Marcel Proust ve hatırlamanın burukluğu

"Bugün 21. yüzyılın mottosu olan, 'ânı yaşamak' deyimi bir yanılsamadan başka bir şey değildir. İnsan ânı yaşamaz, sadece hatırlayabilir. Hatırlayarak yaşayabilir."

05 Mayıs 2022 19:00

2019 yılında gazetelerde çıkan bir haber bütün edebiyatseverleri heyecanlandırdı. Haber başlıkları genelde şu minvaldeydi: Marcel Proust’un gizli tuttuğu ve fazlasıyla cüretkâr olan dokuz hikâyesi bu sonbaharda yayımlanacak. Elbette her yazarın basılmamış birçok metni vardır. Ancak Proust gibi yazdığı her şeyi hemen kamuya açmak isteyen bir yazarın, dahası, ölümünden sonra bütün metinleri didik didik edilen ve dünya edebiyatının en önemli yazarlarından kabul edilen bir kalemin kayıp öyküleri olabilir miydi?
2019 sonunda kitap Le Mystérieux Correspondant et autres nouvelles inédites (“Gizemli Muhabir ve diğer yayınlanmamış hikâyeler”) başlığı altında yayımlandığında herkes olabileceğini gördü. Proust’un yirmili yaşlarında yazdığı öykülerdi bunlar ve Kayıp Zamanın İzinde adlı başyapıtını müjdeliyorlardı adeta. Ancak bu öyküleri farklı kılan bir özellikleri daha vardı. Otobiyografik bir kalem olan yazarın ilk defa eşcinsellik temalı öykülerini okuyorduk. Proust cinsel kimliğini kamuya hiçbir zaman açmadı. Hatta bunu öne süren bir eleştirmenle düello yapacak kadar ileri gitti. Bereket, Puşkin’in başına geleni yaşamadı da, dünya edebiyatı bakış açımızı değiştiren eserler kazandı.

“Bambaşka koşularda tekrar karşılaşılan bir koku ya da tat, içimizde geçmişi bize rağmen uyandırır…” Marcel Proust gayri iradi hafızayı böyle anlatıyor. Bir madlen kurabiyenin çaya batırılmasıyla, unutulmuş yıllar, bahçeler, insanlar, tutkular, umutlar, bütün bir geçmiş adeta sabırlı bir ressamın küçük fırça darbeleriyle yavaş yavaş belirmeye başlıyor. Kayıp Zamanın İzinde’nin anlatıcısının madleni batırdığı çaydan aldığı yudumla, 1,2 milyon kelimeyi aşkın ve yedi ciltte toplanan, 20. yüzyılın en önemli yapıtlarından biri yazılıyor ya da hatırlanıyor.

Marcel Proust (oturan), Robert de Flers (solda) and Lucien Daudet (sağda). 1894.

Marcel Proust sadece Fransız edebiyatının değil, aynı zamanda dünya edebiyatının da en üslupçu yazarlarının başında gelir. Üslup onun tabiriyle süsleme ya da teknik bir mesele değildir, bizatihi bakışın, görmenin niteliğidir. Üslup yaratılan evrenin kendisidir. Ve bir sanatçının bize sunduğu haz, yepyeni bir evrenin okuyucuya vaat edilmesidir. Proust’un kahramanı bu vaadi hatırlayarak gerçekleştirir. Biz de onu okurken çok özel bir şey öğreniriz: Bugün 21. yüzyılın mottosu olan, “ânı yaşamak” deyimi bir yanılsamadan başka bir şey değildir. İnsan ânı yaşamaz, sadece hatırlayabilir. Hatırlayarak yaşayabilir.

Proust hayata imkânlar bakımından oldukça şanslı başlamıştır. Uluslararası üne sahip tıp profesörü bir babanın ve zengin bir borsacının kızı olan bir annenin çocuğudur. Bu sayede hayatı boyunca para kaygısı yaşamamıştır. 19. yüzyılın sonlarında, burjuva bir ailenin normal diye nitelendirebileceği bir meslek edinmek için en ufak bir istek duymamıştır. İlgi duyduğu tek şey edebiyattır. Bu durum toplumsal statüyü önemseyen babası için büyük bir düş kırıklığı olmuştur elbet. Ancak son nefesine kadar yanından ayrılmadığı annesi onu edebiyat çalışmalarında en çok destekleyen kişidir. Annesiyle psikoloji kuramcılarının fazlasıyla iştahını kabartacak bir ilişkisi olmuştur. Kelimenin tam anlamıyla bir anne kuzusudur.

