Karanlıktan bir kesit

"Hamsun yabancılaşmanın yazarıydı. Dostoyevski ile Kafka arasındaki köprüydü. 1920 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş ve fakat ödül madalyasını Nazi hareketinin propaganda görevlisi Joseph Goebbels’e armağan etmişti Hamsun."

23 Eylül 2021 13:10

Dünya doğumundan itibaren göğün karanlığını balçık gibi kuşandı ve yıldızların ışığını kırpa kırpa günlerin daha da kararmasına meyil verdi. Dünya düşünceliliğimizle alay edercesine gülerken biz yalnızca daha uzun tüketim kuyruklarıyla daha öfkeli tartışmalar doğurabildik.

İnsan denen varlık sahneye ilk çıktığında doğasına özgü mücadeleleri vardı. Gölgelere gizlenmiş canavarların haykırışları arasında bilinmezliğe saplanmış düşünce kırıntılarından medet umuyordu. Delici yıldırımlarda yüklü elektriğe öyle yabancı, öyle yabancıydı ki, yüksek voltajlı geleceğini kâhinlerin en gizemli öngörüleri bile açık edemezdi. Elementlerin hüküm sürdüğü o geniş referanssızlıkta gezegene atılmışlığın hakiki öznesiyken tüm bunların bir gün kendi kanından düşünürler tarafından kavramlara döküleceğini kestiremezdi.

Bu sisli başlangıcın direkt algıları devirlerle perdelendi. Düşlemlerin fokurtusundan kelimeler tomurcuklandı. Dil denen icat özgün kurgulara yön verdi. Düşünmek bir iptila gibi sürüngen beyinleri sardı. Görüş açısı arttıkça anlamlandırmalar da, adlandırmalar da çoğaldı. Bir gün her şeyin netleşeceği omega noktasına ulaşılacak umuduyla pekiştirmeler pekiştirmelere eklendi. Bilim, edebiyat, felsefe, siyaset derken halkalar çelikleşti. Eritilemeyecek kuntlukta düşünce zincirleri duyusallığı mahkûm etti.

Bu yolculukta zihin genleşti mi sündü mü? Bilme arzusundan bedenlenen Faust’lara dönüştükçe bizler türümüz gönendi mi sefilleşti mi? Bu dikenli soruların cevaplarını belirlemek mümkün mü? Mümkün olduğunu düşünenler kavşağın kollarına doğru ilerledikçe ayrıldılar ortaklığın hüküm sürdüğü topraklardan. Küllendi sohbetler, dağıtıldı şölen masaları, heder edildi nimetler, türün hınçlarında sindirildi bereket. Çatladı ayna ve yansımalar derinleşen çarpıklıklara gebe kaldı.

Bitmemecesine titreyen nefeslerin ısıtamadığı bir buzul çağına düşüverdi bilen kim varsa. Gaflete sürüklenip biriktirme putuna rükû ederek krallıklarını inşa etmeye gömüldü kurtarıcılar. Âlimler tilmizlerine dahi görünmezleşti. Diyalog mu? Sisleşti sesler. Paylaşım mı? Ancak yankıların aralayabildiği Narcissus yalnızlıklarında imkânsızlıktan ibaret kaldı. İnsanlık? Çatışmaların kaynayan kazanından taşan dağdağalarla ideolojiye dönüşen kavramlaştırmalar tüm düzenleri kaosa sürükledi. Medeniyet mi? Fısıltılarda gizlenen bir kelimeye indirgendi.

Konuşa konuşa sessizlik çağrıldı. Karanlık enerjiler toplantı salonlarından fabrikalara, şehir kulüplerinden kulelere, kütüphanelerden laboratuvarlara sıçradı. İlkellik silkelenmeye çalışıldığı ölçüde vahşet arttı ve barış arandıkça savaş fetişleşti. İstatistikler sönümlendiremedi sefalet duygusunu. Bilgi tüketemedi önyargıyı. Sinsi sinsi kreşendolaşan umutsuzluk hırıltıları bolluk illüzyonunda sismik dalgalarla salınıyordu. Yükselişten çöküşe akan meddücezirde birey kayboldu çünkü kitle, kuvvetine âşık oldu. Şiddet genellemelerle tasmalanan akla rehber edildi. Nefret gözden düşmüşlüğün sözcüsü seçildi. Yalanın gölgesinde toplandı kalabalık ve kardeş kardeşe yüz çevirdi.

