Karanlık oda (VIII): Erhan Bener’in Böcek’i

“12 Eylül'den sonra toplumun rahatlaması, Dönüşüm’de artık mücadeleyi bırakıp ölmeye yatan Samsa’nın ölüsünü nihayet evden attıklarında rahatladığını fark eden ailenin durumuna benziyor, aynı anda ışıl ışıl parıldamaya başlayan kız kardeşin evlenme zamanının geldiğini fark ederler. Böcekleşmiş, yenilmiş oğlun yerini olasılıkla piyasada nasıl hayatta kalacağını bilen, işbilir bir damat, bir bakıma üvey oğul alacaktır.”

12 Ocak 2023 22:30

1.

Yazı dizisine bir son vermeden önce bu bölümde Türkiye’deki duruma kabaca bir bakalım. Türkiye tarihi içinde son kırk yılı bir dizi ya da sekans gibi düşünürsek, bu sekans içinde sanırız üç önemli an saptayabiliriz. İlk dönüm noktası 12 Eylül’dür. Karanlık oda herhalde ilk kez bütünüyle gelişmiş halde ortaya çıkar. Amaç sol hareketin imhasıdır, ancak hedefinde ilke olarak halkın bütünü vardır: Halka, kolektifliğe ilişkin her tür fikrin yok edilmesi. Bir diğer dönüm noktası ‘90’lı yıllardır; hedef yine halktır, ancak bu kez halklığında direnmeyi sürdüren Kürt halkıdır. Üçüncü an ise şimdi yaşadığımız, içinde olduğumuz dönemdir. Levent Kavas’ın bir zamanlar söylediği gibi, ilkine açık, ikincisine örtük faşizm diyebiliriz belki, ama içinde olduğumuz bu üçüncü dönemi adlandırmaktan kaçınmak, belirsizliğini korumak şimdilik daha iyi olabilir, zaten daha önce birkaç noktayı vurgulamaya çalışmıştık.

Şimdi Coetzee’nin söz ettiği durumla Türkiye’deki durumu edebiyat açısından karşılaştırdığımızda karanlık odanın Türkiyeli yazarlar için ne ‘80’lerde ne ‘90’larda hiç de yüzlerini döndükleri, çekildikleri karanlık bir cazibe merkezi olmadığını görüyoruz. Aksine, yüzünü değil, sırtlarını dönmüş, yokmuş gibi davranmışlardır. Üstelik, ‘90’larda belki de tümden bir yüz çevirme söz konusuydu. Peki bunu yapmayarak karşılığında acaba insan dünyasının “çatışma, baskı ve boyun eğdirme ilişkilerinin basitliğinden” daha öteye giden geniş, karmaşık ilişkilerini araştırmaya mı girişmişlerdi? Ama bu zaten mümkün müydü? Böyle bir insan dünyası, eğer olduysa acaba kalmış mıydı? 

2. 

Edebiyattaki bu “yüzünü çevirme, bakmama” durumunun ‘80’lerle ilgili nedenlerini Mesele dergisinde Eylül 2007’de çıkmış bir söyleyişinde Şükrü Argın etkileyici biçimde dile getirmişti.[1] Argın’a göre karanlık odadan, işkence hücrelerinden, hapishanelerden dönen kızlar, oğullar ile aileleri arasında hiçbir ilişki olanağı kalmamıştır. Argın, burada Kafka’nın böceğe dönüşen Samsa’sı ile müthiş bir bağlantı kurar. Can alıcı bir bölümü alıntılayalım:

“Kafka’nın Dönüşüm’ünde beni derinden sarsan bir sahne var. Hani, Samsa böceğe dönüşmüş de ailesi ona nasıl davranacağını bilemez haldedir ya... Annesi, babası, kız kardeşi ona hâlâ ailenin üyesi bir insan olarak mı, yoksa artık evdeki herhangi bir böcek olarak mı davranacakları konusunda bocalamaktadırlar. Bu sahne bana insanlık tarihindeki en derin yarılmaya işaret edermiş gibi görünür. Hele, Samsa’nın içlenip ağladığı, fakat kız kardeşinin, onun gözlerinden akan sümüksü sıvıdan iğrendiği sahne var ya, işte bu sahne bana söz konusu yarılmanın en sarsıcı ânıymış gibi görünür. 12 Eylül’ün bizim tarihimizde işte bu türden bir yarık açtığını düşünüyorum. Üzerinden ancak unutuşun ipine tutunarak atlayabileceğimiz bir yarık...”

