Maradonaaa – aah... ah!

"Maradona, oyunculuk ve teknik direktörlük kariyerinin büyük kısmında, bozgun yönetti. Kendi bozgununu... Başarısı, tartışılır. Ama denedi, hem de defalarca. Sezai Karakoç’un Yahya Kemal için söylediği gibi, durmadan 'bozgunda fetih düşü' kurdu. Maradona’nın ethos’u, budur."

27 Kasım 2020 15:27

Diego Armando Maradona. İsmi bu dizelerden oluşan Arjantinli potuk, futbolun endam ve cüsse işi olmadığının timsaliydi.

Muhtelif “gelmiş geçmiş en büyük futbolcu” sıralamalarında, genellikle ilk üçün dışına düşmez Maradona. İlk üçteki rakipleri Pele, Cruyff, Messi, Christiano Ronaldo oluyor. Kısa listede onun dışında Beckenbauer olur, Zidane olur, George Best olur. (Kimilerine göre, bilirsiniz: Pele good, Maradona better, George Best. Pele iyi, Maradona daha iyi, George en iyisi.) Di Stefano, Puskaş, Yaşin gibi televizyon çağı öncesi yıldızlar da listeye katılır bazen.

Sözü uzatmayayım ama benim gönlümün kısa listesinde Kazimierz Deyna, Eric Cantona ve Dejan Saviçeviç de yer alıyor.

Neye göre ölçülüyor “en büyük”? Sahadaki hünerler, oyun zekâsı, karakter, karizma, istikrar, somut başarılar… Bu kategorilerin çoğunda, Maradona’nın eline su dökülmez. Eksiğini görenler, kupasının madalyasının falan nispeten az olmasına burun kıvırırlar, bir de istikrarsız olmasına. İstikrarsızlığın nedeni olarak da, uyuşturucu bağımlılığı, dellenmelleri, “uygunsuzlukları” gündeme gelir.

“Futbol sadece futbol değildir” ölçülerini devreye sokacak olursak ama, tam da o “uygunsuzluklar,” Maradona’yı uzak ara dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu yapıyor! Milyonlarca insanın futbola yaptığı duygusal yatırımın esrarları üzerine düşünürken, Maradona’dan daha büyük bir büyüteç olur mu? “Futbol sadece futbol değildir” lafının anlamını anlatmak için, Maradona’nınkinden daha görkemli ve ürpertili bir hikâye olabilir mi? Futbolun birkaç on yıldır halı saha altına süpürülen avam yüzünü, Maradona kadar açık seçik kim hatırlar ve hatırlatır? Futbolun mitoslarına ve romantizmine düşkün olanlar için, Maradona’dan alâsı bulunur mu? Son söyleşilerinden birinde ne demiş kendisi için: “Ben, son romantiğim!”

İkbal ve idbar

“En büyük” adaylarının kısa listesindekilerin hepsi, ulusal takımlar dışında büyük başarılarını hep oynadıkları liglerin en şanlı kulüplerinde kazandılar. Tek istisna Maradona’dır. Onun yıldızının zirveye yükseldiği kulüp, SSC Napoli’ydi. İtalya’nın oligarşik kulüplerinden birisi değil. Yoksul Güney’in köylü, hırbo, “kriminal” diye damgalanmış metropolünün kulübü. 1930’a uzanan tarihi boyunca güneyden sadece bir takımın (Cagliari, 1970) birinci gelebildiği bu ligde Napoli, 1987 ve 1990’da Maradona’yla şampiyon oldu. Şampiyonluğu zaten rutin haline getirmemiş bir kulübe o sarhoşluğu tattırmayı başarmış başka bir “büyük” yoktur.

