İki semtin hikâyesi

"Başlığına Balat kurulmuş olsa da, kitabın diğer ana kahramanı Hasköy. Bu iki semt çok sayıda ortak eş-dost-akraba barındırmasına ve 'aralarında sadece Haliç’in suları akmasına' rağmen birbirine mansevo (delikanlı, yiğit, gururlu) ve pasika (cılız, korkak, pısırık) isimlerini takmış. Bu tatlı rekabet hep sürmüş, anlatılara göre."

27 Ocak 2022 19:00

Çek Kayıkçı Balat’a! kitabını güncel bir nostalji içinde okuyorum. “Balat’a dönmek istemem, çünkü benim Balatım değil…” diyen, kitapta sesini duyduğumuz eski Balatlılardan Edit Hason gibi, erkenden yaşlanmış bir Selim İleri gibi, dört yıldır yaşadığım Hollanda’dan her an İstanbul’u özlüyorum ama hangi İstanbul’u?

Rafael/Rıfat Molho’nun İstanbul’una şahit olmadım ben mesela. Yazarın aktardığına göre

“Rafael arkadaşları ile ‘banyo’ diye adlandırdıkları denize girmeyi de çok severmiş. Tramvayla Sirkeci’ye, oradan da trenle Florya’ya... Atatürk Köşkü’nün oralardaki plajlarda denize girerlermiş. Ara sıra da Heybeliada’ya giderlermiş.” (s. 44)

Ya da Beyoğlu’na çıkmaz, “giderdim”, Moiz Tastasa’nın anlattığının aksine:

“O yıllarda “Beyoğlu’na çıkmak” çok prestijli bir şeydi. Hatta benim bir kişinin has Istanbullu olup olmadığını anlamamın ölçütlerinden biri de bu söylemdir; “Beyoğlu’na çıkmak”, “Adalara çıkmak!”Gidiyorum” filan demez Istanbullu! Annem-babam bize katılmazdı ama Maalem Sinagogu’ndan bazı arkadaşlarımla Beyoğlu’na çıkardık. Al-kazar, Atlas sinemalarına giderdik.” (s. 193)

Al-kazar ve Atlas sinemalarını yakaladım ama; üniversitedeyken derse girmek yerine festival filmlerine girdim sık sık, okul kaçağı. Beyoğlu, zincir mağazaların akınına uğramadan İnci Pastanesi’nin doyamadığım profiterollerinden bolca yedim. Narmanlı Han’da koca bir köşeye görgüsüzce yayılmış Starbucks’ta kahve içmek yerine avlusundaki çaycıda oturdum, bir zamanlar odalarında kalan sanatçıların varlığını hissetmeye çalışarak. Bununla birlikte, anılarımda Balat ve Hasköy’ün eski sakinleri gibi bolca güzellikle beraber hüzün yer etse de özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonra pek çoğunun yaşantısına çöken tedirginlikler, acılar yok.

Babaannesi tarafından Hasköylü Suzan Nana Tarablus, ilk kitabı Bir Sabah Galata’da Uyandım, Hayatlar, Tanıklıklar, Anılar kitabının devamı niteliğindeki bu kitabında Yahudilerin İstanbul’daki kültür mirasının izini sürmeye devam ediyor. 1492’de İspanya’dan kaçarak sığındıkları Hasköy ve Balat Yahudilerinin anlatıları kültürel, tarihî, sosyolojik ve politik bir belge niteliğinde.

Başlığına Balat kurulmuş olsa da, kitabın diğer ana kahramanı Hasköy. Bu iki semt çok sayıda ortak eş-dost-akraba barındırmasına ve “aralarında sadece Haliç’in suları akmasına” rağmen birbirine mansevo (delikanlı, yiğit, gururlu anlamında) ve pasika (cılız, korkak, pısırık anlamında) isimlerini takmış. Bu tatlı rekabet hep sürmüş, anlatılara göre.

1920’lerde Balat. Fotoğraf: Achille Samandji

Yahudi varlığının Bizans dönemine dayandığı Balat, İstanbul’un “Yahudi semti” olarak bilinse de yıllar boyu Rumlara, Müslüman Türklere ve Ermenilere de ev sahipliği yapmış bir semt. Yahudilerin çoğunun anadillerinden veya Ladino İspanyolcasından sonra ikinci dilleri, komşularıyla konuşa konuşa öğrendikleri Rumca. Zaten semt halkının çoğu çok dilli; özellikle Alliance Israélite Universelle okullarına gidenler Fransızca, “Haham mektebi” Musevi Ruhani Lisesi’ne gidenler İbranice, bir kısmı da İngilizce biliyor o zamanlar. Okul demişken:

“Bizim evimize yakın 15. İlkokul vardı. Annem bütün vesikaları, fotoğrafları, muhtarlık kâğıtlarını alıp, oraya gitti. Benim nüfustaki adımı (Ester olarak kayıtlıyım) gören okul idaresi “kadromuz dolu” veya “yerimiz yok” dedi. Annemin yaşadığı umutsuzluğu bugün gibi hatırlarım. O okul olmayınca, halamın kızının okuduğu 16. İlkokul’a yöneldik. Kuzinimin öğretmeni çok iyiydi. Belki beni de kabul eder diye umutlandık. Oradakiler de bir önceki okuldakiler gibi aynı cevabı verdi: “Maalesef yerimiz yok.” … Amcamın kızı Edirnekapı’ya yakın, 17. İlkokul’da okuyordu. Öğretmeni onu çok severdi. Annem, “Haydi bir de orasını deneyelim,” dedi. Oraya varır varmaz öğretmen hemen bizi kabul etti. “Bakalım müdire hanım ne diyecek?” diye bizi müdirenin odasına götürdü. Yine aynı cevap! Öğretmen hanım benim okula kaydolmam konusunda çok ısrarcıydı. Aralarında konuştular... En sonunda iltimasla beni aldılar. Tek bir şartla! İskemlemi evden getirecektim! Birinci sınıftayken, sanki hastalıklıymışım gibi beni bir kenara oturttular. Çok üzülmüştüm! Üstelik bunu tek bir sebeple yapıyorlardı: Yahudi olduğum için!” (s. 113)

 Edit Hanson’un ilkokul yılları böyle geçmiş.

Çiçeği burnunda ulus-devletin vatanı ve sermayeyi Türkleştirme çabaları doğrultusunda resmî tarih anlatısında karşılaşmadığımız, “olay” ya da “kampanya” deyip geçiştirmeye çalıştığımız derin yaralar ne yazık ki elbette bolca karşımıza çıkıyor anılarda. “Vatandaş Türkçe Konuş kampanyası”; İskân Kanunu’nun önünü açtığı, boykotla başlayıp yağmayla, şiddetle devam eden 1934 Trakya Olayları; 1941-42 yıllarında, askerliğini yapmış olup olmasına ya da yaşına bakılmadan apar topar askere alınan Yahudilerin yol, havaalanı inşaatı gibi işlerde çalıştırıldıkları 20’ler Sınıfı Nafıa Askerliği; akabinde Varlık Vergisi ve ödeyemeyenleri Aşkale’de zorlu koşullarda işe koşmak; 6/7 Eylül Olayları’nın yarattığı dehşet... Ceni Franko-Gülnihal’dan dinleyelim 6-7 Eylül’ü:

“…O sıralar ben sekiz yaşındayım. Annem de erkek kardeşime yedi aylık hamileydi. Biz anneannemin iki katlı evinde oturuyorduk. Ellerinde bayraklar ve sopalar olan bir kalabalık, haykırışlar eşliğinde sokağımıza daldılar. Pencerelerimizdeki dışa doğru, bombeli demir parmaklıklara asıldılar. Yanımızda Ethem Efendi ve Şaziye Hanım Teyze vardı. Hatta anneannem onlarla ağacın dalı kesilsin-kesilmesin konusunda sık sık söz dalaşına girerdi. Onlar birer sandalye alıp bizim evin önüne oturdular. Dediler ki: “Burayı elleyemezsiniz. Geçin geçin, burada hiç kimse yok!” (s. 83)

8 Temmuz 1934'te Son Posta gazetesinde ve Milliyet'te “Trakya Olayları” haberi.

Bildiğimiz gibi ortalık o sıralar pek günlük güneşlik değil, hatta yer yer kâbuslara gebe. Yazar önsözünde o yılların karanlığından şöyle bahsediyor:

“İkinci Dünya Savaşı tüm İstanbul için, İstanbul Yahudi Cemaati için çok zor geçse de Balatlı Yahudiler için durum çok daha zor, ıstıraplıydı. Toplumsal tarihe Balat Fırınları olarak geçen, Yahudilerin Los Ornos de Balat diye adlandırdıkları, bir korku mekânı haline gelen yapılar vardı. Demir Hisar Caddesi boyunca Ayvansaray’a ilerlerken, sağda yüksek bacaları ve yuvarlak pencereleriyle dikkat çeken bir yapı görürsünüz. Kullanılmayan bu bina, II. Dünya Savaşı’ndan sonra depo olarak hizmet verdiği Et ve Balık Kurumu’na aitti. Bu bina, İstanbul Yahudi Cemaati’nin hayal gücünde önemli bir yere sahiptir. Pek çok görüşmecim, bu binanın Türkiye’nin Almanya ile birlikte savaşa girmesi durumunda, İkinci Dünya Savaşı’nın başında inşa edilmiş “krematoryum”lar olduğunu ifade etti. Almanya başta olmak üzere, Avrupa’dan İstanbul Yahudilerine endişe verici haberler ulaştığında veya antisemitizm kampanyalarında tekrarlanan ‘Sizi fırında yakacağız’ tehdidinin somut karşılığı olarak düşünüldü.” (s. 15)