Yenilginin sonuçları çok büyüktür. Böcekleşmiş, normal dışına atılmış bu insanlarla tüm toplum gibi “normal hayat” geri gelince –elbette gelen “normal” eski normal” olmayacaktır– ferahlayan aileler arasında nasıl bir ilişki olabilir? Bir bakışımsızlık ilişkisidir bu, birbirlerini görme, bakma olanağı ortadan kalkmıştır. Gerçekten toplumun rahatlaması, Dönüşüm’de artık mücadeleyi bırakıp ölmeye yatan Samsa’nın ölüsünü nihayet evden attıklarında rahatladığını fark eden ailenin durumuna benziyor, aynı anda ışıl ışıl parıldamaya başlayan kız kardeşin evlenme zamanının geldiğini fark ederler. Böcekleşmiş, yenilmiş oğlun yerini olasılıkla piyasada nasıl hayatta kalacağını bilen, işbilir bir damat, bir bakıma üvey oğul alacaktır. Belki dönen kızlarla oğulların, eğer hayatta kalmak istiyorlarsa bu tür bir üveyleşmeden geçmeleri gerekecekti. Kan bağının yerine, bir bakıma bu bağa karşı da öne sürülmüş yoldaşlık bağının yerine artık bütün bağların içinden geçip mutlak bir belirleyicilik kazanan para bağı.


Şükrü Argın

Argın kamunun parçalanması diyor; –yenilgi belki asıl bu yüzden büyüktür– edebiyat anlatabilseydi bile dinleyecek bir kulak kalmamıştır. Kamu, sözlüklere göre hem halk demektir hem de herkes. Öyleyse halk, sonraki yıllarda (Özal’la başlayan süreç) piyasanın ürettiği farklı öznelliklere bölünerek ortadan kaybolur.

3.

Elbette hiç yazılmamış değildir. Örneğin, 1980’lerin başıyla ortasında üç güçlü yazarın darbeyle ilgili kitaplar çıkarttığını görüyoruz. Bilge Karasu’nun Gece’si, Leyla Erbil’in Karanlığın Günü ve Erhan Bener’in Böcek’i. İlk ikisi 1985’te, sonuncusu daha erken, 1982’de basılmış. Şunu vurgulamak gerek: Artık edebi açıdan bir “başarı” söz konusu değildir, yani, edebi açıdan iyi ya da eksiksiz bir temsil artık verilemez; zira kriz, Argın’ın “edebiyat baksa, bakabilse kendi felaketini görecekti” demesindeki gibi, tam olarak bir dil ve temsil krizidir. Durumu ele alan her yapıt ister istemez koşullar gereği başarısızlığa mahkûmdur. Ya da temsilin içinde zorunlu bir başarısızlığı, temsil edememeyi ya da temsile ilişkin sorunları kaydetmek zorundadır. Benzer biçimde yazar da artık değişmiştir; “büyüklük” Coetzee’nin başlarken andığımız alıntısında sezdiğimiz gibi, artık eskinin o “büyük” yazarı olamaz; büyüklük tanımı artık ancak bir darlık, bir küçüklük, hatta bir çıkmazın içinde bir yol bulma çabasından çıkabilir.[2]


Bilge Karasu, Leyla Erbil

Ancak Erbil ile Karasu’nun romanlarında bir belirsizlik vardır. Kitaplar 1980 sonrası basılmış olsa da Erbil’inki 12 Mart darbesinin sonrasında geçer, Karasu ise tarih ya da yer vermeden, darbe ortamını çağrıştıran karanlık bir ortamı anlatır. Karasu’nun kitabının yazılış tarihi 1975-76 arasıdır. Belki ‘80’den sonra basmaya karar verdiklerine göre kitapların aynı zamanda 12 Eylül’e bir karşılık verdiği de düşünülebilir. Burada bu iki kitabı ele almıyoruz. Konumuz bağlamında Erhan Bener’in Böcek’ine değinelim.

4.