Proust’un hayatında birkaç tane önemli kırılma vardır. İlk olarak, 10 yaşında geçirdiği astım krizi. Bu krizler sadece onu fiziksel olarak etkilemeyecek, aynı zamanda yaşamının son yıllarında tamamen münzevi bir hayatı tercih etmesinde de önemli bir etken olacaktır. Hastalığını muhtemelen olduğundan daha fazla büyütecektir.

Hayatındaki bir diğer kırılma, büyük bir sevgiyle bağlandığı, hem şoförü hem sekreteri olan Agostinelli’nin ölümüdür. Agostinelli kadın arkadaşıyla birlikte Proust’un evine taşınmıştır. Daha sonra Proust’u terk ederek Antibes’deki havacılık okuluna yazılır ve bir uçak kazasında ölür. Bu olay Proust’u derinden etkiler. Kayıp Zamanın İzinde’nin Albertine’i, Proust’un Agostinelli’ye duyduğu derin aşk sonucu doğmuştur.

Diğer önemli kırılma annesinin ölümüdür. Annesini kaybettikten sonra büyük eserini yazmaya başlamıştır.

Proust’un ve dünya edebiyatının başyapıtlarından olan Kayıp Zamanın İzinde’nin birinci cildi Swann’ların Tarafı 1913 yılında Grasset Yayınları’nca masrafları yazar tarafından karşılanarak basılmıştır. Daha önce bu romanı basmayı üç büyük yayıncı da (Fasquelle, Gallimard, Ollendorf) reddetmiştir. Ollendorf’un editörü, “Uyumaya çalışan bir adamın yatakta debelenip durmasını otuz sayfa boyunca anlatmanın anlamı nedir?” diye soracaktır. Fasquelle Yayınevi’nden romanı okuyan editör de kitabı ıstıraplar içinde bitirdiğini ama sonunda gerçekten de metnin derdinin ne olduğunu anlamadığını söyleyecektir. Roman ilk başlarda beklendiği gibi, ilgi görmez. Hakkında birkaç yazı çıkar sadece. Bu yazıları da Proust para karşılığı kendisi yazdırtmıştır.

Swann’ların Tarafı üç bölümden oluşmaktadır. “Combray” başlığını taşıyan ilk bölümde kahramanın küçük bir taşra kentindeki çocukluk anıları bizi karşılar. Gezintileri, düşleri, ailesi, okuduğu kitaplar, çiçeklere olan tutkusu, komşuları uzun uzun anlatılır. Swann’ların tarafı kahramanın büyükleriyle birlikte çıktığı gezintilerde izlediği yollardan biridir. Karşıt yöndeki yol ise Guermantes’ların tarafına gider. İkinci bölüm olan “Swann’ın  Bir Aşkı”nda, Swann ile hafifmeşrep bir kadın olan Odette’in aşkını, akıllı bir kadının bir erkeği nasıl da parmağında hünerle oynattığını okuruz. Bu bölümde burjuva dünyası, sanatçılar, zengin züppeler alaycı bir dille betimlenir. Paris’in sosyete hayatının yavanlığıyla, anlamsız dertleriyle, tuhaf çekişmeleriyle tatlı tatlı dalgasını geçer yazar. “Memleket İsimleri” adlı üçüncü bölümde ise merkezde Paris vardır. Anlatıcının gidip görmek istediği kentleri öğreniriz. Çocukluk anılarına Proust’un verdiği önem bu pasajlarda açıkça görülür. Buradaki betimlemeler son derce gerçekçidir; çocukluk tutkuları ve arzularının pek de saf olmadıklarının altı çizilir. Çocukluk düşlerine verilen bu önem çoğu eleştirmence Proust’un Freud’a yaklaştığı noktadır.

