Mübeccel İzmirli’nin tek öykü kitabı Sabah Geçidi

"Mübeccel İzmirli ve öykü kişileri için anlama, 'gerçeği çözümleme', 'oluş gerçeğine inme' çabası esastır; kötüyü, kötülüğü anlatmakta bir sakınca yoktur bu yüzden; hatta olması gereken budur, tanımak, bilmek, anlamak için."

26 Mayıs 2022 20:30

 

Mübeccel İzmirli’nin tek öykü kitabı Sabah Geçidi 1967’de yayımlanmış. Yağmur Yıldırımay Bayrakçı, “‘Unutulmuş Bir Çağ Artığı’: Mübeccel İzmirli Üzerine Bir İnceleme” başlıklı ayrıntılı çalışmasında,[1] İzmirli’nin dergilerde öykü yayımlamaya 1963’te başladığını belirtiyor, kitapta yer alan “Koku” ile kitaba alınmayan “Aşk Mektupları” o yıl yayımlanmış. Yıldırımay Bayrakçı’nın makalesinden, “Sabah Geçidi” öyküsünün 1964’te, “Ölü Yargıçlar” ile “Gecenin Not Defterinden”in (bu öykü Varlık'ta "Orman Kebabı" başlığıyla yayınlanmış) 1966’da yayımlandığını öğreniyoruz.

Öykücülüğümüzde büyük bir kırılma yaratan 1950 kuşağından öykücülerin etkilerinin sürdüğü, büyük bölümünün ilk değilse de hemen sonraki kitaplarının yayımlandığı yıllar 1960’lar. Hatırlayalım: Leylâ Erbil’inHallaç’ı 1961, Gecede’si 1968 tarihlidir; Adnan Özyalçıner’in Panayır’ı ile Yusuf Atılgan’ın Bodur Minareden Öte’si 1960’ta yayımlanmıştır, keza Bilge Karasu’nun Troya’da Ölüm Vardı’sı da İzmirli’nin dergilerde ilk göründüğü 1963’te yayımlanmış. 1963, Demir Özlü’nün ikinci öykü kitabı Soluma’nın da yayımlandığı yıl. Özlü gibi ilk öykü kitabını 1950’lerin sonunda yayımlayan Ferit Edgü de ikinci kitabı Bozgun’u 1962’de yayımlamıştır. 1962 bir başka ilk öykü kitabının daha yayım yılı: Sevgi Soysal’ın Tutkulu Perçem’inin. 1960’ların ortalarında yayımlanan iki kitabı daha anayım. Sevim Burak’ın Yanık Saraylar’ı ve Necati Tosuner’in Özgürlük Masalı 1965 tarihlidir. (1965, Jale Özata Dirlikyapan’ın, dönem, etki ve anlayış olarak Vüs’at O. Bener’le birlikte Sait Faik’le 1950 kuşağı arasında değerlendirdiği[2] Nezihe Meriç’in üçüncü öykü kitabı Menekşeli Bilinç’in de yayımlandığı yıldır.) İzmirli’nin Sabah Geçidi’nin yayımlandığı 1967’yi takip eden yıllarda yayımlanan birkaç ilk öykü kitabı da şunlar: Selim İleri’nin Cumartesi Yalnızlığı 1968, Tomris Uyar’ın İpek ve Bakır’ı, Ayhan Bozfırat’ın İstasyon’u ve Füruzan’ın Parasız Yatılı’sı 1971’de yayımlanmıştır, bu silsileye 1972’de yayımlanan Selçuk Baran’ın Haziran’ını da eklemek mümkün.

Bu saydığım öykücülerin çağdaş öykücülüğümüzün en önemli isimleri olduklarını kimse inkâr etmez sanırım. Mübeccel İzmirli’nin isminin, öykü yazmayı ve yayımlamayı sürdürseydi, bu öykücülerle birlikte anılacağından hiç kuşkum yok. Ne yazık ki sürdürmedi ve ismi unutulmaya yüz tuttu. 2010’da Notos Kitap Sabah Geçidi’ni yeniden yayımlamasaydı sonraki kuşaklardan yazarların ve okurların onu tanıması belki de hiç mümkün olmayacaktı.[3] Yıldırımay Bayrakçı’nın yazısının başlığında “unutulmuş” sözcüğünün geçmesi boşuna değil.

