İsmail Güzelsoy: “Sürekli bir şeyler oluyor ama hiçbir şey olmuyor."

“Biz fanilerin ‘on-off’ düğmesi yok! Doğduğumuz andan itibaren yaklaşık 80 sene boyunca hiç aralıksız çalışan bir makineyiz. Bu bile yorucu bir şey değil mi? Biz de kendimizi kapatıp açmanın yollarını bulmalıyız…”

05 Kasım 2020 02:18

Yazar İsmail Güzelsoy, yeni kitabı Kıpırdamıyoruz’da iyilikle kötülüğün, gerçekle masalsılığın birbirine karıştığı, ilginç bir romana izleyiciyi dahil ediyor. Adını fotoğraf makinesinin çekime hazır olduğu sırada fotoğrafçının söylediği uyarı sözcüğünden alan kitabın baş karakterlerinden Settar’ın hayat hikâyesini netleştirebilmek için dört günü kalmıştır. Çünkü kıyametin kopacağı haberi hızla yayılmaktadır. Ona bu yaşam yolunda çeşitli karakterle gizemli bir şeklide eşlik eder...

‘Kıpırdamıyoruz’ kitabının sizin edebiyat hayatınızdaki yeri ne? Bu kitap için düşle gerçek arasında geçen büyükler için bir masal diyebilir miyiz?

Belki öyle de söylenebilir. Amacım daha ziyade büyülü gerçeklik üzerine kurulu yeni bir şeyler denemek... Yani işin ‘büyülü’ ve zaman zaman ‘gerçeklik’ boyutunu uçlara taşımaya çalıştım. Daha önemlisi bunları gerilimini giderecek şekilde değil, daha fazla öne çıkaracak şekilde işlemeye özen gösterdim. Yani hikâyemin en masalsı aşamasına, katı ve neredeyse gündelik gerçeklik boyutuyla müdahale ettiğim gibi bunun tersini de denedim. Bu serinin en belirgin özelliği bu zaten. ‘Can Direği’ adını verdiğim seride, derdim biraz da bu. Gündelik ile masalsılık arasındaki duvarda gedikler açmak, birinden diğerine malzeme aktarmak…

Kitapta karakterler üzerinden iyilik ve kötülüğün sınırlarını çizmeye çalışıyorsunuz. İyilik ve kötülük sizce nerede başlayıp bitiyor?

İyilik ve kötülük başlayıp biten şeyler değil. Birbirine dolanan, birbirinin kılığında gezinen iki durum var burada. Bu sınırları çizen biri aslında kendi duruşunu belirlemekten başka bir şey yapmaz. Çünkü aynı eylem bir bağlamda müthiş hayırlı davranışken koşullar, özneler, zamanlar değiştiği zaman yıkıcı, yakıcı, kötücül bir davranışa dönüşüverir. İyiliğin ve kötülüğün değişkenliği, öznenin algısından, niyetinden bağımsız bir şeydir. Asıl önemlisi, biz dünyayı, insanları, davranışları iyi-kötü diye ayırmakla hata yapıyor olabilir miyiz? Roman boyunca bu soru arka planda sürekli asılı kalacaktır. Kimse ‘Ben iyi olacağım’ diyerek iyi olmaz. Ya da tersi… Romandaki karakterlerin her birinin iyi ve kötü tanımı var. Çoğuna katılmıyorum ama bir tek konuda romanın en derinindeki fikre yakın hissediyorum kendimi. İyi insanlar kötülük yapabildiği gibi, kötü insanlar da iyilik yapabiliyor. O zaman eylemler, eyleyenlerden bağımsız, başka bir teraziyle tartılmalı. O terazi nedir peki?

Bekçi Harun bir kahraman mı, iyi biri mi yoksa kötü biri mi diye düşünürken okuyucunun empati kurmasını mı planladınız?

Bir bakıma… Aslında iyilik ve kötülük başka değerleri kodluyor. Bu kodlar Dilidışarıda karakterinin sözlerinde biraz açığa çıkıyor. “Bir şey kendini onarabiliyorsa iyidir” diyor mesela. Ya da, “Güzelse iyidir” diyor. Bekçi Harun bu kadar basit yaklaşmıyor meseleye. Onun kafasındaki şema hayli farklı. Kötülük aktif bir davranışken, iyilik edilgen ve silik. Harun bundan rahatsız. İyilerin de kötüler kadar atak, faal olmasını arzuluyor. Bir bakıma kötülere karşı dururken, onlar kadar kötü olmayı göze almaktan söz ediyor. Bu da gülünç bir düşünce tabii. Zaten bu gülünçlüğü romanda göstermekle, iyilik-kötülük eksenli bir dünya algısına güvenmemek gerektiğini söylemiş oluyoruz. İyilik-kötülük neyi kodluyor, hangi oluş halinin şifreleri bunlar? Bunlar biraz kışkırtıcı sorgulamalar. Romanda dile getirilmeyen böyle bir akıl yürütme süreci var. Dile getirilse, kurgu güme gider, hikâyenin akışı akamete uğrar haliyle. Ama bu fikir karakterlerin davranışlarında izlenebilir. Örneğin Firdevs… Kendisini hakkı yenmiş hissediyor ve böyle bir insanın rahatlıkla başkalarının –yaşama hakkı dahil– haklarına nasıl tecavüz edebileceği gösteriliyor. Bu artık iyilik ve kötülükten öte bir durumu tanımlamaz mı? Haksızlığa uğradığına inanan biri, ne kadar yıkıcı olursa olsun, durup “Ben kötülük mü yapıyorum?” diye düşünmez. Uyuşturucu satan birinin yakalanıp götürülürken, “Kader kurbanıyız abi” dediğini duymuştum bir televizyon programında. Binlerce insana zehir satan biri, kendi kötülüğünü ancak bir mağduriyet üzerinden makul kılabilir. Böylelikle günahını daha büyük bir günahın gölgesine saklar. Kötülükten ve iyilikten çok daha karmaşık bir şey bu. Bizim mahallede gençler vardı, hiç unutmam. Yabancı erkeklere racon keserler, mahallenin namusunu korurlardı ama Karagümrük’te genç kızlara laf atarlardı. Şimdi bunlar kendi mahallesinde ‘iyi’, yukarı mahallede ‘kötü’ mü oluyor diyeceğiz?