Proust düşlediği ve hak ettiği başarıyı Kayıp Zamanın İzinde’nin ikinci cildi olan Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde romanıyla yakalar. 1919 yılında yayımlanan kitap Goncourt Ödülü’nü kazanır. Böylece eleştirmenler tarafından romancılığının değeri vurgulanırken, geniş bir okur kitlesi de kitaplarına ilgi göstermeye başlar. Bu kitapta anlatıcı Odette’e olan tutkusunu dile getirirken yeni kişiler de sahneye çıkar. Sayfalarca anlatıcının güzellik, gerçeklik ve sanat üzerine olan düşüncelerini okuruz. Ve pek tabii bu kitapta anlatıcının büyük aşkı Albertine’le de tanışırız. Fransa’nın Normandiya bölgesinde, deniz kıyısında küçük bir tatil kasabası olan Balbec’te Albertine ve güzel arkadaşları hikâyeye katılır. Bu sayfalar sadece bu cildin değil, serinin de en etkileyici kısımlarıdır. Deniz kıyısındaki gezintiler, kumsaldaki şemsiyeler, genç kızların güzelliklerinin betimlenmesi renkli ve şiirsel bir havada anlatılır. Proust’un uzun uzun anlattığı aşk, arzu, yoksunluk duyguları, arzulanan aşk nesnesinin sürekli kendini gizlemesi gibi konular akla kaçınılmaz biçimde Lacan’ı getirmektedir. Proust bunları yazdığında henüz 17 yaşında olan Lacan ne kadar ondan etkilenmiştir, bilinmez. Ancak Proust edebiyatta modernizmin en önemli yansımasını, büyük oranda resim sanatından (izlenimcilik) etkilenerek son derece başarılı bir biçimde kullanan yazarların başında gelmektedir. Her şeyi adeta bir sis bulutunun arkasından anlatır. Görünen şeyi belirleyen o şeyin özellikleri değil, bakan gözün ona atfettiği değerdir. Kişilerin betimlenmesi tam ve kesin değildir, onlar anlatıcının izlenimlerinin toplamıdır. Albertine bu yüzden anlatıcıya her defasında değişik görünür. Anlatıcının duygu durumu Albertine’in görünüşünü de etkilemektedir.

1874 yılı; Claude Monet’nin İzlenim: Gün Doğumu adlı tablosu Paris’te sergilenir. Proust henüz 3 yaşındadır. Bu sergi her yıl düzenlenen ve Salon diye anılan sanat ürünlerinin toplu sergisinin dışında kalan eserlerden oluşmaktadır. Monet bu tablosunda Le Havre limanını alışılmış resim anlayışının çok dışında resmeder. Resme bakanlar limanı yoğun bir sis tabakasının ve tuhaf fırça darbelerinin ardından görür. Bir endüstri limanının genel hatları vardır, ancak her şey bulanıktır. Hayalet gemiler, silik bacalar, dumansı binalar…
Ressamın derdi ayrıntılardan çok kompozisyonun genel havasıdır. Serginin ardından yazılan eleştiriler bu tabloyla ve ona benzeyen çalışmalarla alay etmektedir. Resimlerdeki bitmemişlik duygusu ve baştan savma fırça darbeleri eleştirilmektedir. Ama iki yıl içinde bu tarz resim anlayışı Monet’nin tablosunun adıyla anılmaya başlar ve sadece resim sanatında değil, yazın alanında da köklü bir dönüşüme yol açar. Artık fırçayı tutan el, ona bakan gözün ötesine seslenmektedir. Hiçbir resim gerçekliği bütünüyle anlatamamaktadır, sadece gerçeğin bir yönünü, onun izlenimini verebilmektedir. Gerçek ele avuca sığmayan bir idealdir. Proust işte bu gerçeğin farklı bir anlatımının peşindedir.

Guermantes Tarafı 1920 ve 1921’de iki cilt olarak yayımlanır. Bu sefer merkezde burjuvalar değil, aristokratlar vardır. Anlatıcının uzaktan düşlediği ve gözünde sürekli büyüttüğü aristokrat yaşam biçimi, onun Guermantes’lerin salonuna kabul edilmesinden sonra yavaş yavaş değerini kaybeder. Bu çevrenin bencilliği, havailiği, zevksizliği anlatıcı için büyük hayal kırıklığıdır. Bu cildin diğer bir önemli tarafı, anlatıcının büyükannesinin ölümüdür. Büyükannenin hastalığının ve acı çekişinin betimlendiği sayfalar son derece çarpıcıdır. Büyükannenin ölümü, anlatıcının çocukluğunun da ölümüdür. Bir sayfa kapanmıştır.