Kuşkusuz her kitap ya da her yazar unutulmayacak diye bir şey yok, hep söylendiği üzere zaman en önemli, en güçlü eleştirmen ve yıllar geçtikçe vaktiyle çok popüler olmuş nice yazar unutulup gitti, gidiyor, gidecek. Beri yandan, unutulan kimi yazarlar da ölümlerinin ardından bir zaman sonra hayatlarında görmedikleri ilgiyi görebiliyorlar. Nahid Sırrı Örik mesela! Hatırlanmak gibi unutulmak da mutlak bir anlam taşımıyor. Peki, Mübeccel İzmirli neden unutulmamalı? Sabah Geçidi’ndeki öykülerin, birkaç açıdan yazıldığı dönem içerisinde çok özel bir yerde olduğu kanısındayım – hatta dönemini aşarak bu özel yerin bugün için de geçerli olduğu ileri sürülebilir pekâlâ. Öncelikle İzmirli’nin çok özel bir bakış açısı ve öykü dili var. Öykülerinde ele aldığı konuları, çok genel bir ifadeyle, kadın-erkek arasındaki ilişkiler şeklinde tanımlamak mümkünse de, bu bahiste odaklandığı noktaların bu meselenin daha önceleri üzerinde az durulmuş yönleri olduğu mutlaka eklenmeli.

Mübeccel İzmirli’nin öykülerindeki dil ve kurgu da klasik yapının hayli dışında, ötesinde. Afet Muhteremoğlu’na [Ilgaz] verdiği mülakatta[4] Sait Faik’ten bir alıntı yapıyor İzmirli:

“Şu halde Sait Faik’in deyişiyle ‘sanatçının iş ki söyleyecek bir şeyi bulunsun. Ve bunu en iyi biçimde söyleyebileceğini iyice bilsin, yeter.’”

Sabah Geçidi’ndeki öyküler, söyleyecek şeyleri olan ve onları ifade edebilmek için farklı, yeni ve yetkin biçimler arayan bir yazarın kaleminden çıkmıştır. Aynı mülakatta yapmak istediklerini şöyle ifade ediyor İzmirli:

“Yapmak istediğimin, yani, bütün yapılabilme olanakları dışında bir ‘alâmeti farika’ baskısında salt benim olacak gibi bir yeniden yaşanıp belirlenme ve yaratılma durumu. Aşağı yukarı her sanatçının gönlündeki aslan işte. […] Sonra da konulara ve olaylara kendi açımdan yeni bir yorum getirebilme. Bu arada, olabildiğince az işlenmiş ya da hiç el atılmamış sorunları inceleme kaygısından, başkalarına göre en anlamsız, değersiz gözüken durumlardan kendi dünyama uygun özler, imgeler, çağrışımlar, yeni biçimler çıkarıp genele uygulama. Eşyanın ve canlının oluş gerçeğine inerek bu arada… Bir fotoğraf alıcısı gibi evren kabuğu üstünde dolaşmadan insanın, nesneler ve olayların yer ve zaman kavramında içeriğini (bir bugün) anlamında tekrar tekrar araştırma. […] Klasik ilkeleri çağdaş sanatın özellik ve olanakları çerçevesinde yeniden düzenleyip yerel ve ulusal olandan kopmaksızın evrenseli tutturma çabası da var. Bütün bu değin kargaşanın arasında da ne olursa olsun ortak bir dünya diliyle konuşabilme özlemi.” (Vurgular eklenmiştir.)