Bener, Böcek’te (Everest, 2016) işkenceci bir polis memurunun, Komiser Recai’nin son bir gününü anlatır. Romanın zamanı darbenin hemen öncesinde geçer. Bir düşüş hikâyesidir bu; biz Recai’yi tanıdığımızda bir senatörün oğlunu dövdüğü için geri hizmete çekilmiş, tuvaletin karşısındaki daracık bir odada, masa başı bir işe verilmiştir. Ama düşüşü çok önce, Binnur diye bir kadınla tanışıp evlenmesiyle başlamıştır. Binnur, tutuklanan bir devrimci öğrenci grubu içindedir. Yanlışlıkla tutuklandığını söyler, sadece oradan geçiyordur, gerçekten de yanlışlıkla tutuklanmış gibidir. Recai’ye göre karakola düşen herkes suçludur ama nedenini pek anlamadan genç kadına bir yakınlık hisseder. Binnur’dan önce Recai kendini tam bir görev adamı olarak görür; öyle ki, herkes ondan az çok yılmıştır; yalnız astları değil, örneğin kayırmaya yanaşmadığı için üstleri de. Binnur’la yakınlaşmasından sonra yavaş yavaş herkese, her şeye karşı duyduğu nefreti su yüzüne çıkmaya başlar. Recai nasıl kadın düşmanıysa, Binnur da erkeklerden nefret eder. İlişkilerinde ne aşk ne cinsellik vardır ama nefretleri, hınçlarıyla bir bakıma tam birbirine uygun çifttir.

Romanın başlangıcında –soğuk, karlı, pis bir Ankara sabahı– Binnur çoktan “gitmiştir”. Recai’nin Binnur’la ilişkisini, geçmişine ilişkin olayları geriye dönen bilincinden öğreniriz. Sabah, karabasan gördüğü kötü bir uykudan soğuk odaya, hasta hissederek uyanır. Gün içinde bu hasta hali gitgide şiddetlenir. Oysa daha önce ne böyle hasta olmuş, ne böyle hissetmiştir.

Takıntılı derecede titiz kahramanımız tıraş olurken banyoda bir hamamböceğiyle karşılaşır. Böceklerden tiksinmektedir; yaklaşmayı, hele dokunmayı düşünemez bile. Bir süreyi birbirini tartan, ölçen, kollayan iki düşman gibi geçirirler. Recai böceği nasıl öldüreceğini düşünür. Sonunda bir tasın içine kaçan böceği, üzerine alkol dökerek yakar. Böcek ölmüş müdür? Kuşkusuz; küle dönmüş, plastik tas da yamulmuştur. Fiziksel olarak ölmüştür ölmesine, ancak bir mecaz ya da soyut başkalık dediğimiz durumda yaşamaya devam eder.

Recai aslında köyde büyümüştür. Köyde böceklerle içli dışlı bir yaşamın sürdüğünü romandan öğreniriz. Köydeyken dayısı onun böcek korkusuyla alay eder. Belki köylüler böcekleri, yılanları, fareleri, tehlikeli ya da pis diye düşündükleri hayvanları hiç düşünmeden öldürüyor olabilirler ama anlaşılan tiksinmezler. Recai de çocukken böceklerden korkar ama bir tiksinti henüz söz konusu değildir. Tiksinti öyleyse şehir hayatında ortaya çıkabilir. Böcek neyin girip neyin girmemesi gerektiği tasarlanmış, temiz tutulmaya çalışılan bir ortama, yani özellikle böceksiz olması gereken bir yere giren, bir türlü de tam kurtulunmayan, davetsiz, istenmeyen bir yaratık olur.


Erhan Bener

Böcekle “savaş” sahnesinde üç sese karşılık gelen üç öğeyi saptayabiliyoruz. İlki Recai’nin kesintisiz düşünce akışı, kendi kendine konuşmasıdır; yani insan ile sesi. İkincisi böcek ile sessiz sesi ya da dilidir; böceğin sessiz dili hareketlerinden, jestlerinden, yürüyüşünden, duyargalarını oynatışından, Recai’nin saldırışları karşısında kaçmaya ya da hareketsiz kalmaya karar verişinden oluşur; öyle ki, Recai bir an böceğin “düşündüğünü” bile düşünür. Sonra bu düşüncesine güler, zira ona göre bu iğrenç, pis yaratıkların nasıl öldükleri bile muammadır: “Peki neden ölürlerdi? Onları öldüren hastalıkları mıydı? Yoksa, bir saatin kurgusunun tükenmesi gibi, belli bir süre sonra kendiliğinden biter miydi yaşamları? Nasıl ölürlerdi? Yürekleri durmazdı bunların, çünkü yürekleri yoktu. Beyinleri de yoktu. Peki, nasıl ölürlerdi kendiliklerinden?”