Sodom ve Gomorra iki kitap olarak yine 1920 ve 1921 yılında yayımlanır ve kabul etmek gerekir ki, serinin en cesur cildidir. “Yıldırımdan kurtulan Sodom sakinlerinin torunları olan kadın ve erkeklerin ilk ortaya çıkışı” alt başlığıyla açılır roman. Eşcinsellerin yaşantıları, aristokratların ikiyüzlülüğü, anlamsız salon toplantıları, söylenen yalanlar, düş kırıklıkları, yaşanan aşklar, yaşanamayan ancak betimlenen aşklar anlatılır uzun uzun. Bir günahkârlar toplumu resmi çizer anlatıcı. Proust’un döneminde en çok tartışılan ve kıyasıya eleştirilen kitabıdır Sodom ve Gomorra. Özellikle eşcinsellik üstünde fazlasıyla durması ve karakterlerini cinsel kimlik üstünden sapkın kişiler olarak göstermesi çok sert tepkiler almıştır.

Serinin beşinci cildi Mahpus 1923 yılında, yazarın ölümünden sonra yayımlanır. Proust’un tam olarak gözden geçiremediği bu metin anlatıcının Albertine’le olan ilişkisine odaklanır. Albertine anlatıcının evine taşınmıştır, bir anlamda sevgilisinin tutsağı haline dönüşmüştür. Ancak anlatıcı onun sevgisinden ve sadakatinden kuşku duymaktadır. Sürekli tutsak aldığı kadına baskı yapmakta, onun sevgisini ve cinsel eğilimlerini sorgulamaktadır. Kendisi de Albertine’den emin olamadıkça büyük acılar veren kıskançlık krizleri geçirmektedir.

Altıncı cilt Albertine Kayıp 1925 yılında yayımlanır. Mahpus’ta anlatıcının evinden kaçan Albertine bir türlü bulunamaz. Bir süre sonra da attan düşerek öldüğü haberi gelir. Bu haber anlatıcının onunla ilgili anılarını acı içinde tekrar tekrar hatırlamasına yol açar. Anlatıcı sonunda Albertine’in eşcinsel ilişkiler yaşadığını da öğrenir. Çevresindeki mutlu görünen evliliklerin çatırdadığına şahit olur.

1925’te yedinci ve son cilt Yakalanan Zaman da yayımlanır. Bu kitap Kayıp Zamanın İzinde’nin çözüm bölümüdür. Proust’un el yazmalarına bakıldığında ilginç olan, onun bu çözüm sayfalarını daha romanın ilk sayfalarından itibaren yazmaya başladığıdır. Bu sonuncu kitap anlatıcının daha önceki görüşlerinin altüst oluşunu anlatır. Önce kendisinde bir yazarlık yeteneğinin bulunmadığına karar verir. Sonra bir sağlık yurduna yatar ve burada zamanın insanlar üzerindeki yıkıcı etkisini gözlemler. Bir davette daha önceki yıllarda hayran olduğu kişilerin nasıl da değiştiklerini, herkesin ve pek tabii kendisinin de yaşlandığını kederle fark eder. Ardından bir kez daha yazmak istediği romanı yazabileceğini düşünür. Belleğindeki hazineleri, biriktirdiği insanları ve duyguları ancak yazarak zamana karşı koruyabileceğini anlar. Gözünde ziyadesiyle büyüttüğü burjuva ve aristokrat hayatının anlamsızlığını, aşkın geçiciliğini ve acı verici yüzünü görmüştür. Elinde kalan gerçek teselli sanattır. Uçucu zamanı sanat yapıtına dönüştürecektir.

Kitabına verdiği başlıktan da anlaşılacağı gibi, Proust’un ana teması da, ana derdi de zaman’dır. Kayıp Zamanın İzinde’nin birinci cildi Swann’ların Tarafı yayımlanmadan hemen önce yazdığı bir makalede “Roman sadece düzlem psikolojisi değil, bunun yanında zaman psikolojisidir” diye yazacaktır. Zamanın görünmez özünü ayıklamaya, soyutlamaya çalışmıştır. Proust’un psikolojik zamanı lineer bir geçişi değil, bir noktada döngüsel bir ilerleyişi de temsil eder. İlk kitapta soylu Swann ile kibar fahişe Odette’in evliliği, son kitapta soylu bir Guermantes olan Robert de Saint-Loup ile Swann ve Odette’in kızı Gilbert’in evlenmesi, sadece zamanın değil, aşkın psikolojisi hakkında da çok şey söylemektedir.