Kötürümleşen akıllara yuvalanan kötücüllük sistemdeki parazitmişçesine dolanır oldu kolektif bilinçaltında. Yok olması gerekenler daima geri dönmeyi bildiler. Hiçbir vaaz korumadı çaresizi ve hiçbir yakarış sağaltamadı eşitsizliği. Saydam duvarlara evrilen kast bariyerleri tekrar tekrar dayattı hükümranlığı. Ne değişti? Her şey. Ne değişmedi? Hiçbir şey.

Manzara farklı gerçekliklerden kesilmiş görsellerin amatörce kolajlanmasından elde edilmişe benziyordu. İnsan rotasını belirledi fakat haritanın geçersizleşeceğini öngöremedi. Yitirilen derindeydi. Kaynak kısıtlılığından mı beslenmekteydi bu frenleme yoksa yaşamın hücre koduna mı sinmişti? Tarih içindeki epik çekişmeler mi tarih ötesi belirlenimler mi öncelikliydi? Sorular fazlalaştıkça kafalar karıştı. Kafalar karıştıkça insan eliyle harlanan yangın ateşleri dört yanı sardı.

Bu toplumsal türbülanslarda yazarlık yolunu seçmiş kimi yetenekler karanlığa büründüler. Yazarlığıyla parlayan, diğerlerinin ışığının söndürülmesi söylemlerine teslim oldu. Böyle zamanlarda hayret utandı, vicdan küstü ve merhamet sindi. Baskı övgülerine sapan siluetler edebiyatın kutsanmış kitaplığında eserleriyle muhafaza edilseler de, kara aura’ları nedeniyle sonsuzca aforozlandılar. İnsanlığı terk edenler insanlık tarafından geride bırakıldılar.

Kimi yazı insanları kompleks kişiliklerine ve yeteneklerine rağmen ya da belki bu niteliklerinin onları uçlara itmesinden dolayı benliklerini yıkıcı, ayrıştırıcı, acımasız ve zorba otoritelere teslim ettiler. Dünyaya yayılan zulüm, zarar ve ziyandan pay almayı bile isteye seçtiler. Ne düşündüler, neye kandılar, neye inandılar? Asla tam anlamıyla bilemeyeceğiz; ne zaman isimlerine denk gelsek gönüllü kayboluşlarını üzüntüyle yâd edeceğiz.

İdeolojik kötülükleri destekleyen edebiyatçı isimleri çoğaltılabilir ne yazık ki, fakat tüm lanetlileri temsilen ikonik bir kişilikten bahis açalım: Knut Hamsun. Roman yazarlığını yeniden şekillendirmiş, alanına çığır açıcı etkiler taşımış bir isim. Hamsun halihazırdaki düzenden koparak özgün anlatı yaklaşımları ortaya çıkarmış bir edebiyat öncüsü. Yerleşik kalıplardan usanmış, klişelerden boğulmuş, deneysellik aracılığıyla yeni formların belirmesi için canla başla emek vermiş. Ne gariptir ki mevcuda düşman tavırları sonunda onu totaliterliğin pençelerine itmiş.

Knut Hamsun, Joseph Goebbels.

Knut Hamsun öyle bir edebiyat deviydi ki, üslup şekillendirme aşamasında Thomas Mann, Franz Kafka, Maksim Gorki, Stefan Zweig, Henry Miller, Hermann Hesse, John Fante ve Ernest Hemingway gibi isimler için bir çeşit Kutupyıldızı görevi gördü. 1978 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Isaac Bashevis Singer onu “20. yüzyıldaki tüm modern kurgu okulu Hamsun’dan sudur etmiştir” cümlesiyle andı.

1920 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş ve fakat ödül madalyasını Nazi hareketinin propaganda görevlisi Joseph Goebbels’e armağan etmişti Hamsun. Memleketi Norveç’i Nazi işgaline teslim olmaya yönlendiren yazı ve konuşmalarından dolayı Norveç halkı tarafından kınanmıştı.