“Futbol verir de alır da.” Maradona’nın bir başka hikmetli sözü. Küre-i arzın gelmiş geçmiş en büyük futbolcu adayları listesinde, futbolun kendisinden fazla bir şey aldığı kimseyi bulamazsınız. Onlarınki ikbal hikâyeleridir. Tek istisnası, alkol ve sefahatin perişan ettiği George Best – bir de zaten sırf benim listemde ağırlanan Deyna. Diğerlerininki, namütenahi başarı hikâyesi. Maradona, ikbali de idbarı da görmüştür. İşleri ters gitmiş, belaya batmıştır…

Muzaffer bir generale, artık adı Napolyon’larla birlikte anılacak büyük komutanlar arasına girdiğini söylemişler, “ben o seviyede değilim,” demiş; “çünkü hiç ric’ate komuta etmedim.” Askeriyede “büyük komutanlığı”, zaferlerin yanında ric’at tecrübesiyle tartarlar. Geri çekilmek, bozgunu yönetmek, büyük maharettir. Maradona’dan başka hiçbir adayımızda yok o tecrübe. Maradona, oyunculuk ve teknik direktörlük kariyerinin büyük kısmında, bozgun yönetti. Kendi bozgununu... Başarısı, tartışılır. Ama denedi, hem de defalarca. Sezai Karakoç’un Yahya Kemal için söylediği gibi, durmadan “bozgunda fetih düşü” kurdu. Maradona’nın ethos’u, budur.

Futbolculuğunda Barcelona başarısızlığından sonra Napoli’nin katına indiği gibi, teknik direktörlüğünde de 2010’da Arjantin ulusal takımından ayrıldıktan sonra, Birleşik Arap Emirlikleri’nde birtakım nevzuhur takımlar çalıştırdı. Öldüğünde, halen Arjantin üst liginde küme düşmemeye oynayan mütevazı Gimnasia y Esgrima La Plata kulübünün (La Plata Eskrim ve Jimnastik Kulübü) teknik direktörü idi. Öncesinde, bir yıl boyunca Meksika 2. liginde teknik direktörlük yapmıştı.

Tabii, futbol endüstrisinin gözünden düşmüş, devri geçmiş sayıldığı zamanlarda kendine bir sahne bulma imkânı onu gönülden razı ediyordu bu “düşük” seçeneklere. Ama onun sahne arzusu, gerçekten iki kalas bir heveslikti; hiç erinmeden çadır tiyatrosunda da “çıkardı,” yani. Bu delice tutku da, diğer “en büyük” adayları arasında onu öne çıkarmıyor mu?

Sahne arzusunda, elbette futbol aşkı yanında, narsisizmini okşatma ihtiyacı da rol oynuyordu. Dünyanın santra noktasında hep kendisinin durduğundan emin konuşurdu hep… Basında hakkında çıkan haberler hakkında bir soruya ne cevap vermiş: “Maradona’dan bahsetmeyecekler de Trump’tan mı bahsedecekler?” O performatif kibrinin kolayca dönüp yedek kulübesinin yolunu tutabildiğini de biliyoruz ama. Göğsünü şişirip tepeden tepeden bakarken, anında mahzunlaşabildiğini. Büyüklenmeci narsisist görünümlü bir kırılgan narsisistti gibi geliyor bana.

16+’lık belgeselindeki Maradona

2018/2019 sezonunda Meksika 2. Ligindeki Dorados de Sinaloa takımının teknik direktörü olarak geçirdiği yılın hikâyesini anlatan yedi bölümlük bir belgesel dizi var: Maradona Meksika’da. Maradona’nın bir “futbol sadece futbol değildir” ikonu olduğunu, orada görebilirsiniz. (İkon demişken, Maradona adına kilise var – onu ilâh bilen kilise yani: “İkonlar, tapınılan adamlar,” Tanıl Bora, Kârhanede Romantizm içinde, İletişim Yayınları 2016 (3. baskı), s. 101-104)

Santa Maradona kilisesinin duvarlarından biri.

Yoksul mahallelerden, köylerden gelen futbolcular, gözleri ışıl ışıl, “bizim gibi” diyorlar onun hakkında. Maradona da “Dorados’ta kendim gibi insanlar buldum,” diyor. Ayrılırken, “kimse bana bu kadar saygı duymamıştı,” diyor. “Beni tekrar hayata döndürdüğünüz için teşekkür ederim,” diyor. Kırılgan narsisist demiyoruz boşuna.

