkının paltosundan çıkar. Haliyle, öncelikle yaşam hakkının niteliği ve içeriğinin anlaşılması gerekir. Nedir yaşam hakkı; ölmemek, yalnızca nefes almak mı? Başına her ne gelirse gelsin, hangi koşullarda yaşıyor olursa olsun hayatta kalmak mıdır, yaşam? Yoksa, yaşamı insanca yaşanır hale getirmek için yapılması gerekenler, yaşam hakkı kapsamında mıdır? Kuşkusuz öyledir. Bahri Hoca diyor ki:

“Hukuksal açıdan söz konusu olan kişilik de, bu cevherin [insanın sahip olduğu-MS] her yönden gelişip, bireyin toplum içinde, insansal cevherin ‘öz’üne layık bir varlık halinde, ‘insan’ işlevlerini yerine getirmesine yönelik durumu deyimler. Bireyin, insansal cevherinin özüne layık insan işlevlerini yerine getirmesi; fiziksel, moral ve entelektüel yeteneklerinin (melekelerinin) gelişmesi ile olanak içine girebilir... Bundan, bireysel hak ve özgürlükler dizisi doğar... Bu cevherin, bu kişiliğin, belli başlı üç yönü olduğu görülür: Fiziksel ya da biyolojik yön, moralite yönü, entelektüel yönü...”

Devamında, insan hakları öğretisi ve anayasalarda yer alan temel hak ve özgürlüklere dair tüm değerlendirme ve vardığı sonuçları, söz konusu ‘temel savunu’ üzerine kuruyor Bahri Savcı. İnsanı diğer canlılardan ayıran ‘cevher’ ve o ‘özün’ dokunulmazlığı. Cevherin her bakımdan hak ettiği değeri bulabilmesi için yalnızca ‘kişi hakları’ değil, örneğin ‘sosyal hakların’ da öneminin altını çizip hakların devletlerin kullandığı egemenlik yetkisini de sınırladığını kabul eden ‘bütüncül’ bir yaklaşım geliştiriyor. Beden bütünlüğünü; bütünlüğü sağlayabilmek için yapılması gerekenleri; kişinin kendisinden, üçüncü kişilerden, toplum ve devletten, ideolojik saiklerle saldırılardan korunması gerekliliğini; kişilerin yaşamının ‘muhtelif’ son bulma hallerinin niteliğini (idam cezası, intihar, ötanazi, bilimsel müdahale ve deneyler, nefsi müdafaa, kolluğun müdahalesi, savaş gibi) yaşam hakkı bağlamında inceliyor ve sonunda kitabın püf noktası olan “devletin yaşatmacılık kuralına” varıyor Hoca: “Yaşam hakkı, özü –çekirdeği– ile kapsamı, kapsamları ‘aynı şey’ olan bir haktır. Onun karşısında, Devlet yalnızca, edilgen (pasif) kalmakla yetinemez. Önce, onun ortamını hazırlamakla yükümlüdür; sonra bekçiliğini yapmakla... Biz, buna ‘yaşatmacılık kuralı’ diyoruz.”

‘Yaşatmacılık kuralının’ devlete (insanın ana rahmine düşmesinden ölümüne dek) yüklediği görev ve sorumluluklar, Hoca’nın tüm anayasal hak ve özgürlükleri bir ‘başat değer/ilke’ çerçevesi içinde ele alabilmesine imkân tanıyor. Dolayısıyla, devletin görevi yalnızca ‘öldürme yasağı’ olmaktan çıkıyor. ‘İnsanî cevhere’, hakkı olan değeri vermesi gereken tüm devlet eylem ve işlemleri, başta anayasa olmak üzere hukuk kuralları, yargı kararları, hayli kapsamlı ‘yaşatmacılık kuralını’ göz önünde bulundurmak zorunda. Örneğin, insanı sefaletten ve gelecek kaygısından kurtaracak önlemlerin alınması, yaşatmacılık kuralının gereklerinden. Sözün özü, insanın değerini her şeyin üzerinde gören yaklaşım, çalışmanın omurgasını oluşturuyor. Bu bağlamda Hoca’nın, bugün artık farklı gözle bakılan ötanazi (gönüllü/onurlu ölüm) gibi uygulamaları doğru bulmadığını hatırlatmakta yarar var.

Ezcümle, insan hakları ve kamu hukuku alanında çalışan, ilgilenen herkesin Bahri Savcı’dan ve yaşam hakkına ilişkin çalışmasından haberdar olmasında yarar var.

Başlarken, okuyacağınızın yalnızca bir kitap yazısı değil, aynı zamanda Bahri Savcı ve Kürsü anması olacağını söylemiştim; vaadimi tam anlamıyla yerine getirebilmek için Bahri Hoca’yı kısacık bir iki hatırayla anarak bitirmek istiyorum.

Bizim Kürsü’de gelenek, yeni asistan olanı Kürsü’nün eski hocalarıyla tanıştırmak, kaynaştırmaktı. Asistanlık sınavını kazandıktan bir süre sonra İstanbul’da ‘aile arasında’ bir yemek düzenledi Cem Hoca. Bahri Hoca’yı ilk ve son görüşüm budur. Hoca çok konuşkan, sohbet açan biri değilmiş, hep duyardım. Ben de heyecandan konuşacak halde değildim. Hoca ile aynı masada, birbirimizle ne konuşacağımızı bilemeden oturduk akşam boyunca. Buna mukabil, birkaç kuşak akademisyenin büyük sevgi, saygı, hayranlık duyduğu ve onca insan üzerinde benzersiz etkisi olmuş bir hoca ile tanışıp bir akşam aynı masada bulunmaktan mutluluk duydum tabii. Nur içinde uyusun Bahri Hoca.

1997’de, vefatının ardından, Ankara’da bir anma toplantısı yapılmıştı. Oradaki iki konuşmacıyı ve konuşmalarını bugün gibi hatırlıyorum. Köy Enstitülü edebiyatçı Mahmut Makal, güzel üslubunca, “Memlekette prifisirler ve profosorlar vardır, Bahri Bey profosordu” demişti. Hocam Yavuz Sabuncu ise duygusal konuşmasının bir yerinde, Bahri Hoca ile sevgili eşi Sudiye Hanım’ı ayrı düşünmenin mümkün olmadığını ifade etmişti. Sudiye Hanım bu yıl 90 yaşında; sevdikleriyle sağlıklı, mutlu zamanlar geçirmesini dilerim.

Çok güzel, çalışkan ve dürüst insanlar, yalnızca temel eserler bırakıp yol göstermedi yaşamları boyunca, aynı zamanda bir gelenek inşa edip insan yetiştirdiler memlekete. Hatırlamak, hatırlatmak, değerlerini bilmek gerekir.

  

  

YAZARIN NOTU:

Bu yazının girişinde kullanılan, Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu üyelerinin 1961 Haziranı’nda hazırladıkları anayasa metnini imzaladıkları ve Bahri Savcı, Mümtaz Soysal ile Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun aynı karede yer aldığı fotoğrafı Bahri Hoca’nın çocukları göndermişti; ilk kez burada yayınlanıyor.