Kitaplara, resme, müziğe, kısacası sanata ve yaratmaya, görmeye ve anlamaya tutkulu bir yazardır Proust. Beğendiği bir kitaba ya da resme farklı zamanlarda, farklı ruh halleriyle yaklaşmayı sevmiştir. Bir sanat yapıtının gücünün onu yaratandan değil, ona bakan gözden geldiğini bilmiştir hep. Dönemin dergilerine irili ufaklı birçok yazı yazmıştır. Bir yazar, ressam ya da beste hakkında… Bu yazıların daha derinlikli, oyunbaz biçimleri büyük yapıtında da kimi zaman isim, kimi zaman şekil değiştirerek yer almıştır. Kanıksanmış bir görüntüye, duyguya ya da esere çok farklı bir yerden yaklaşmayı başarmıştır hep.

1922 yılında L’Intransigeant adlı, Paris’te çıkan bir gazete okuyucularına provokatif bir soru sorar. Hayalî bir bilim adamının iddiasını manşetlerine taşıyıp dünyanın sonunun yaklaştığını duyurur ve okuyucularından son anlarını nasıl geçirmek istediklerini kendilerine yazmalarını ister. Ünlü insanların bu felaket sorusuna verdikleri yanıtlar gazetede gün gün yayımlanmaya başlar. Örneğin dönemin ünlü edebiyatçısı Henry Bordeaux, böyle bir felaket haberinin, insanların büyük bir bölümünü ya en yakın kiliseye ya da en yakın yatak odasına sürükleyeceğini iddia eder. Ancak kendisi pek tabii böyle bir şey yapmayacaktır. Onun tercihi dağa tırmanmak ve doğayla son kez iç içe olmaktır. Daha karamsar yanıtlar da gelir gazeteye. Son demek kaos demektir. İnsanlar mutlu olacakları şeyleri yapmayacak, bunun yerine yağma baş gösterecektir. Kimisi tasasızca golf oynayacağını yazar, kimisi briç.

Marcel Proust ailesiyle tatilde, 1892.

Proust da gazeteye kendi yanıtını gönderir. “Ölüme çok yakın olsaydık hayat gözümüze birdenbire harikulade görünürdü herhalde” diye yazar. “Düşünün, hayat bizden neleri esirgiyor; projeler, yolculuklar, aşk ilişkileri, yapacağımız çalışmalar, hepsi gelecek günlerden emin olmanın verdiği tembellikle bulanıklaşıyor, sürekli erteleniyor” diye de ekler. Kendisi yolculuk yapmaktan, sanat galerilerine gitmekten bahseder. Ancak bu yanıtı verdiği sırada on yılı aşkın bir süredir, hastalanma korkusuyla odasından pek çıkmadan sadece yazmaktadır. Tam bir münzevi hayatı yaşamaktadır. Proust böylesi bir felaketin geleceğini bilseydi gerçekten bir geziye çıkar mıydı, bilinmez. Ancak bu yanıtı verdikten bir ay sonra zatürreeden ölecektir. Tüm hayatı nefes darlığı çekerek geçmiştir zaten. Ölümüyle de bir anlamda kişisel sağlık hikâyesine ait bir döngüyü tamamlamış olur.

Kayıp Zamanın İzinde, tıpkı bütün büyük eserler gibi, okuyan açısından bir çeşit yaşam kullanma kılavuzu işlevi görebilir. Sevgilimizin birdenbire bizi niye bırakıp gittiğini, çok istediğimiz o yemeğe neden çağrılmadığımızı, uykunun bizi niye durduk yere terk ettiğini ya da neden arkadaşlarımız gibi sağlıklı bir insan olamadığımızın yanıtlarını o büyük kelime denizi içinde kulaç attıkça bulabiliriz. Hayatın sadece bizim için değil, herkes için zor olduğunu, aslında hepimizin aynı şeyi aradığını ve onu bulamadıkça kahrolduğunu anlarız.

Marcel Proust’u okumak sanırım hâlâ birçok okuyucu için özel bir besteyi ilk defa dinlemek, bilindik bir tablodaki gizli bir detayı fark etmek ya da güneşin altında yeni bir şeyin olmadığı bugünün dünyasında bile tuhaf bir el yazmasını ilk defa keşfetmek gibi bir duygu. Ancak tuhaf bir şekilde tanıdık da bir duygu. Bir yerlerden hatırladığımız bir duygu. Buruk bir duygu…

 

GİRİŞ RESMİ:

Proust'un Jacques-Émile Blanche tarafından yapılmış portresi. 1891