Recai böcekle savaşı başladığında tıraş aletini çalışır durumda lavabonun kenarına bırakır. Tüm bu süre boyunca alet kendi etrafında dönerek vınlar. Bu da üçüncü öğe, makine ile sesidir, belki en ilginci budur. Ama bu sesi nasıl düşünmemiz gerekir? Recai böceği betimleyişinde gördüğümüz gibi onu mekanik bir biçimde düşünmeye eğilimlidir. Daha önce zaten iki çizgiden söz etmiştik, modern insan söz konusu olduğunda içinden “hayvanın” yanında mutlaka ikinci bir hat, mekanik bir hat geçiyordu. Peki burada makinenin vınlama sesi bu mekanik çizgiye mi denk geliyor? Öyle yorumlayabiliriz. Ama bize bu ses ayrıca çok daha fazlasını ima ediyormuş gibi geliyor. Tıraş makinesinin sesi arkada titreyip bıçakları boşa döner, o tuhaf vınlama sesiyle çalışırken savaşın taraftarlarını, insanla böceğin yerlerini belirleyip o yerlere dağıtıp paylaştıran daha büyük bir makineyi, sadece mekanik parçalardan oluşmayan toplumsal makineyi de işaret ediyor olabilir. Bu toplumsal makine ise burada özellikle şehirdir, şehir hayatıdır; köy hayatı ise çoktan anılarda kalmıştır. Yoksa bu ses gelecek olan askerî darbenin toplumun üstünden bir tırpan gibi geçeceğinin habercisi midir? Bu durumda zaten tam olarak işlemeyen, sınırları ihlal edilen ya da hiçbir zaman tam yerleşmemiş bir paylaştırma düzeninin büsbütün iptali, insanın da gerçekten böceğe indirgenmesi söz konusu olur. Şimdilik bu konuyu, makine sesini burada bırakalım. Zaten bu sesi ya da onun bir dengi olabilecek başka bir sesi bir daha işitmeyiz; kitap daha çok organik bir çizgide, Recai’nin düşünceleri, duyguları, anıları yoluyla ilerler.

5.

Nedir buradaki böcek? Bu, Kafka’nın böceği değildir. Kafka’nın böceği, yasayla ilişkili olsa bile ondan kaçan bir yönü barındırıyordu. Böceğe dönüşen Samsa insanla hayvan arasında kalan bir belirsizlik ya da ayırt edilmezlik bölgesini işaret ediyordu; bir insanın mı, hayvanın mı, hayvanlaşan bir insanın mı, yoksa insanlaşmış bir hayvanın mı söz konusu olduğunu bilemiyorduk. Bu da birinden diğerine geçerken oluşan, dolayısıyla ikisine de ait olmayan bir bakış açısının ortaya çıkmasını, özellikle insan düzeyinin altında kalan başka duyumsamaları, algılamaları, duygulanmaları yakalama olanağı sağlıyordu.

Burada öyleyse başka bir ayrıma daha gitmek gerekiyor. Hayvan, yasayla ilişkisi içinde soyut başkalık olarak ortaya çıkar, ancak soyut başkalık hayvanı tüketemez. Hayvan her zaman yasadan kaçan bir çizgiyi de içinde barındırır, bu çizgi ne kadar güçsüz olsa, Samsa örneğinde ölümle sonuçlanmış olsa bile. Belki insana çağrı yapan da bu güçsüz çizgidir; insanın dönüşmek, başkalaşmak için nasıl hayvanın bu çağrısına gereksinimi varsa, belki hayvanın da dolaylı olsa bile bu dönüşecek, başkalaşacak insana gereksinimi vardır. Agamben yasanın yasaklama yoluyla hayvanı dışarıya koyduğunu ya da terk edilmeye bıraktığını söylemişti, bu dışarıya koyma ise hayvanı yasadan bağımsız yapmıyor, aksine, onu içerde tutmanın yolu oluyordu. Ancak belki şunu da eklemek gerek, yine de hayvanın bir öteki yüzü, insana çağrı yapan bir yönü, yasanın (içerde tutan) dışarısı olmayan bir dışarıya dönük yüzü vardır.

Bu anlamda mecaz hiçbir zaman “hayvanla” tam olarak örtüşmez. Yasa “hayvan gibi” dediğinde bu gibiyi korumak zorundadır. Aslında tam olarak örtüşmesi yasanın işlemez hale gelmesine neden olacaktır. Böcek, örtüştüğü durumda, yani Recai’nin durumunda, nasıl yalnızca öldürme aygıtına değil, kendini yok etme aygıtına da dönüştüğünü gösterir.