Baştaki cümle biraz zorluyor, dizgi hatası olması çok muhtemel, bu cümlede ilk olarak üzerinde durulması gereken noktalar, “salt benim olacak gibi” ve “alametifarika” sözleri olmalı. Sabah Geçidi’ne bu noktadan baktığımızda, öykülerin gerek dilinin gerek kurgularının gerekse ele alınan konuların özgün olduğu, İzmirli’nin “alametifarikası” sayılabileceği rahatlıkla söylenebilir bence.

“Söylediği şey”den devam edelim. Kadınla erkeğin karşılaşma anları edebiyatın vazgeçilmez konularındandır. Edebiyatımızda bu bahis neredeyse öykü ve romanın yazılmaya başladığı ilk yıllardan itibaren aynı aile ortamında, diyelim bir konakta karşı karşıya gelen, birbirini görüp tanıyan, birbirlerinden etkilenen kişilerin hikâyeleri üzerinden ele alınmıştır. Cumhuriyet döneminde kadınla erkeğin kamusal alanda karşılaşmaya başlamasıyla yazılan hikâyelerde de olay örgüleri buralardaki karşılaşmalar üzerinden kurgulanmıştır. Kadınla erkeğin vapurda, tramvayda karşılaştığını, bakıştıklarını anlatan ne çok öykü yazılmıştır! Sadece tanışma anları değil, tanışmayıp uzaktan bakma, söylediklerinden yola çıkarak öbürünü tanıma çabası, uzaktan bakmakla yetinme ya da yetinmeme, vs. Daha çok erkek anlatıcının ağzından ya da onun zihnine çok yakın bir yerden anlatılan bu öykülerde kadınlar özne konumunda değillerdir, beğenilirler, hoşlanılırlar. Anlatılan da daha çok beğenme, hoşlanma, uzaktan vurulup âşık olma yahut anlayamama hikâyeleridir. Cinsellik söz konusuysa bile ancak ima edilir, adlı adınca pek anılmaz.

Daha önce Suat Derviş gibi tek tük örnekleri olsa da, esas itibariyle 1950 kuşağından itibaren kadın öykücüler kadınları bu karşılaşma anlarında özne olarak anlatmaya başlamışlardır, aynı zamanda bu karşılaşma anlarındaki hoşluklardan ziyade krizlerin ifade edilmeye başlaması da bu dönemden sonra artmıştır. İç dünyaların, iç dünyadaki kargaşaların, arzularla içselleştirilmiş toplumsal baskılar arasındaki çelişki ve çatışmalarının edebiyatta daha sık, daha derinlikli anlatılması da bu dönemde daha bir öne çıkmıştır. Kadının özne olarak belirmesinin yanında erkeğin de daha önce üzerine ışık düşürülmemiş yanları da anlatılmaya başlamıştır – romantik bir âşık olmanın yanı sıra çok zaman saldırgan olabilen, hâkimiyet kurmak ya da sürdürmek için kaba gücün yanında duygusal baskıyı yapmayı da çok iyi bilip uygulayan erkek kahramanlarla karşılaşmaya başlarız. Bunun bir versiyonu da evlenene kadar iyi kötü romantik bir âşık olup nikâhla beraber ataerkil rollere dönen adamların anlatıldığı hikâyelerdir. Nitekim bu dönemde daha çok, kendilerine bağımsız bir hayat kurabilecekleri beklentisiyle beraber oldukları (ya da daha sık olarak evlendikleri) erkeklerin birliktelikleri/evlilikleri içerisinde eşlerine annelerinin hayatlarından çok da farklı olmayan bir konumu layık görmelerinin yarattığı düş kırıklıklarına odaklanılmıştır – üstelik bağımsız olabilmek için bu kadınların çoğu ev dışında çalışmaya başlamışlardır, ne ki ev içlerindeki düzen çok değişmemiştir.

Mübeccel İzmirli bu halin öncesine ve sonrasına daha çok değinmiştir öykülerinde, yani birlikteliğin hemen öncesine, başlangıç anlarına ya da bitmiş bir birlikteliğin ardından kadının yaşadıklarına. Yağmur Yıldırımay Bayrakçı da şöyle özetliyor bu bahsi:

“Kadının erkeğin gözünde cinsel bir obje olarak konumlanışı, erkeğe duyulan sevginin hayal kırıklığıyla sonuçlanması gibi durumlar sıklıkla işlediği meseleler arasında olmuştur.”