Hamsun, Dostoyevski’nin süsü püsü bırakıp meselenin iliklerine gömülen anlatımından feyz alarak romanlarını insan zihninin işleyişini taklit eder şekilde kurmuştu. Aniden ortaya çıkan gelişmeler, doğruyla yalanın ayırt edilemediği diyaloglar ve dünyayı yalnızca algıları oranında teyit edebilen karakterler…

Hamsun sabit kişiliğin yanılsama olduğuna karar vermişti ve sürekli değişen, çok yönlü bir insan gerçekliği üzerinden geçmişin anlatılarındaki merkezi yok etmeye bilenmişti. “İnsan zannettiği şey değildir” diyordu. Kimliğimizi devamlılık ve kesinlik üzerine kurmaya çalıştıkça kendi kendimizi kandırdığımıza inanıyordu. Eserlerinde düşünceler, duygular ve etkileşimler öyle hızlı değişiyordu ki, Hamsun tam da bu hareketin anlatıcısıydı. O, eserlerinde iç sesin çatışmalı yapısını ve mantık kisvesi altındaki mantıksız işleyişi ön plana çıkarıyordu.

Hamsun çocukken teslim edildiği amcası tarafından sık sık dövülüp aç bırakılmıştı. Okuma yazmayı kendi kendine öğrendi ve nereye giderse gitsin çaresizliğine yardım eli uzanmadı. Adım adım tiksinmeye başladığı toplumun el üstünde tuttuğu isimlere bilendi. En büyük hedeflerinden biri dönemin Norveç’inin saygın tiyatro yazarı Henrik Ibsen’di. Kurulu düzeni temsil eden tüm figürleri alaşağı etmek istiyordu. Zamanla ünlendi ve savaşmak istediği toplum tarafından kabul gördü, fakat bu durumdan rahatsızlık duyuyordu. Başlangıç eserlerindeki köksüz ve tutarsız roman karakterleri yerini tabiata sığınarak emeğini toprağa döken karakterlere bırakmıştı. Kimseyle anlaşamayan genç isyankârlar zamanla toplumsallığı reddeden kural tanımaz küskünlere dönüşüyorlardı.

Savaş bitince hainlikle suçlandı. Hapishaneye değil, akıl hastanesine gönderildi. Toplum biricik Nobelli yazarını kaybetmişti. Okurları şaşkın, kızgın ve üzgündü. Toplanıp kitaplarını yakıyorlardı.

Akıl hastanesindeki Hamsun kendine malik olduğunu ispatlamak için son bir roman yazdığında 90 yaşındaydı. Otobiyografik olayları kurgu içinde bulanıklaştırdığı bu son roman zihniyle ilgili ne söylüyordu? Kimsenin akıl sağlığından emin olmasını istemiyor gibiydi. Sınır aşımlarına dayanan üslubuyla başlattığı külliyatını aynı çizgide sonlandırmıştı.

Hamsun yabancılaşmanın yazarıydı. Dostoyevski ile Kafka arasındaki köprüydü. Daima toplumdışı kalmıştı. Kimin suçuydu bu? Hamsun terk edilmişti. Toplumlar yetenekleri harcamakta beis görmüyorlardı. Hamsun çocukken sevgiyi tatmamıştı. Ebeveynler çocuklarını ihmal etmeyi sıradanlaştırmışlardı. Dünya buydu işte, bu kadardı. Yanlışlar yanlışlara eklemleniyordu.

Hamsun hoyratlık göre göre hoyratlaşmıştı. Yalnız bir yabancı olarak geçmişti aramızdan ve kötülüğe öyle kolayca sarılmıştı ki, hepimizin nutku tutuldu. Merak ettik, neydi sebep? Sormak istedik fakat o kırılmış çocuğa ulaşmak imkânsızdı. Uzandık ama çok geçti. Ona nefretle bahsettiği kurbanların masumiyetini göstermek istedik ama o amcasının çiftliğinde sıkışıp kalmıştı. Tekrar tekrar aynı eziyetleri yaşıyordu. Çığlıkları duyamayacak uzaklıktaydı. Hamsun’a değer vermişti insanlar ve o hepsini yüz üstü bıraktı. Acımasızlık acımasızlığı doğurdu ve hepimiz acımasızlıkta boğulduk.