Bir avuç akademisyenle yazarın belgelendirdiği bu tip toplumsal korkuların, kabusların, dramatik olayların yanı sıra, günlük hayatta “göze batmadan” yaşamaya çalışmanın ne anlama gelebileceğini de sıklıkla unutuyoruz. Soyadı konusu bile memleketin gayrimüslimlerinin temel kimlik meseleleriyle yıllar boyu nasıl uğraşıp durduğunun en somut kanıtı. Şöyle anlatıyor soyadının hikâyesini Ceni Franko-Gülnihal:

“Kayınpederim 1934 senesinde ‘Soyadı Kanunu’ çerçevesinde nüfus müdürlüğüne gitmiş. Müdür bey ona, ‘Franko olmaz, Türk soyadı söyleyin,’ diye diretince, kayınpeder, ‘benim yukarıdaki komşumun soyadı Gülnihal, sen Gülnihal yaz,’ deyivermiş. Yakın çevresine dermiş ki ‘Bizim Franko olduğumuzu ben bilmiyor muyum, bırak ne isterse yazsın!’ Böylece bizler bütün resmi kayıtlarda ‘Gülnihal’ olduk. Aslen ve kalben hep Franko’yuz.” (s. 91-92)

Uzun lafın kısası, büyüğü-küçüğü, zalim cinayetler barındıranı-gizli kapaklı bir şekilde “ayrımcılığa” gireni, hiçbiriyle hesaplaşmadık. Zeynep Günay Tan ve Seren Yüce’nin yönetmenliğini yaptığı Kulüp isimli dizinin ikinci sezonunu modern bir Netflix yapımından ziyade ağdalı Yeşilçam kurgusuna yakın bulmuş olsam da, yarattığı gürültüye ve belki de istemeden üstlendiği eğitici role bakınca, kova kova akan gözyaşına, karakterlerin ara ara sarkmasına, inandırıcılıklarını kaybetmesine göz yummamak işten değil. Suzan Nana Tarablus’un kitabını bütün bu alt yazılarla okumak gerek.

“Varlık Vergisi zamanında toptan kâğıtçılık yapan Mösyö Levi’ye çok yüksek bir miktar koydular. Evini, her şeyini, karısının mücevherlerini sattı. Bu büyük meblağı ödemesine rağmen yine de kabul etmediler, Aşkale’ye gönderdiler. … Geçimini iğne işi yaparak sağlayan, Kuzguncuklu kayınpederim de Mösyö Levi’yle aynı kaderi paylaştı. Zavallı bütün varını yoğunu sattı. Yetmedi, Aşkale’ye gönderdiler. O da hasta döndü, çok sonra iyileşti. …neler neler yaptılar Aşkale’de... Taş kırmak, yol yapmak... Kötü şeyler yaşadılar. Üstelik Erzurum’un dondurucu soğuğuna dayanmak zaten başlı başına bir meseleyken!” diyor Edit Hason. (s. 120)

"Jewish Quarters of Constantinople": 1900'lerin başında Balat. Fotoğraf: B. W. Kilburn, Amerikan Kongre Kütüphanesi.

Kitaptaki anlatılara göre Balat “o Yahudi, o Müslüman” gibi dertlerin olmadığı uzun yıllar boyunca yaz geceleri kapı önlerinde birkaç dilde sohbet edilen, eldeki imkânlarla hayattan zevk almayı seçen, samimiyetin okumuşluk kadar önemsendiği, mahallelinin birbirine her daim sahip çıktığı bir semt olmuş. Savaş ertesindeki ekonomik zorluklar, 1950’lerden itibaren özellikle Karadeniz kentlerinden gelen göçle artan nüfus ve farklı sebepler, idealler peşinde İsrail’e gidenlerle dinamiği değişmiş, Balat’ın ve Hasköy’ün. Makabi Spor Kulübü, gençlik derneği Ha-Hemla, Or-Ahayim gönüllüleriyle, bugüne çok azı kalmış sayısız sinagoguyla bu iki semtin kapsamlı anlatısı aynı zamanda zarif bir İstanbul nostaljisi.

Okumak, daha önemlisi iyisiyle kötüsüyle belgelendirmek gerek, yazarın önsözünde dediği gibi: “Çünkü hayatlarımız bizi hatırlayan son insan kadar uzundur.” Hele bizim gibi hafızası kıt bir memlekette…

 

GİRİŞ RESMİ:

1920'lerde Balat sahili.