Peki bu ikinci anlamda gerçek hayvanlardan mı söz ediyoruz? Hayvanları hiçbir zaman bilemeyiz, ancak başka ilişki olanaklarından söz edebiliriz. Bu açıdan zaten bir bilme sorunu değil, bir yaşantı, deneyimleme sorunudur. Yasanın işlemi, “insan” ile “hayvan” figürlerini belirliyor ya da “insan”, “hayvan” diye işaret edilen varlıkları bu figürlerin içine hapsediyordu; burada ise insanın bilmediği hayvanla başka bir ilişki kurma olanağından, dolayısıyla ikisinin de figürlerini geride bırakma olanağından bahsediyoruz; işte bu soyut başkalıktan kurtulmuş gerçek başkalaşma süreci olacaktır.

Öyleyse Bener’in böceği yasanın böceğidir. Yasa, kitapta ortaya konduğu biçimiyle, aslında tek bir varoluş tarzı tanır: suçlu. Her yerde yalnızca suçlu, ahlaksız, sapkın görür. Yasa hayatı hedef alır almasına ama işlemesi, üzerinde iş görmesi için onunla aynı hale gelmemelidir; daha önce söz ettiğimiz o gibiyi koruması, bir bakıma hayat alanına belli bir serbestlik tanıması gerekir. Böcek, öyleyse yasayla yasanın uygulandığı alanın –yani hayatın– birbirine karıştığı, birinin diğerinden artık ayırt edilmediği bir bölgede ortaya çıkar. Bir yandan tüm insanlar böcektir ama yasanın kendisi de böcektir. Böcek olduğunu düşündüğü şeyle kendisi de böcekleşmeksizin uğraşamaz.

Roman bu mantığı sonuna kadar izler. Bu mantığın sonucu, dünyayı da yok etmeyi arzulayan bir tür nihilizm, kendini yok etmedir. Recai, Binnur’u öldürmüş ya da ölmesine neden olmuştur. Kendi çöküşü de sokak ortasında, berbat bir ölümle son bulur.

Recai’nin polis olması rastlantı değildir. Polis, Benjamin’in belirttiği gibi, şiddet aygıtının bir temsilcisi, yasa ile yasadışı arasında bir bölgededir her zaman. Onda “egemen” belli ölçüde beden bulur. Her an yasa adına yasayı askıya alacak kararı, yani çıplak şiddeti uygulayabilir. Başka bir deyişle, ceza almadan öldürme yetkisine sahiptir. Sonuçta yasanın pratikteki anlamı belki de sadece budur.

6. 

Seksenlerin sonuna kadar hepimizin şu ya da bu ölçüde Kantçı olduğu söylenebilir. Recai zaten bir görev adamıydı. Yaptığı her şeyi görevine bağlı olmak gerektiği için yapıyor, görevini yaparken ona dadanan duygulardan tiksiniyordu. Bu tarihten sonra ise birçok kuramcının saptadığı gibi yeni bir öznellik biçimi doğmaya başlar: Kant’ın patolojik diye dışladıklarının tüm toplumsal alana yayıldığı, duygularla arzuların kışkırtılması, düzenlenmesi yoluyla kurulan bir öznellik, tutkusal bir öznellik. İktidar asıl olarak artık bu arzularla tutkuların –bugün belki yalnızca haset, hınç, nefret, intikam ya da değersizlik duygularının kaldığı– idaresi yoluyla işlemeye başlar.

Başka bir deyişle, belli bir tarihten sonra –Nurdan Gürbilek bunları çok iyi anlatmıştı zaten– yasa ya da iktidar buyruğu artık yapma, konuşma, isteme demiyordu; iste, yap, konuş diyordu, ama elbette bizim bölüştürme düzenimizin sınırlarını aşmadan. Sözgelimi sigara yasağı bu açıdan ilginçti; ilkin buradaki yasak eski tipteki buyruk gibi yasaklamıyordu, aksine, yasaklama rejiminden nelerin arzulanabilir, dolayısıyla iyi olduğunu belirten arzulama rejimine geçişi belirtiyordu. İkincisi, bu iyinin artık özellikle sağlığa, biyolojik hayatımıza bağlanmasıydı. Bu rejim tipine ise artık böcek gibi bir hayvan, onun bir türlü ölmeyen hayaleti dadanmaz. Söz ettiğimiz arzulama rejimi, gerçekte canlı mı cansız mı olduğu tartışmalı bir yaratıkla, bir virüsün ortaya çıkışıyla sonuna ermiş görünüyor. Eğer bugünün “insanı” daha önce dediğimiz gibi ne yaşama ne ölme gücüne sahipse, karşısına bu kez ne canlı ne cansız bir yaratığın çıkması, dadanması gerçekten ilginçtir.