Şunu da saptamak mümkün sanırım. İzmirli’nin öykülerindeki kadınlar arzularının farkındadırlar, onların duyduğu yakınlık arzusu cinsellikten kesinlikle yalıtık değildir, ama bununla sınırlı da değildir.

“Seçerek peşine takılıp başka hiçbir şey düşünmeden geldiği adama hiçbir şey düşünmeden de bırakabilirdi kendini ama, hoşlanmanın ve beğenmenin yanı sıra hem de saygı duyularak seçilmiş bir arkadaş olduğunu anlasaydı… Bu hak yani, gereğince verilseydi kendisine.” (s. 104)

Ne var ki karşılarındaki erkekler için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. İzmirli’nin öykü kişileri bunun sancısını derinden duyarlar. “Sodom-Gomore” öyküsünün anlatıcısı olan kadın, bir çiftin yaşadıklarına tanık olur. “Anlatıma sığmayan, dehşet dolu pis bir an”dır anlatılan, sevecen başlamış beraberliğin bir tanıdığın evinde baş başa kalınmış ilk gecesinde, kadının ürkekliği karşısında adam hoyratlaşır. Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmiyordur aslında, bunun altını çizer öykünün anlatıcısı. “Önce tapınılacak, sonra kutsal kitaptan ayet ayet okunacak bir bölüm gibi, rengine, kokusuna ve şiirine, tadına ağır ağır varılacak bütün bir nimet gibiydi bedeni kızın oysa.” Öykünün devamında anlatıcı kimi saptamalarını aktarır.

“Erkekler özellikle karşı cins ilişkilerinde, daha önce anlattığım olaylarda olduğu gibi ‘o doğal ve en insancıl gereksinme’lerine açık ve bilinçli ve insancıl bir yön verememişlerdi daha. […] Aşk öyküleri, kahramanlık öyküleri, özellikle (aman aman hem de nasıl heyecanlı başarılı) sonu gelmez yatak öyküleri ve güzellik, iyilik, yücelik masalları döşenip duruyorlardı da durmadan, gerçekten o erdem bilinciyle uzaktan yakından en ufak akrabalıkları olmadığının farkında bile değillerdi.” (s. 109)

“Sabah Geçidi” öyküsü anlatıcı kadının bir erkeğin önce bakışları ve sonrasında da konuşmaya başlayıp bir şeyler söylemesiyle nasıl rahatsız olduğunun anlatıldığı, anlatılacağı bir öykü gibi başlar. Bu noktada kadının iç dünyasını, duyduğu korku ve iğrenmeyi etkili biçimde verir Mübeccel İzmirli.

“Her tarafıma iğneler battı. Ağlamalar geldi içimden. […] Tebessümden gayri her şeye benzeyen gülmeler dolu dudaklarından birtakım diken diken olmalar, üşümeler insana geçen…” (s. 11)