Settar zaman içinde donarak aslında ânın resmini çeken bir karakter. Bu durum bugün ânın içinde kalmak durumuna bir gönderme mi?

Dolaylı olarak… Endişe hastalığından mustarip bir insanın beyninin içinde yaşıyor gibiyiz. Hayatın ritmi patolojik bir başıbozukluğa ulaştı gibi. Sürekli bir şeyler oluyor ama hiçbir şey olmuyor. Sonuçsuz, amaçsız bir akışla sürükleniyoruz. Böyle bir sürüklenişte Settar, hastalığı sayesinde bir an donup kalıyor ve hayatı bir şipşak fotoğrafa dönüştürdükten sonra o resmin içinde gezinip onu keşfediyor. Bu hastalığı aslında bir tür sağalma hali değil mi sizce? Çünkü akışın ne denli beyhude olduğunu anlıyor böylelikle. Roman böylesi bir bakışı yansıtacak şekilde başlıyor zaten. Aslında bu resimleşmiş dünya algısını daha ‘hardcore’ bir şekilde yazmıştım. Okur bir resmi keşfederek başlayacaktı romana. Çatışma, amaç, kanca vs. gibi bütün kurgusal yapıları reddeden, biraz isyankâr bir giriş yazdıktan sonra, bunun okunmasının ne kadar zor olduğunu itiraf ettim kendime ve ilk versiyonu çöpe atıp sonradan elinizdeki romanın girişiyle başlamaya karar verdim. Yine de olay örgüsünden ziyade, olayların resimvari izdüşümleri üzerine odaklanan, anların tek tek görülmesiyle hikâyeye girdiğimiz bir kurgu denedim. Temposu düşük, bir resim galerisinde yürürcesine geçilecek ilk pasaj, aslında bir bakıma Settar’ın duygusal yolculuğunu anlatır. Durma hali, biraz okurun da deneyimleyeceği bir soluklanma zamanı olsun istedim. Bu yönüyle roman iki zamanlı bir müzik gibi düşünülebilir. İki ayrı temposu olan bir müzik… Bunlardan biri 1966 yılının beşeri hayatının doğal temposu, diğeri Settar’ın duygusal akışı… Rastlantı bu ya, Beatles tam da bu yıllarda iki zamanlı şarkılar söylüyordu…

Olaylar neden hep kötüler ve daha kötüler arasında geçer?

Bu da Harun’un tanımı. Ben buna katılmıyorum. Harun insanın özünün kötülük olduğunu düşünüyor. ‘Hayır insanın özü iyiliktir’ diyerek karşı çıkmıyorum ama, bence insanın bir özü yoktur. Varsa bile çok yaralı, kaotik bir özden söz edebiliriz. Bu nedenle olaylar kötülerle daha kötüler arasında geçmiyor tabii. Ortada iyiler, kötüler, daha kötüler yok çünkü. Hepsinden biraz, üçü bir arada varlıklarız bir bakıma.

Bu kitapla ilgili okuyucunun neyi fark etmesi yazar olarak sizin hoşunuza gider?

Tempo… Akıp giden nehirdeyken nehri tanımlamaya çalışmak gülünç. Bazen nehri, ancak onun kıyısına ulaştığınız zaman daha iyi tanırsınız. Hayatın içinde kapılıp gittiğimiz ritimden çıkmamız, bazen bir kenarda durup seyretmeyi öğrenmemiz gerek. Biz fanilerin ‘on-off’ düğmesi yok. Doğduğumuz andan itibaren yaklaşık 80 sene boyunca hiç aralıksız çalışan bir makineyiz. Bu bile yorucu bir şey değil mi? Arada karbüratörü soğutmak, devreleri dinlendirmek gerek. Bilgisayarı bile kapatıp açınca kendine geliyor. Biz de kendimizi kapatıp açmanın yollarını bulmalıyız. Romanın gerilerde, fısıltı tonunda söylediği biraz da bu. Tempoyu düşürmek, biraz daha kendimizle baş başa zaman geçirmeyi öğrenmemiz için büyük bir şans verir bize. Kendimizi biraz daha tanımak, tanımlamak, derdimizi dinlemek, avutmak için… Bir insanın hayatta yapabileceği en büyük haksızlık, dönüp dolaşıp kendisine dönük oluyor çünkü. Bu deli akışta gerilerde bir yerlerde kalmadığımızdan emin olmalıyız. Rüyalarımız, hayallerimiz, umutlarımız, coşkularımız ve yarınımız yanımızda mı, arada bir yoklamalıyız ve bunun yolu da nehirden çıkıp, kıyıdan nehre bakabilme alışkanlığı edinmekte.