Oyuncuları hakkında ve onların yüzlerine asla kötü bir şey söylemiyor. İlk antrenmandan sonra, “hepsi normal oyuncular,” demiş nezaketle, hiçbirinin özel bir kabiliyeti yok, manâsına. Ama onlarla, sanki her biri bir futbol ilâhıymış gibi konuşuyor. Kaybedilen finallerden sonra hepsini tek tek teselli ediyor.

Sivilde de eşofmanla da, hep rüküş. Bacağında badi, tuhaf desenli tişörtler. Ağrıları var, iki dizinde kireçlenme, fıtık. Sünnet çocuğu gibi, yengeç adımlarıyla yürüyor. Cezalı olarak tribünde oturduğu bir maçın son dakikalarına dayanamayıp dışarı çıkmış, beklerken “acı çekiyorum, her zaman olduğu gibi,” diyor. Bu seferki, manevî acı. Hep acı çekme hissi de, kırılgan narsisizmin alâmeti.

Rakip teknik direktörle dalaşıyor. “Ben kaç maça çıktım biliyor musun? Sen kimsin? Sokakta dönüp suratına bakmazlar o.ç.!” diye saydırıyor arkasından. Sonra onaylarına muhtaç gibi, oyuncularına anlatıyor bunları, şerefsize şöyle dedim, böyle dedim… Tel örgünün arkasında yığılmış yeni yetmelere imza verirken “Diego diye bağırırsanız s..tirip giderim!” diye parlıyor bir ara – ”Maradona” demeleri lâzımmış. Ama birçok zaman da hiç takılmıyor Diego denmesine.

Soyunma odasının, onun için saha kadar önemli bir sahne olduğunu görüyoruz. Motivasyon konuşmalarının her biri, bir performans. “Çıkın oynayın! Futbol oynayın!” Bazen gözlerini kısıyor, trans havasında. Bazen, vaaz verir gibi konuşuyor. Galibiyet sonrası kutlamalarda, bir yandan da kendi kendinin kutlamasını yapıyor, Diego Armando Maradona’nın. Adına yazılmış şarkıya katılıyor: “Maradona’yla ele ele, gidiyoruz şampiyonluğa…” Kıvırta kıvırta, bazen dili ağzının kıyısında, dans ediyor oyuncularıyla, zıp zıp hora tepiyor. Finali kaybettikten sonra “sakın ağlamayın” diyor, konuştukça hüzün basıyor, kendi ağlıyor.

“Bugün neden galip gelmek istiyorum biliyor musunuz?” diye soruyor finalden önce: “Çünkü mutluluktan sarhoş olmak istiyorum.” Napoli’yi şampiyon yaptığında şehrin “basit insanlarının” coşkuyla söylediği halk şarkısının (Napoliten, dedikleri şu şarkılardan biri) sözleri gibi: “Yarın yine borçlarım olacak ama bu gece ben bir kralım.” Meksika ikinci kümesinde atılan bir golün sevincini, Dünya Kupası finali şiddetinde yaşayan bir adam, Maradona.

Dizinin seyirci sınıflandırması 16+ kategorisinde. Bir futbol dizisinde niye böyle bir kısıt? “Kaba dil” uyarısı var. Maradona, amk’yı noktalı virgül niyetine kullananlardan çünkü. Büyük boy bir mikrofonu gösterip, “ya benimki böyle olsaydı!” diye şakalaşıyor etrafındakilerle. Takımıyla “çok taşaklı bir takımımız var… Adamlardan taşak akıyor” diye övünüyor. Ekrandan maç izlerken, rakiplerine saydırıyor: “tuttular s.ki,” “koyacağız o… çocukları.”

Maradona’nın hususi argosu değil ki bu – o âlem öyle zaten. Rakip taraftarlar koro halinde “Y.r.ğımı ye Maradona” diye bağırıyorlar. “Bilet aldıklarına göre uzaktan bağırmaya haklara var,” diye yorumluyor bunu: “Ama çok yaklaşırlarsa dişleri dökülebilir.” Kaybedilen finalden sonra ellerinde kayıt yapan cep telefonlarıyla o tezahüratı yüzüne yüzüne haykıranlara saldırıyor nitekim, zor engelliyorlar.