7.

Gelgelelim Böcek’le, hayranlıkla okuduğumuz bu kitapla ilgili şunları da söylememiz gerekiyor: Kitap belki çok erken, 12 Eylül’ün sonuçları henüz tam olarak ortaya çıkmadığı bir tarihte yazıldığından, Argın’ın “derin yarılma” dediğinin öncesinde kalıyor. Kitabın Everest baskısına bir önsöz yazan Yiğit Bener’e göre “başarılı” bir kitaptır bu, zira bize işkenceci bir polisin eksiksiz bir temsilini sunar. Çok doğru, ama bize göre tam da bu nedenle, yani çok ustalıklı bir temsil söz konusu olduğundan, başta söz ettiğimiz temsil krizini kaydedememiş görünüyor.

Başka bir deyişle, roman hâlâ bir kamunun, dolayısıyla kulak verecek bir topluluğun var olduğunu varsayıyor. Yiğit Bener’in saptadığı gibi, kitabın “hümanist” varsayımıdır bu. Buna göre ilkin iyi, olumlu, insani değerlerin (kitabın seslendikleri bu değerlere sahip olanlardır) hâlâ sağlam, etkilenmemiş olduğu kabul ediliyor; ikincisi, yine bu değerler adına kötüyü, karanlığı anlamamız, nasıl ortaya çıktığını, işlediğini, bir bakıma ruhun yoldan nasıl saptığını kavramamız gerektiği kabul ediliyor. Bu yüzden anlatının sesi, Recai’nin zihnine girdiğinde bile Recai’nin sesiyle arasındaki mesafesini ya da nesnelliğini hiçbir zaman yitirmez. Bu mesafe ya da soğukkanlılık anlatının Recai’yi baştan sona gözünü kırpmadan takip etmesini sağlar, ancak yine aynı nedenle Recai’yi bizim dünyamız olmayan, olağan dünyamızdan ayrı, başka bir dünyanın insanı yapar. Yasa adamı Recai’nin böcekle ayrılmaz ilişkisini, aynı dünyaya ait oluşlarını gösterir göstermesine ama sonuçta Recai ile böcek, ikisi birlikte, bizim (varsayılan okuyucunun) dünyamızın dışında bir dünyaya yerleşir.

Kitap öyleyse hâlâ ayaklarını bastığı sağlam bir zemine, insanlığın birikiminin, değerlerinin sarsılmazlığına inanır – ya da belki inanmak ister. Oysa kaybolan tam da bunladır, asıl darbe budur: Zeminin parçalanışı ve insanlığa (yeryüzüne, geleceğe) duyulan inancın yitirilişi.

 

NOTLAR:


[1] Osman Akınhay, "Şükrü Argın ile Söyleşi: Edebiyat 12 Eylül'ü Kalben Destekledi", Birikim Dergisi, 2 Ağustos 2008. Ayrıca hem bu söyleşiye değinen hem de burada ele aldığımız birçok meseleyi işleyen Coetzee üzerine yazısı için, Nurdan Gürbilek, “Yazı Kurtarır mı?”, Sessizin Payı, Metis, 2015.

[2] Doğrusu Turgut Uyar daha o zamanlar “Çıkmazın Güzelliği” demişti buna: “Şiir çıkmazda, çünkü insan çıkmazda.” Zamanında epey tepki gören bu sözler edebiyatın bir darlıkla, çıkmaz sözünün işaret ettiği bir olanaksızlıkla uğraşmak zorunda oluşunu dile getiriyordu. Belki de bu darlığı, edebiyatın olanağının olanaksızlığıyla çakıştığı bu çıkmazı en güçlü hisseden, bunun içinde çalışmak dışında başka bir yol olmadığını gören ender şairden biriydi. Uyar, Korkulu Ustalık, Şiir Üzerine Yazılar, haz. Alaatin Karaca, YKY, 2009.

 

GİRİŞ RESMİ: 12 Eylül 1980 darbesinden sonra askeri cezaevlerinden biri...