İzmirli’nin bu öyküsü bir tanışma/tanışamama ya da taciz öyküsü olmaktan çok ötede yerlere varır devamında – maruz kaldıklarının anlatıcının iç dünyasında yarattığı karmaşa alabildiğine açık bir biçimde verilir. Öykü anlatı zamanında kalmaz, anlatıcı biri hemen her sabah yinelenen, öbürü de bir kere yaşanmış iki başka karşılaşmanın yaşandığı sabahları da hatırlayıp anlatır. Anlatı zamanında önüne çıkıp konuşmaya başlayan adam bir gömlek tüccarıdır, sabahları bakıştığı bir başka adam daha vardır, çok bilgi vermez, ama “yaratıcı” bir işi, “kalemi” olduğundan söz eder bu ikincinin; öyküde “öteki” diye anar onu. Gömlek tüccarı konuşmaya başladıktan sonra anlatıcının tepkilerinde bir değişiklik olur, başlangıçta iğrenmeye varan hisler içindeyken giderek onu dinlemek istediğini fark eder. Sebebinin az çok farkında gibidir: “‘Beğendiğim veya bilemiyorum, belki de bir şeyler duymaya başladığım’ diye tanımladığı adamı” aynı sabah kısa süre önce vaktiyle kendisini uluorta para vererek yalnız kalabilecekleri bir yere çağıran bir başka adamın yanında sohbet ederken görmüş ve altüst olmuştur. İşte bu altüst olmanın ardından çıkmıştır gömlek tüccarı karşısına, büsbütün karmaşa içine girmiştir anlatıcı. “Gömlek tüccarını dinlemeyi istemekle ötekini düşünmek arasında ne gibi bir bağlantı olabilir, anlamıyorum bunu” der. Tam olarak anlamasa da, iç dünyasında neler olup bittiğine dair bir şeyleri de seziyordur.

“Fakat şimdi dinlemem gerek bu eski yalanı. Frenk gömleğinin provasını… Benim için gümrükten çıkarılan… Hoşuma da gidiyor hani… Rahatlar gibiyim… Kimden, neden öç aldığımı bilmiyorum. Bir şeylere garezim var. ‘Zehir gibi acılıklar dolmalı içime. Düşmeli, doğrulmalı, yine düşmeli, yine doğrulmalıyım’ diye düşünüyorum. Bu sabah ben kötüyüm çünkü. İyi olmayan birçok şey var bende.” (s. 27)

İzmirli’nin “alametifarikası” olabileceğini savunduklarımdan ilki, bu duygu karmaşasının öyküde takip edilmesi, daha doğrusu hem öykünün anlatı zamanında, gömlekçiyle karşılaşma ve onu dinleme ânında, hem de aynı sabah ve daha önceki bir başka gün bir başka adamla karşılaşma ânındaki duyguların, sarsıntıların, sorgulamaların takip edilmesi. Apaçık adını koymadan, koyamadan, sorular sorarak, ama bir şeyleri saklamadan, misal, duyduğu “garezi” anlamaya çalışarak. Öykünün son cümlesinin “Anladım veya anlamadım…” olduğunu belirteyim!

İzmirli’nin öyküleri kadın-erkek ilişkileriyle sınırlı değil, toplumsal eşitsizliğin farklı hallerine de rastlarız öykülerinde. Kadınla erkeğin eşit algılanmaması hiç kuşkusuz çıkar karşımıza, ama sınıf ayrımından kaynaklanan eşitsizliği de es geçmez. “Ölü Yargıçlar” öyküsünde toplumsal değer yargılarının hiç adil olmayan tartıları çıkar sürekli karşımıza, farklı anlarda ama özünde adaletsizliği, eşitsizliği çoğaltan haliyle.

“Hiçbir zaman seçtiğiniz kefe sizden yana ağır basmıyordu nedense… Ve basmayacak gibiydi de… Kendiliğinden bir devinimle görünmeyen elin altında duran göz, görünmeyen sahipten yana eğilmeye başlıyordu durup dururken… […] İçinde bulunduğunuz çağ süresinin gerçeğiydi, artık esnekliği yiten bir düzenin donmuş kurallarından sadece birinin sonucuydu yaşadığınız bu olay.” (s. 43)

Aç kalmanın çok çarpıcı biçimde anlatıldığı bu öykü bir yandan anlatıcının hayatından kimi anlara odaklanırken bir yandan da eşitsizliklerin genel görünümlerine, terazinin eğiminin bozulduğu çeşitli anlara uzanır. Terazi sadece ekonomik meselelerde değil, duygusal hayatta da bozuktur, daha doğrusu tartıcı adil değildir, kefelerden birine asılıp duruyorlardır sürekli. “Sevdiğini değil de yalnızca sevgisini seven […] başkasında kendine tapan kişilikler” de payını alır bu öyküde. Beri yandan anlatıcı, “terazinin öbür kefesine zorla asılsa” kazanacağının farkındadır, ama şunu da iyi biliyordur: “Ben de yapabilirdim bunu,” der, “bir farkla ki yalnız, kendimde mutlaka bir şeyin eksileceğini biliyordum.”