Adil oyun?

Maradona, hep maçoydu. Karikatür sivriliğinde maço. Hep avamdı. Pele’nin mesela, en avam hareketi, diş macunu reklamına çıkmasıydı herhalde. Maradona’nınkini seçmek zor. Kesinlikle “siyasî doğruculuğa” uygun biri değil.

“Adil oyun”? Maradona o düsturun kampanyasına da uygun biri değil. İki yıl kadar önce Socrates’te yazmıştım, 1986 Dünya Kupası’nda elle attığı gol, –tabii İngiltere medyasında– futbol tarihinin “en kötü şöhretli”, “en pespaye”, “en küstah” elle oynama aksiyonu diye anılıyor. Maradona’nın “tanrının eli” diye takdis ettiği bu meşhur golü, –4 dakika sonra fenomenal slalom golüyle takviye etmişti– o meydan okuyuşuyla, başka hiçbir “hilecinin” muktedir olamayacağı bir şekilde futbolda hilenin “anlamı” üzerine düşündürtmüştür erbabını. Futbol edibi ve filozofu Simon Critchley, mesela (ki İngilizdir!), Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz? (Çev.  Oğuz Tecimen, Metis Yayınları, 2018) kitabında, bu golü hürmetle yâd ederken, hilenin hikmeti üzerine düşünmeyi önerir: “Kuralların nasıl eğilip büküldüğünü, nasıl kopma noktasına kadar sündürüldüğünü izlemenin de ayrı bir keyfi var.” Oyunsa, bu da oyunun bir parçası olabilir, demeye getirir.

Kâinatın ezel-ebed en büyük futbolcuları aday listesindekilerden bir tek Zidane’ın “fair play’e aykırı” hikâyesi var. (Cantona’yı listeye buyur ederseniz, onun da uçan tekmesi var.) 2006 Dünya Kupası finalindeki meşhur “Zidane’ın kafası” olayı. Belçikalı yazar Jean-Philippe Toussaint, Materazzi’nin göğsüne değen o kafadan hareketle, Zidane’ın Melankolisi  adlı bir kitap yazdı. Tıpkı Maradona’nın elle attığı gol gibi, Zidane’ın kırmızı kartlık öfkesi üzerine de çok çok konuşuldu; futbol âleminin ruhunu, hissiyatını deşen kazılar yapıldı. Bu da bir “büyüklük” âmili işte: kaideyi çiğneyişiyle, ahlâk üzerine, adalet üzerine, “suç” üzerine… tekrar düşündürebilmek.

Kolunda Che, bacağında Castro dövmesi vardı malûm, Maradona’nın. “Doktriner” bir solculuğu, hiç olmadı. Onunkisi, tipik halk solculuğu… Dorados de Sinaloa’daki sezonun anlatan belgeselinde, bir yerde takımının oyuncularının durumundan bahsederken diyor ki: “Ronaldo, Messi, Neymar olamadılar... Onlar inanılmaz paralar kazanıyorlar. Bizimkilerse ayın sonunu zor getiriyor.” Bir kritik maçtan önce baskı hissedip hissetmediğini soruyorlar. Onun için dünyanın en önemli şeyi olan, dünyanın kendisi demek olan futbolu ehemmiyetsizlik parantezine kapatıyor bir anda: “Baskıyı evsizler, sokakta uyumak zorunda kalanlar hisseder,” diyor: “Bizler ayrıcalıklıyız. Sadece futbol oynuyoruz.”

Oyunu şiirseldi, o ayrı. Ama Maradona’nın yaptığı, sadece futbol oynamak değildi.

 

GİRİŞ RESMİ:

Solda: Maradona 1986 dünya kupası ile. Sağda Maradona’nın ölümünden hemen sonra İtalya’nın Napoli şehrinde yapılan dev duvar resmi… İsmi belediye başkanı tarafından hemen Maradona olarak değiştirilen San Paola stadyumunun ışıkları da Maradona’nın anısına sabaha kadar açık bırakıldı.