İzmirli’nin öykülerinde söylediklerini “nasıl” söylediğine gelirsek… Sabah Geçidi’ndeki öykülerin diline, cümle yapılarına, sözdizimine, vs. yakından baktığımızda hayli özgün oldukları hemen dikkat çeker. Bildik kalıpları zorlayıp kıran, bazen eksiltili, bazen uzayıp giden, dolanan cümleler, şiir diline yakın, özellikle İkinci Yeni şairlerinden tanıdık gelecek söyleyişler… “Sevgi miydi boşluğundaki, acılığındaki o isimsiz tat?” Yahut “bir” sıfatının kullanımları: “Bir yetiştiriliş sakatlığı”, “Bir aldatıcı yazıp çizme eylemi”, “Bir ıslaklığın var severken, onu…”, “Kadının bir en yüce söz veriş gibi sevilmesi”, “Bir yerde zaman en kolay savdığımız geçit.” Bunların yanında, “yani” bağlacının açıkladıklarının başında değil sonunda kullanılmasının tercih edilmesi. Bir örnek: “Kulakları iyice yankılara tıkalı gibi, işitmesiz yani.” Şu üç cümleyi de mesela bir şiirin üç dizesi gibi okumak pekâlâ mümkün. “Uzak gözleri ilgisiz, yabanıl, katı. / Yahut bıkmıştı belki. / Nasır, nasır sıkıntılı ve bezgin.” (Kesme işaretlerini ben koydum. – BÇ) Benzer biçimde bir öykünün girişindeki bu üç cümleyi de: “Giderek kentin sağır kapılarına vardım sonra, günlerden bir gün… Uzaklarda… Artık başka havalarda, seslerde, kokularda…” Şiirin yanında öykülerin anlatımı kimi zaman denemeye de hayli yaklaşır. Düşünen, tartan, hem kendisini hem de dışarıda olup bitenleri anlamaya çalışan anlatıcıların birtakım gündelik olayları, bunların kendisindeki duygusal karşılıklarını aktarmakla insanlık hallerine dair tespitler yapmak arasında sıçrayarak dolaşan zihninin akışına tanık oluruz.

Afet Muhteremoğlu’na ne yapmak istediğini anlatırken vurguladığı iki nokta daha var İzmirli’nin. “Başkalarına göre en anlamsız, değersiz gözüken durumlardan kendi dünyama uygun özler, imgeler, çağrışımlar, yeni biçimler çıkarıp genele uygulama. Eşyanın ve canlının oluş gerçeğine inerek bu arada…” Öncelikle değersiz gözüken ve ilk önce kendi dünyasına uygun (ve ait) bir şeyleri yeni biçimler aracılığıyla genele dair bir hikâyeye dönüştürmek. Ama bence esas olarak peşinden söylediği: “Eşyanın ve canlının oluş gerçeğine inerek.” Anlattığı bireysel, tekil bir hikâyeden genele uygulanabilir bir yerlere varma çabasının, aynı zamanda “eşya ve canlı oluş gerçeğine” ilişkin bir şeyleri de görme, saptama imkânını ve ihtimalini barındırdığına vurgu yapıyor. Nitekim Muhteremoğlu’nun sözü İzmirli’nin öykülerinde eksik olduğunu düşündüğü bağışlayıcılık bahsine getirmesi üzerine söylediklerinde de, “önemsiz gözükenin” bünyesinde "canlı oluş gerçeğine” dair bir şeyler barındırdığı ve iyi anlatıldığında bunların belirebileceği iddiası da mevcut. 

“İnsanın bir önemli, yahut en büyük gerçeğidir çünkü ortaya konan. İnsan kötüdür çünkü. Ama umut kesilmemesi gereken en büyük tanrıdır da. Ve bence onu anlatan bu türde bir yazarlık eylemi her şeyden önce gerçeği çözümleyen bir dünya görüşüdür Afet Hanım. […] Bir belli estetik süzgeçte kişisel öfke, kızgınlık ve olumsuzluğundan olabildiğince arıtılıp sanata aktarılan her konu, anladığıma göre herhangi bir gölge ve kir taşımaz artık. […] Sanatı, kendi gerçeğini veren bir tanımlamada bir yeniden yaşama ve yapım olarak aldığımızda bilmem bana hak verebilir misiniz? Üstelik bu konuda benim bütün suçlama ve yakınmalarım, hep daha iyi bir dünya ve daha yüce insanın özleminden ses vermektir. […] Ben insanla bu biçim uğraşıyorum. Onsuz olamıyorum, evet. Onunla da yapamıyorum. Çünkü ben eksiğim ve onlar tamam değil. Şu halde olağan kavgam sürüp gidecek böyle.” (Vurgu eklenmiştir.)

Öykülerinde de görürüz, bağışlayıcılık, vs. değildir Mübeccel İzmirli ve öykü kişileri için anlama, “gerçeği çözümleme”, “oluş gerçeğine inme” çabası esastır; kötüyü, kötülüğü anlatmakta bir sakınca yoktur bu yüzden; hatta olması gereken budur, tanımak, bilmek, anlamak için. Nihai noktadaki yetersizliği, imkânsızlığı unutmadan, ama bunlara gözleri kapayıp yaralanmamak, sakatlanmamak uğruna yanılgılarla, avuntularla idare etmek de onun öykü kişilerinin yapabileceği şeyler değildir. Taşların en güvenilenlerden geldiğini, geleceğini tecrübe etmiştir – bunu öğrenmeyi göze almıştır.

Yazının başında Mübeccel İzmirli’nin öykülerini dergilerde ve kitap olarak yayımladığı 1960’lı yıllarda öykücülüğümüzde öne çıkan yapıtların özet bir dökümünü vermeye çalıştım. Sabah Geçidi, andığım kitapların yanında anılmayı hak eden bir yapıt. Ne yazık ki İzmirli bu kitabın ardından pek öykü yazmamış. (Yağmur Yıldırımay Bayrakçı, 1972 ve 1973’te Soyut’ta yayımlanmış sadece iki öyküsü olduğunu belirtiyor.) Mübeccel İzmirli’nin tek öykü kitabı Sabah Geçidi, edebiyatta benzeri pek olmayan, çok özel bir yazarın kaleminden çıkmış, öykücülüğümüzün üzerinde mutlak durulması, daha çok okunması ve tartışılması, incelenmesi gereken yapıtlarından biri.

 

NOTLAR: 


[1] Yağmur Yıldırımay Bayrakçı, “Unutulmuş bir çağ artığı: Mübeccel İzmirli üzerine bir inceleme”, TUDED 60 (2), 491-516. Yıldırımay Bayrakçı’nın Mübeccel İzmirli hakkındaki yüksek lisans tezine de YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi üzerinden ulaşmak mümkün. Tezinin eki olarak İzmirli’nin dergilerde kalmış öykülerine de yer vermiş Yağmur Yıldırımay Bayrakçı.

[2] Jale Özata Dirlikyapan, Kabuğunu Kıran Hikâye, Metis Yayınları, 2010, 196 s.

[3] Ben de İzmirli’nin kitabından bu sayede haberdar olmuş, Notos’un Şubat-Mart 2011 tarihli 26. sayısında kısa ve şimdi bana oldukça yetersiz görünen, “Böyle Bir Kazanç Beklemektense Yenilgiyi Seçmek” başlıklı bir yazı yayımlamıştım. Şuradan okunabilir.

[4] Afet Muhteremoğlu, “Mübeccel İzmirli ile”, Varlık, sayı: 709, 1 Ocak 1968.